• Sonuç bulunamadı

Okulları ve zorunlu din dersi hakkındaki görüşlerine yer verdiği konuşmasında) kendisine din-laiklik-irticai hareketler vb. gibi konularda açıklamalar yaparken, İslam inancına dair geniş bir kültür birikiminden yararlanma ve bu alana dair kanıtlar sunma, karşılaştırmalar yapma, örneklere dayanma gibi güçlü retoriksel motifler kullanma olanağı sağlamıştır.46

başlangıç noktası olarak ele alınan II. Meşrutiyet dönemindeki 47 siyasal gelişmelerden ve etkin siyasal düşünce akımlarından kısaca bahsetmek, Yücel’in içinde yetiştiği politik atmosferi ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kimlik arayışlarını sergileyebilmek açısından önemlidir.

Yücel’in çocukluk yıllarında tanıklık ettiği ilk siyasal ortam, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminin yaklaşık otuz yılına hakim olan II. Abdülhamit yönetimidir. Genel anlamda Abdülhamit yönetimini temsil eden nitelik, imparatorluk sınırları içinde yaşanan çeşitli etnik, dilsel ve dinsel toplulukları tek bir kimlik “Osmanlılık” etrafında toplamayı amaçlayan Tanzimat döneminin egemen ideolojisi Osmanlıcılık48 yerine, yeni bir bağlılık ve aidiyet temeline dayalı İslamcılığın ikamesidir. 1877-78 Savaşı ve sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Romanya’nın ulus devlet olarak

47 II. Meşrutiyet dönemini Tek Parti döneminin başlangıcı olarak değerlendirenler için bkz.

Tunaya (1959), Ülken (1979), Hanioğlu (1986), Ahmad (1999) vd. Ayrıca, II. Meşrutiyet dönemini Cumhuriyet rejiminin ve Tek Parti döneminin kökeni olarak işaret eden çalışmaların uç örneklerinden biri olarak Eric J. Zürcher’in Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (1993) adlı eseri gösterilebilir. Zürcher, eserinin ikinci bölümünde Türk Tarihinde Jön Türk Dönemi, 1908-1950 başlığına yer vererek, Tek Parti’nin iktidarda kaldığı yılların bütününü II.

Meşrutiyete hakim olan İttihat Terakki ya da Jön Türk dönemi olarak tanımlamıştır (1993:

137-321).

48 Kurumsal modernleşme sürecinin başladığı 19. yy. öncesinde Osmanlı devlet ve toplumunu tanımlayacak bütüncül bir kimlik algılamasından söz etmek zordur. Süleyman Seyfi Öğün,

“Osmanlılar! diye başlayan bir politik manifestonun” Tanzimat’a kadar tahayyül bile edilemeyeceğinden, Osmanlıyı tarif edecek bir kimliğin yokluğundan söz eder (Öğün, 1997:

211). Her imparatorluk gibi Osmanlı İmparatorluğu da çok sayıda etnik, dinsel, dilsel, kültürel unsuru içinde barındıran “biz ve onlar ayrımının yumuşatılmasına dayanan geleneksel bir imparatorluk anlayışına” sahiptir (210). 19. yy.’da Fransız Devrimi kaynaklı ulusçuluk düşüncesinin doğurduğu, imparatorluktan kopmaya yönelik ayaklanmalar, Osmanlı devletini kolektif bir bağlılık yaratmaya dönük bir kimlik arayışı içine sokmuştur. Gayrimüslimlerin milli kimlik taleplerini “aşkın bir politik kimlik”le aşma çabasının sonucu olarak (216) Tanzimat ve Islahat Fermanı ile ifade bulan Osmanlıcılık ideoloji, 1864 yılında çıkarılan Vatandaşlık Kanunu ile Müslüman ve gayrimüslim vatandaşlara kanun karşısında ve parlamenter temsil sisteminde eşitlik tanıyarak, İmparatorluğun çeşitli etnik ve dinsel gruplarını tek bir Osmanlı vatandaşı kimliği altında birleştirilebilmeyi amaçlamıştır.

Osmanlıcılık siyaseti, Tanzimat döneminin ardından kesintiye uğramakla birlikte, geçerliliğini yitirmemiş, II. Meşrutiyet’in ilk üç yılında tekrar etkinlik kazanmıştır.

