• Sonuç bulunamadı

İmparatorluğun Çöküşüne Tanıklık, Balkan Savaşları ve “Türklük Şuuru” 44

dayanan bağlarla “ulus olarak hayal edilen cemaatlerin nüvelerinin biçimlendirilmesinin” aracı olmuşlardır (2004: 60).

Yücel’in “gazete ve dergi cümbüşü” (1998c: 198) şeklinde tanımladığı II.

Meşrutiyet’in yayıncılık faaliyetlerinin, bilincinin şekillenmesinde belirleyici bir etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Her ne kadar hangi yayınları okuduğuna dair ayrıntılı bilgilere yer vermese de lise yıllarında okuduğunu belirttiği Japonya’nın modernleşme tarihiyle ilgili bir kitap için “O benim gözümü açmıştır. ‘Öğretim seferberliği’ ve bunun önemi hakkında inancım bu kitap sayesinde olmuştur” 52 benzeri açıklamalarla dergi ve kitapların üzerinde bıraktığı kalıcı etkileri örneklemiştir (1998d: 981-982).

1.1.3. İmparatorluğun Çöküşüne Tanıklık, Balkan Savaşları ve

Olsun!”da (17 Ekim 1913) birçok çağdaşı gibi etkisinde kaldığı siyasal gelişmelerin izlerini sürebilmek mümkündür. 53 Söz konusu yazının ana teması, Balkan Savaşları nedeniyle memleketlerine dönmek zorunda bırakılan muhacirlerin çektikleri acılar, yoksulluklar ve bunların gençlere yüklediği vazifelerdir. “Ey istikbalin genci çalış! Yaşayacağın dünya kin dünyası, teneffüs edeceğin hava intikam olsun” sözleriyle biten milliyetçi fikirlerle bezeli edebi bir deneme niteliğindeki yazı, bir taraftan “Acaba mânevi anam, devre-i hayatının sonbaharını mı yaşıyor?” gibi ifadelerle imparatorluğunun çöküşüne dair bir farkındalığı, diğer taraftan da imparatorluğunun kurtuluş çaresini “vatanına hakkiyle hizmet edecek”, “ona evlatlık edecek” gençlerin çalışkan bedenlerinde somutlaştırdığını göstermektedir. “İntikam, kin, vicdan, vazife, sorumluluk, hizmet” gibi kelimelerin tekrarlandığı yazı önemli bir olguyu daha aktarmaktadır.

Abdülhamit saltanatının sonuna doğru ortaya çıkan Balkan olayları ve özellikle Makedonya sorunu, Osmanlı’da bir neslin şiddetten çok etkilenmesine neden olmuş ve “bu nesil imparatorluğu yıkımdan kurtarma görevini ifa etmekle sarmalandığını hissetmiştir. Dönemin siyasi lügatinde, bu düşüncenin sıkça vazife ya da hizmet sözcükleriyle dile getirildiği görülebilir” (Georgeon, 2007: 72-73).

Balkan Savaşları, toplumsal alanda olduğu kadar siyasal alanda da önemli etkilere sahip olmuştur. Savaşların öncesinde, İttihat ve Terakki iktidarının ilk

53 Bu iddiayı doğrulamak için Hasan-Âli’nin çağdaşı olan Peyami Safa’nın hayatından bir kesit sunulabilir. Cumhuriyet döneminin önemli roman, deneme ve fıkra yazarı olan Safa’nın ilk yazısı 12-13 yaşlarındayken, Balkan Harbi sıralarında, Ubeydullah Efendi ile Aka Gündüz’ün çıkardıkları Hakyolu gazetesinde çıkmıştır (Tekin, 2003:57). Safa, bu yazının

“Balkan felaketine ağlayan bir çocuk şiiri” olduğunu belirtmektedir. Safa şiirinin yayımlandığı sıralarda tıpkı Hasan-Âli gibi Vefa İdadisi öğrencisidir. Cumhuriyet devrinin iki önemli isminin, ilk yazılarının aynı yıllarda aynı konu üzerinde yazılmış olması bir devrin seçkinlerinin etkisinde kaldıkları siyasal gelişmelerin ve yetiştikleri koşulların benzerlikleri hakkında önemli ipuçları içerir.