İmparatorluktan kopmaları, “Abdülhamit’i mümkün olduğu kadar karakter ve amaçta birbirine benzeyen ve hilafet makamını vurgulayan padişaha sadakatte birleşen Müslümanların oluşturduğu homojen bir imparatorluk yaratma yönünde kararlı bir çabaya yöneltmiştir” (Ramsay, 1890’dan akt. Deringil, 2007: 96).

Abdülhamit İslamcılığının gayesi, İslamiyet’in en üstün değerde bir din olduğunu vurgulayarak Müslümanların padişaha (halifeye) ve devlete gönülden bağlanmalarını sağlamaktır. Müslümanlığa gerek sembolik alanda, gerekse günlük siyaset içinde büyük bir ağırlık veren, dini bir ideoloji olarak kullanan Abdülhamit, yönetiminin güçlenmesi için her çabaya başvurmuştur (Karpat, 1995:

32). 1876 yılında aydınların siyasi alanda reform ve meşruti idare isteğine karşılık olarak, ilk Osmanlı Kanun-i Esasisi’yle birlikte Meşrutiyet’i ilan eden II.

Abdülhamit; 1877 yılında, İslamcılık ideolojisine dayanan yönetimine zarar vereceği kaygısıyla I.Meşrutiyet’in getirdiği ilk Osmanlı parlamentosunu dağıtmış, 1877-1908 yılları arasında mutlak idaresini kurmuştur.

Yücel’in çocukluğu “korku ve baskı rejimi” ve “istibdat yılları” olarak adlandırdığı, II. Abdülhamit döneminin son senelerinde geçmiştir. Yücel, çocukluk yıllarının geçtiği siyasal ortamı betimlerken, Avrupa ve Amerika’daki endüstrinin gelişmişliğine vurgu yaparak ülkenin geri kalmışlığını “sömürge ve yokluk”, yöneticilerin konumunu ise “uyku, uyuşukluk, miskinlik” sözcükleriyle nitelendirmiştir (1998f: 152-153). Yücel’in Abdülhamit dönemi politikalarına ilişkin genel değerlendirmeleri ise şöyledir: 49

49 Çalışma boyunca, Hasan-Âli Yücel’in yazı ve konuşmalarından yapılmış olan alıntılar üzerinde, bugünün yazım ve imla kurallarının gerektirdiği düzeltmelerin yapılmasından özellikle kaçınılmıştır. Türk Dil Kurumu’na başkanlık yapan, yazı ve imla üzerinde önemli

(Abdülhamit devri) hafiye nizamı aydınlarda cesaret, halkta gönül rahatı bırakmamış; memleket hududları birer duvar olup dış âlemle bütün münasebetler kesilmiş; matbuat sıkı bir sansürün elinde küçük dilini yutmuş; din kitapları bile saltanattan düşürülme korkusiyle külhanlarda yakılmış veya izbe yerlere kapatılmış; düşünmek, günahların en büyüğü, düşündüğünü söylemek cürümlerin en affedilmezi olmuş… Bu vasıflarıyla Abdülhamit devrini Tanzimat’a kadar uzamış bir gerileme dönemi saymamak için hiçbir tarihî sebep bulunamaz (1998e :132) .

Hasan-Âli Yücel’in içinde yetiştiği II. Abdülhamit dönemine karşı son derece olumsuz bir tavır takındığı görülmektedir. Bu tavrın kökeninde yer alan

“gerileme” eleştirisinin anlaşılabilmesi için, Cumhuriyet’in ilanı sonrasında başlayan (ve günümüze uzanan) Abdülhamit politikalarına yönelik genel değerlendirmelerden yararlanılabilir. Tevfik Çavdar, II. Abdülhamit dönemi politikalarına da değindiği Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (2004) başlıklı kitabında, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminin otuz yılını yöneten Abdülhamit ve eylemlerinin değerlendirilmesinde alışılmış önyargıların hüküm sürdüğünü belirtir. İki aşırı önyargının varlığından söz eden Çavdar, mevcut önyargıları tasnif ederken Abdülhamit’in bir grupça “kanlı istibdadı ile Türk ve Osmanlı halkına kan ağlatan bir tiran”, diğer bir grupça ise ilk yargının aksine

“ne yaptıysa iyi ve doğru yapmış bir ulu hakan” olarak değerlendirildiğinden söz eder (51). Çavdar’ın da vurguladığı gibi, Abdülhamit dönemi Türkiye’de resmi ve gayri resmi tarih yazıcıları tarafından oldukça farklı değerlendirilmiştir.