yıllarına (1908-1912) hâkim olan Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri, Balkanlar’daki ulusların bağımsızlıklarını elde etmeleriyle başlayan Arnavut ve Arap milliyetçiliklerinin güçlenmesiyle sonuçlanan tarihsel süreçte geçersiz hale gelmiş, Osmanlı aydını için geriye kalan tek alternatif Türkçülük siyaseti olmuştur. İlk olarak 19. yüzyılın sonlarında (1880’lerde) edebiyat ve tarih alanlarında linguistik kimlikli bir hareket olarak tartışılan Türkçülüğün siyasal bir akıma dönüşmesi, 1900’lu yıllardaki tartışmalarla özellikle de Yusuf Akçura’nın 1904 yılında yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesiyle başlamıştır (Mardin, 1989: 53). Balkan Savaşları öncesinde, özellikle aydınlar arasında “ayrıcalıklı yerini alan” (Yeğen, 2003: 80) Türkçülüğün hâkim ideoloji olarak devlet siyasetine yön vermesi ise Balkan Savaşları ve İttihat ve Terakki iktidarı sırasında gerçekleşmiştir (Karpat, 1996: 43). Yücel, Cumhuriyet sonrası yazdığı yazılarda Balkan Savaşları’nın “Türklük bilinci”nin gelişimine etkilerini şöyle değerlendirmiştir:

Milliyet fikrini en sonra benimsemiye başlıyan, asırlarca hâkim millet olarak kalmış ve kendinden başka milletleri kendisinden koparmaksızın idareye çalışmış bulunan Türkler olmuştur. Bilhassa Balkan bozgunu, Türk halkı ve aydınları arasında Türklük şuurunun canlanmasında en fiilî müessirdir (1998d: 3).

Türk milli özelliklerine göre düzenlenmiş ve Türklerin hakim durumda oldukları merkeziyetçi bir Osmanlı Devleti meydana getirme amacını taşıyan, Turancılık olarak da ifade edilebilecek olan Türkçülük siyasetinin İttihat Terakki’deki ya da daha doğru bir ifade ile genel olarak Türkiye tarihindeki teorisyeni ve başlıca savunucusu Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in düşünceleri hızla yayılarak İttihat Terakki içinde ve dışındaki çok sayıda aydını, örneğin Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, M. Fuat (Köprülü), Halide Edip (Adıvar) Mehmet Emin,

Hüseyin Cahit (Yalçın), Akil Muhtar, Hüseyin Ali, Hamdullah Suphi Tanrıöver taraftarı yapmıştır. Gökalp’ın öncülüğünü yaptığı Türkçüler, milliyetçi fikirleri yaymak ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Türk devleti haline getirmek amacıyla Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Dergisi (1911) ve Türk Ocakları (1912) teşkilatı çerçevesinde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu örgütler arasında yer alan Türk Ocakları, 54 İttihat ve Terakki döneminde Türkçülüğün Türk milliyetçiliğine dönüşmesinde en etkili rolü oynamıştır. Yücel, 1954 yılındaki bir yazısında Meşrutiyet dönemi siyasi akımlarının gelişimi ve Türk Ocakları’nın bu akımlar açısından önemini şu sözleriyle değerlendirmiştir:

1908 meşrutiyetinden sonra evde, sokakta, okulda en çok duyduğumuz ideal remzi, hep Osmanlılıktı. Namık Kemal’den o günün yazarlarına kadar Osmanlılar ve Osmanlılık sözlerinden gayrısı işitilmiyordu. Biraz daha geçince İslâmlık, İttihadı-İslâm laflarını duymağa başladık. Diğer Müslim, gayrimüslim anasırla beraber ‘Osmanlı idik’, anladık; bütün Müslümanlarla beraber ‘İslâmdık’ onu da anladık. Fakat anlayamadığımız bir cihet vardı: Arnavud da, Arap da Müslümandı; hatta Osmanlı idi; ama açıktan açığa ‘Arnavudum’, ‘Arabım’ diyorlardı. Peki bizim böyle bir adımız yok muydu? İşte o adı, bize, bizim neslimize yüksek sesle duyuran, Türk Ocağı olmuştur.55