Özellikle İslamcı sağ, II. Abdülhamit’i ve dönemini “siyasal bir simge haline dönüştürerek” (Deringil, 2007: 19), Abdülhamit’i kişiliği ve yaptıklarıyla yüceltirken, laik Kemalistler ve Kemalist sol ise II. Abdülhamit dönemini

“müstebit ve kanlı” bir dönem olarak görerek, Abdülhamit yönetimini “gericilik”,

çalışmaları olan Yücel’in yazı ve söyleyişindeki farklılıklar, döneminin ruhunu yansıtması açısından aynen korunmaya çalışılmıştır.

“istibdat yılları” şeklindeki klişelerle yermişlerdir. Bu övgü ve yergilerin kökeninde yatan, Abdülhamit’in “İslamcılık” politikasına yönelik yaklaşım farklılıklarıdır.

Hasan-Âli’nin tanıklık ettiği ikinci siyasal ortam, II.Abdülhamit yönetiminin sonu anlamına da gelen II. Meşrutiyet’in ilanıdır (24 Temmuz 1908).

Meşrutiyetin yeniden ilanı, siyasal ve toplumsal yaşamda olduğu kadar Hasan-Âli’nin hayatında da bir dönüm noktası olmuştur. Yücel’in, “1908’de bizde

‘Hürriyet’ ilan edilmişti” (1998c: 132) sözleriyle değerlendirdiği, II.

Abdülhamit’in mutlak iktidarına son veren, Kanun-u Esasi’yi tekrar yürürlüğe koyarak Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılmasına yol açan gelişmeler, tüm toplumda olduğu gibi onun da hayatında ilk kez parlamento, seçim, siyasi partiler gibi modern kurum ve kavramlarla tanışmasına neden olmuştur. Yücel, İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişi ve II. Meşrutiyet’in ilanının yankılarını gerek çocukluğunun geçtiği İstanbul’daki “sokaktaki seslerden” 50 gerekse aile çevresinden yakından izleme olanağı bulmuştur. Babasının Telgraf Posta Nezareti’nde müfettiş olması, anneannesinin zamanın gazetelerini takip etmesi, okuldaki hocalarının derslerde hürriyetten bahsetmesi Hasan-Âli’nin ilgisini bu

50 Yücel, anılarında İttihat ve Terakki’nin iktidar gelişi ve II. Meşruiyet’in ilanını anlatırken, belleğinde bunların slogan, şiir, marş yani birer ses olarak yer ettiğinden bahsetmiştir. Anı ve otobiyografi karışımı Geçtiğim Günlerden adlı eserinde ilgili bölüme “Meşrutiyet’in sesi”

başlığını vermiştir (1998f: 163-168). Bu bölümde Yücel şu anlatılara yer verir:

“Meşrutiyet çok şamatalı ve gürültülü gelmişti (163). …Kansız, kurbansız; fakat gürültülü, şamatalı bir ihtilal!.. (165) …Namık Kemal adını mektepte duyduk, bestelenmiş sözlerini okumaya başladık. Daha sonra (Tevfik) Fikret’in milli marşını öğrenmiştik. İşte hürriyetin benim on, on bir yaşındaki çocuk hafızamdaki yankıları… Bu sesler hala içimde. …Hâlâ yaşıyor. Şu an bile bu kelimeler içimde haykıran bir sestir: Hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet.

Yaşasın millet!..” (167-168).

II. Meşrutiyet döneminin iktidar sembolleri arasında yer alan slogan, marş, şiirleri

“meşrutiyetin sesi” olarak adlandırmasına paralel bir yaklaşımla, Yücel’in yıllar sonra 19 Mayıs Spor ve Gençlik Bayramı açılış törenlerinde yaptığı konuşmalardaki “vatan, istiklal”

nidalarını “Cumhuriyet’in sesi” olarak değerlendirmek mümkündür.

olaylara yöneltmiştir. Bu ilgi “1908 hürriyeti, İttihat ve Terakki’nin bize verdiği bir nimetti. …Bizim nesle hürriyetin tadını ilk defa onlar tattırdılar” dediği, İttihat ve Terakkicilere karşı sempati duymasına yol açmıştır.