54 Türk Ocakları, II. Meşrutiyet döneminin getirdiği göreli dernekleşme özgürlüğü ortamı içinde, dönemin Türkçü/milliyetçi aydınların kültürel alandaki etkinliklerinin bir ürünü olarak 1912 yılında kurulmuş ve 1931 yılına değin varlığını sürdürmüş bir kurumdur. İlk açıldığında, dönemin iktidar partisi İttihat ve Terakki ile örgütsel birliği olmamasına karşın ideolojik açıdan ortaklaşan Türk Ocakları amacını; “akvam-ı İslâmiyenin bir rükn-ü mühimmi olan Türklerin milli terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve ilasıyla Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmak” olarak açıklamıştır. Bununla birlikte “Ocak maksadını tahsile çalışırken sırf milli ve içtimaî bir vaziyette kalacak, asla siyaset ile uğraşmayacak ve hiçbir vakit siyasî fırkalara hâdim bulunmayacaktır” (Üstel, 2003: 263-264). Bağımsız ve siyaset dışı bir örgüt olma iddiasını taşıyan ocaklar, bir yandan dil ve tarih konularında araştırmalar yaparken, diğer yandan imparatorluğun her tarafında kurduğu kulüpler vasıtasıyla konferanslar, tartışmalar, tiyatro temsilleri, konserler, yabancı dil ve muhasebe kursları, sergiler düzenleyerek tüm yurtta örgütlenmiş, milli kimliğin inşasında önemli roller üstlenmiştir. Türk Ocaklarının kimlik inşasındaki başlıca işlevi “dini bir kolektif kimlikten milli bir kolektif kimlik çıkarmaktır” (Yeğen, 2003: 174).

Türk Ocakları için ayrıca bkz. Üstel (1997); Çavdar (1983), Öz (1992), Yeğen (2003).

55 Vurgu bana ait.

Biz de bu vatandaşlar gibi Müslümandık, Osmanlı idik, fakat anlamıştık ki, onların Arnavudlukları, Araplıkları yanında bizim de ‘bir şeyliğimiz’ vardı ve o, Türklüktü. Egemen millet olmanın verdiği siyasî vazife hissi, Türk’ü bu millî şuurdan uzak tutmuştu. Osmanlı Türkü’nün münevverler içinde en geç anladığı hakikat, ‘Türklük’ olmuştur (1998e: 123).

Yücel’in sorduğu “peki bizim böyle bir adımız yok muydu?” sorusu, başka bir ifadeyle bizim kimliğimizi ifade edecek kolektif bir etiket, ad arayışı, ulusal/milli kimliğin başlıca unsurlarından olan “kendini tanıma, dünya üzerinde bir yer bulma ihtiyacı”nın, aydınlar arasında Balkan Savaşları sonrasında geliştiğini göstermektedir. Milliyetçi retoriğin toplum katmanlarına inmesini kolaylaştıran Balkan Savaşları, kolektif adın yanı sıra ulusal kimliğin bir diğer unsuru olan “vatan” kavrayışının gelişmeye başladığı, “Türklerin öz yurdu vurgusuyla Anadolu topraklarının” önem kazanmaya başladığı bir sürece işaret etmektedir (Deringil, 2007: 94).

1.1.4. Kurtuluş Savaşı Yılları: Darülfünun Eğitimi, Türkçülük Siyaseti ve Türk Ocakları’nda Hatiplik

I. Dünya Savaşı yıllarında üç buçuk yıl askerlik döneminin ardından ara verdiği eğitim hayatına devam eden Hasan-Âli, önce Darülfünun Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştur. Daha sonra kaydını Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Şubesine aldırmış ve “yalnızca felsefe okumanın kendisine bir meslek edindirmeyeceği” düşüncesiyle aynı zamanda Dârülmuallimîn-i Âliye’nin (Yüksek Muallim Mektebi) öğrenci kadrosuna da katılmıştır (Yücel, 1956).

Hasan-Âli, üniversite öğrenimini sürdürürken bir taraftan, önce Tasvir-i Efkâr ve sonra da İfham gazetesinde muhabir olarak çalışmıştır. Muhabirliğin yanı sıra, Tanin, Yeni Mecmua, Dergâh, Büyük Mecmua, Düşünce, Milli Mecmua gibi kültür ve sanat dergilerine şiir ve makaleler yazmıştır. Faik Reşit Unat’ın

değerlendirmesine göre “daha o dönemde Hasan-Âli, bir üniversite öğrencisinden çok devrinin fikir ve kalem sahipleri arasında tanınan ve sivrilen bir şahsiyettir”

(1961: 292-293).

Üniversite dönemi Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç yıllarına denk düşen Hasan-Âli, Mustafa Kemal’in önderliğini yaptığı “Kuva-i Milliye” hareketlerini destekleyerek “millîciler” arasında yer almıştır. Öğrencilik yıllarında işgalci güçlere karşı düzenlenen “İzmir işgalini protesto etmek için, 15 Mart Şehitlerini anmak için, Sevr Muahedesi’ni imzalamağa gidenlerin gidişlerine isyan etmek için” (1998d: 304) yapılan öğrenci hareketlerine katılmıştır. Hilmi Ziya Ülken, Yücel’in Darülfünun döneminden bahsederken “Milli mücadele aleyhindeki bazı hocalara ve gazetecilere karşı talebe galeyanı orada başladı. Başlarında Âli vardı”

(1961: 20) demektedir. Bu ifadeler, Hasan-Âli’nin entelektüel uğraşları kadar eylemleriyle de dönem içinde etkin bir konuma sahip olduğunu göstermektedir.

Osmanlı dönemini kastederek “bizi yıkan ne kötü idare ne parasızlık ne de borçlardı. Bizi, ne olduğumuzu bilmemek içimizden kemiriyordu. Hayatının anlamı ve yönü belli olmayan insan topluluğu kendini yıkılmaktan kurtaramazdı”

(1998c: 244) diyerek kolektif bir bilince sahip olmayı bir ülkeyi ayakta tutan başlıca unsur olarak nitelendiren Yücel, üniversite yıllarında halka ve aydınlara Türklük bilincini aşılayan Türk Ocakları’na giderek burada faaliyetlerde bulunmuştur. Türk Ocakları ile tanışıklığı lise yıllarına dayanan Hasan-Âli’nin üniversite yılları, Ocaklar içinde söz söyleyebilecek kadar öne çıktığı bir dönemdir. Unat “Vatansever İstanbul gençlerinin, karanlık mütareke günlerinde, yeislerini unutmak ve ümitle beslenmek için biricik sığınakları olan Türk

Ocağında O (Hasan-Âli), dinlerken ve söylerken sık sık görülüyordu” (1961: 292) ifadeleriyle, Hasan-Âli’nin Ocaklar içinde etkin bir konumda olduğunu vurgularken, Yücel de “Ben konuşmayı Türk Ocaklarında öğrendim” (1998d: 683) diyerek Türk Ocakları’nın sağladığı siyasal tecrübeye dikkat çekmiştir. Eric Jan Zürcher’in “Pan-Türkist hareketinin kürsüsü” (1998: 189) olarak nitelendirdiği Türk Ocakları Yücel’in milliyetçiliğe ilişkin politik konuşmalar yaptığı ilk meclis olarak değerlendirilebilir.