Meşrutiyetin ilanının ardından iktidara gelen İttihat Terakki yönetimi her iktidar gibi toplumda yeni bağlılıklar, yeni aidiyet duyguları yaratmaya yönelmiştir. Yücel’in okul yaşamına ilişkin anılarında II. Abdülhamit döneminden II. Meşrutiyet ve İttihat Terakki’ye değişen bağlılık duygularının inşası hakkında önemli notlar yer almaktadır. Abdülhamit’in istibdat yıllarına denk düşen Taş Mektep’teki okul sıralarında (1902-1903) her gün arka arkaya üç kez “Padişahım çok yaşa!” diye bağıran Hasan-Âli, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllarda devam ettiği Mekteb-i Osmanî’de “Yaşasın Millet!” nidaları atarak, İttihat Terakki için yazılmış manzumeleri ezberlemiştir (1998f: 168-172).

Padişaha ve dine bağlılığın yerine yeni bir bağlılık nesnesi olarak “millet”in ikame edilişi, dönem içindeki değişen siyasal akımların gelişimiyle yakından ilişkilidir.

Döneme ilişkin değerlendirmelerde, siyasal düşünce akımlarının sayısı ve mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür.51 Görüş farklılıklarına karşın Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık akımları devlet politikalarındaki

51 Örneğin, Tarık Zafer Tunaya, II. Meşrutiyet döneminde beş çeşit fikir akımının mevcut olduğunu belirtir. Tunaya’ya göre bu akımlar; “Garpçılık, İslamcılık, Türkçülük, Mesleki İçtimaî (teşebbüsü şahsi ve ademi merkeziyetçilik olarak da adlandırılır) ve sosyalizm cereyanlarıdır” (1959: 72-76). Niyazi Berkes ise, II. Meşrutiyet düşünce akımlarının İslamcılar, Türkçüler ve Batıcılar arasında olduğunu ileri sürer (2003: 410). Hilmi Ziya Ülken’de benzer bir yaklaşımla dönemin siyasal “cereyanları”nın “İslamcılık, Avrupacılık ve Türkçülük” olduğunu belirtir (1992: 200). Kemal Karpat ise, 1908 sonrası fikir tartışmalarının iki kutupta sürdüğünü söyleyerek, bu iki kutbu muhafazakar İslamcılar ve yenilikçiler (yenilikçileri de kendi içinde Garpçılar ve Türkçülük biçiminde iyiye ayırır) olarak adlandırır (1996: 41). Mete Tunçay ise, II. Meşrutiyet döneminde beş çeşit siyasal düşünce akımının mevcut olduğunu belirtir. Bu akımlar; Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük, Sosyalistlik ve Batıcılıktır (2005b: 195).

etkinliği nedeniyle genel kabul gören akımlar olmuştur. “Devlet nasıl kurtulur?”

sorusuna yanıt arama çabalarının bir sonucu olarak açığa çıkan bu akımların ortak noktası, Osmanlı Devleti’nin dağılmaktan nasıl kurtulabileceği, nasıl modernize edilebileceği ve modernizasyonun bağlayıcı unsurunun ya da dayanak noktasının ne olabileceği konusundaki düşünsel çabaların birer ürünü olmalarıdır. Temelde devleti koruma güdüsünün harekete geçirdiği bir arayışın ürünü olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük aynı zamanda Osmanlı devleti/toplumu açısından egemenliğin yeni parametresi olmaya başlayan milletin/ulusun kaynağını tanımlama ve bu kaynaktan yola çıkarak yeni bir sadakat alanı oluşturma çabasını da içermektedir.