Hasan-Âli, Türk Ocağı İdare Heyeti Üyeliğine seçildiği yıllarda (123) Ahmet Ağaoğulları, Yusuf Akçura, Fuat Köprülü, Halide Edip, Hüseyin Cahit, Akil Muhtar, Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp gibi milliyetçilik akımının Türkiye’de gelişmesinde öncü rol oynayan siyaset, edebiyat ve bilim insanlarıyla tanışmıştır. Hasan-Âli dönemin önde gelen ideologlarından Hamdullah Suphi için, Mevlevi geleneğinin üzerinde bıraktığı izleri anımsatan bir tarzda, “Ocak bir tekke, Hamdullah Suphi onun genç şeyhi idi. Bizler ise acemi müridlerdik”

(1998d: 684) değerlendirmesini yapmıştır.56

Bir taraftan Türk Ocakları’nda, diğer taraftan dönemin önde gelen fikir ve edebiyat çevrelerinde yer alan Hasan-Âli’nin oldukça hareketli geçen Darülfünun döneminin onun siyasal ve düşünsel yapısının şekillenmesinde belirgin bir izi olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Hasan-Âli’nin yanı sıra, Cumhuriyet döneminde önemli görevler alacak pek çok kişinin zihinsel yapısı bu dönemde yapılan felsefi ve siyasi tartışmalarla biçimlenmiştir. Bu kuşağın etkisinde kaldığı

56 Çalışmanın, ikinci ve üçüncü bölümlerinde yer verilecek parlamento konuşmalarının analizinde de değinileceği gibi TBMM’nin VII. Dönemi’nde Hasan-Âli Yücel ile Türk Ocakları’ndan tanıdığı Hamdullah Suphi Tanrıöver birlikte görev almışlardır.

felsefeciler yine bu kuşağın bir üyesi olan (Yücel’in okul ve yurt arkadaşı) Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından şöyle dile getirilir: “Durkheim, Bergson, T. Ribot, Spencer, William James, Stuart Mill, Kant, Schopenhauer… Bu isimler adeta yaşadığımız havada birbiriyle çatışıyordu” (1997: 47). Hasan-Âli Yücel de anılarında “Bizim kuşağımız, gençlik devresinde fikir adamı olarak en çok Ziya Gökalp’in tesirinde kalmıştı” diyerek Türk milliyetçiliğinin Türkiye tarihindeki teorisyeni ve başlıca savunucusu Gökalp’ın57 etkisini vurgulamıştır (1998e: 352).

Yücel, 1959 yılında Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıda Gökalp hakkında şu değerlendirmelere yer vermiştir:

Türk milliyetçiliği, onun kafasında ve kaleminde akla ve realiteye uygun bir sistemin ifadesini bulmuştu. ‘Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak’

gibi üçlü bir formülle özetlenen bu toplayıcı anlayış, ruhlarımıza sinmişti.

Durkheim’in sosyolojisinden kök salan dayanışma ilkesi, bizlere toplum anlayışında rol gösterici olmuştu. Şahsen ben, lise öğrencisi, genç yedek subay ve üniversiteli olarak bu fikirlere inanmıştım (1998e: 352).

II. Meşrutiyet döneminde hatta daha öncesinde tartışılmaya başlanan, sonradan Cumhuriyet rejiminin resmi ideolojisi haline gelen milliyetçilik, pozitivizm ve Durkheimcı toplum tasarımının, Yücel’in politik konuşmalarının ideolojik arka planını oluşturduğu belirtilmelidir.

57 Anthony Smith, entelektüellerin kültürel ve siyasi milliyetçiliğe ideoloji teminindeki asli rollerine değinirken Rousseau, Fichte, Korais, Obradovic, Karadzic.. gibi dünyaca ünlü kişilerin arasında Gökalp’ın ismine de yer vermektedir (2009: 150-153). Hem 1908 Jön Türk hareketinin hem de 1920’lerde Kemalist devrimin ideologu ve kuramcısı olan Gökalp millet, milliyetçilik, milli kimliğe ilişkin kavram, düşünce ve araştırmaları ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e Türk ulusal kimliğinin inşasına önemli katkılarda bulunmuştur.

1.2. Türk Ulusal/Milli Kimliğinin İnşası ve Hasan-Âli Yücel’in