Yusuf Akçura’nın “üç tarz-ı siyaset” olarak nitelediği bu akımlar esasında, II. Meşrutiyet dönemi öncesinde tartışılmaya başlanmıştır. Örneğin: Osmanlıcılık, Tanzimat dönemi tartışmalarına egemen olmuş; İslamcılık, II. Abdülhamit döneminin temel politik unsuru olmuş; Türkçülük ise II. Meşrutiyet dönemi öncesinde İttihat ve Terakki örgütlenmesi içinde tartışılmaya başlanmıştır (Zürcher, 2005: 264-265). Ancak, bu akımların görünürlük kazanmaları 1908 sonrası II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte mümkün olmuştur (Hanioğlu, 1985:

1382). II. Meşrutiyet döneminde bu akımların yoğun olarak tartışılmasının nedenlerinden biri, dönemin getirdiği kısmi özgürlük ortamıdır. Dönem içindeki entelektüel ve kültürel hareketleri inceleyen Bernard Lewis, II. Meşrutiyet dönemi ve Jön Türklerin en ilginç ve en önemli yanının geniş bir fikir ve ifade özgürlüğü ortamının oluşturulmasında görür. Dönem içindeki gazete ve dergi sayısındaki artışa dikkat çeken Lewis, Abdülhamid’in sansür korkusuyla baskı altında tutulan fikirlerin bu dönemde yayımlanan yeni edebi, siyasi ve diğer

türden yayınlarla görünürlük kazandığını belirtir (1988: 230). Tarık Zafer Tunaya (1998a) da “II. Meşrutiyet camiasını kaplayan olayların belki de en önemlisi siyaset yapan fertlerin artışıdır. …Türkiye tarihinde bu devreye kadar rastlanmamış bir şekilde fert, iktidarın kullanılışını kendi gidişatı ile ilgili bulmuş, bu hususta düşünmeyi tenkit ve telkinde bulunmayı kendisi için bir fonksiyon saymıştır” diyerek kamusal tartışmaların ve tartışmaya katılan bireylerin artışına dikkat çekmiştir. Bu akımların görünür olmasını sağlayan diğer bir etken ise dünya konjonktürüyle ilgilidir. 1908’den sonra yaygınlık kazanan ayrılıkçı-milliyetçi hareketler özellikle de Balkan Savaşı’nın sonuçları Osmanlı aydınlarını devletin bekası konusunda daha çok düşünmeye itmiştir. Nitekim Yücel de anılarında, Balkan Savaşları’nın (1912-1913) sonuçlarından söz ederken:

(Balkan Savaşları) Türklerin Avrupa’dan kovulmaları demekti… İçine düştüğümüz bu korkunç çukurdan çıkmak için o günün aydınları gazetelerde, dergilerde makaleler yazıyorlar; kurtuluş konusunda kitaplar yayınlıyorlardı. Onları, gündeliğimi de aşan ilâveli baba parasiyle alıyor;

gece sabahlara kadar petrol lâmbasının kör ışığında durmadan okuyordum (982).

diyerek dönem aydınlarının mevcut iletişim araçlarını kullanarak “devletin kurtuluşuna dair” fikirler ve çözümlerini yaymak amacıyla toplumsal bir bilinç oluşturmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Yücel’in anılarında yer eden açıklamalar, Benedict Anderson’un “muhayyel cemaatin” inşasında ya da ulusların oluşma sürecinde “matbaa kapitalizmi”nin önemine yönelik tespitlerini hatırlatmaktadır.

Anderson’a göre, dillerin bütünleştirilmesini ve ortak kültür kodlarının oluşmasını mümkün kılan matbaa ve onun kitlesel sanayi ürünü kitap ve gazeteler ortak bir ulusal bilincin yaratılmasında belirleyici araçlardır. Bu araçlar önce seçkinler, sonra da geniş halk yığınları arasında kurduğu ortak dil ve kelimelere

dayanan bağlarla “ulus olarak hayal edilen cemaatlerin nüvelerinin biçimlendirilmesinin” aracı olmuşlardır (2004: 60).

Yücel’in “gazete ve dergi cümbüşü” (1998c: 198) şeklinde tanımladığı II.

Meşrutiyet’in yayıncılık faaliyetlerinin, bilincinin şekillenmesinde belirleyici bir etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Her ne kadar hangi yayınları okuduğuna dair ayrıntılı bilgilere yer vermese de lise yıllarında okuduğunu belirttiği Japonya’nın modernleşme tarihiyle ilgili bir kitap için “O benim gözümü açmıştır. ‘Öğretim seferberliği’ ve bunun önemi hakkında inancım bu kitap sayesinde olmuştur” 52 benzeri açıklamalarla dergi ve kitapların üzerinde bıraktığı kalıcı etkileri örneklemiştir (1998d: 981-982).

1.1.3. İmparatorluğun Çöküşüne Tanıklık, Balkan Savaşları ve