• Sonuç bulunamadı

POPÜLER KÜLTÜR VE MÜZİK YAŞAMIMIZIN TEMEL SORUNLARI

_____________________________________________ ÇAĞRILI KONUŞMACILAR

POPÜLER KÜLTÜR VE MÜZİK YAŞAMIMIZIN TEMEL SORUNLARI

Prof. Dr. Necati GEDİKLİ1

Sayın Rektörüm, Sayın Dekanım, Değerli Meslektaşlarım ve Sevgili Gençler!

Konuşmama geçmeden önce, bizleri bu çatı altında toplayan ve artık gelenekselleşmiş, müzik eğitimi simpozyumlarının devamı olan, “X. Müzik Eğitimi Simpozyumu”nun öngörülen amacına ulaşmasını dileyerek, hepinizi saygı ve sevgiyle selâmlıyorum.

Böylesi bilimsel bir simpozyuma, “Onur Kurulu Üyesi” seçilmiş olmamdan da gurur ve mutluluk duyduğumu, ayrıca ve özellikle belirterek; emeği geçenleri; başta Rektörümüz simpozyum onursal başkanı Sn. Prof. Dr. Adnan GÖRÜR ve Eğitim Fakültesi Dekanı, Sempozyum Başkanı Sn. Prof. Dr. Nazım Hikmet POLAT olmak üzere; Simpozyum Bilim Kurulu, Simpozyum Düzenleme Kurulu ve Simpozyum Sekreteyası’nı yürekten kutlayarak, en içten şükranlarımı sunuyorum.

Bu simpozyumla bağlantılı olması nedeniyle, eğitim simpozyumlarının başlangıcına ve kısaca tarihçesine değinmekte yarar görüyorum.

Müzik eğitimini konu alan ilk müzik simpozyumunu 1984 yılı, Mayıs ayında; o yıllarda çalıştığım kurum olan D. E. Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü olarak İzmir’de biz gerçekleştirmiştik. “I. Ulusal Müzik Bilimleri Sempozyumu” nun benim önermiş olduğum konusu – MMM’nin 60. Yılı olması nedeniyle - : “Türkiye’de Müzik Eğitimi’nin 60. Yılı” idi. 42 bildirinin sunulduğu simpozyumun onur konuğu da rahmetli Ahmed Adnan Saygun’du!

Benim de aralarında olduğum 5 kişilik düzenleme kurulunun üçü, artık maalesef aramızdan ebediyen ayrılmış bulunuyor. Aramızda birçoğunun da muhtemelen hocası olmuş olan bu değerli meslektaşlarımız, müzik eğitimine büyük emek vermiş olan rahmetli Fehamet Özgüç, Nurhan Cangal, ve Prof. Dr. Edip Günay’dı. Bu vesileyle hepsini saygı, şükran ve rahmetle anıyoruz.

1

Tarafımızdan yayına hazırlanmış olan bildiriler kitabı, D.E.Ü Güzel Sanatlar Fakültesi yayınları arasında çıkmış ve Sevda – Cenap And Vakfı tarafından bastırılmıştır. Ayrıca bu on simpozyumun 5 – 6 tanesi de aktif olarak katılmıştım.

Efendim, konferansımın konusu: “Popüler Kültür ve Müzik Yaşamımızın Temel Sorunları” dır. Müzik Eğitimimizin sorunlarını, müzik yaşamımızın sorunlarının bir parçası olarak gördüğüm için, konuyu bütüncül ve daha geniş bir çerçevede ele alıp, tartışma ortamı yaratmanın daha yararlı olacağını düşündüm. İşte bu nedenle de,

Konuya ünlü Çinli düşünür, Konfiçyüs’den bir alıntıyla girmek istiyorum.

“Eğer bir ülkede müzik bozulmaya başlamışsa, orada pek çok şey bozulmuş demektir!” diyor Konfiçyüs. Büyük düşünür, bu vecize hakkında nesnel ve net bir fikir verebileceğini belirtmiş olmaktadır. Demek ki bu durumda müziğin –daha doğrusu müzik yaşamının- bozulması, sebep değil, sonuçtur. İster gelişmiş Batı toplumlarına, ister gelişme sürecindeki toplumlara bu açıdan bakıldığında, bu tezin ne kadar doğru ve geçerli olduğu kolayca görülebilir. Esasen fizikteki “Bileşik Kaplar Kanunu” da, bu saptamayı doğrulamaktadır.

Demek oluyor ki, müzik yaşamımızı, mesleksel ve amatör seslendirme kurumlarıyla, eğitim kurumlarıyla, örgütlenmeleriyle, bütçeleriyle, araştırma kurumlarıyla, çalgı ve donatımıyla izlenecek politika ile bir bütün olarak ele almadıkça, sağlıklı çözümler üretmek mümkün değildir. Sağlıklı çözümün ilk koşulu, sorunlara doğru tanılar (teşhisler) koymayı gerektirir. Onun ilk koşulu, sorunlara nesnel ve önyargısız, yani kısacası bilimsel yöntemle yaklaşmaktır. Bilimsel toplantıların temel amacı ve görevi de zaten budur.

Ülkemizin, Müzik ve Sahne Sanatları yaşamına, nesnel bir yaklaşım ve eleştirel bir gözle bakıldığında, en göze çarpan olgu, bu alandaki dağınıklık ve başıboşluktur. Hepimizin bildiği gibi, Ulu Önder Atatürk’ün Türk toplumunun çağdaşlaşması için başlattığı büyük devrim ve reformlardan birisi de “Müzik Devrimi” dir. (Gedikli, 1999: 59).

Özetle; Batı tekniği ile “çok sesli yeni bir Türk sanat müziği” oluşturmaya yönelik bu müzik devrimi için gerekli altyapıyı oluşturabilmek amacıyla, devletimiz tarafından üst yapı kurumları oluşturuldu. P. Hindemith’in önerileri doğrultusunda, önce Ankara Devlet Konservatuarı (1936), sonra öteki seslendirme kurumları (senfoni orkestrası, opera– bale, tiyatro, vb.) kuruldu. (Gedikli, 1999: 79). Kısaca, pek çok yenilik gibi, Batılı anlamda kurumsal bir müzik yaşamı da Cumhuriyetimiz ile başlamış oldu. Atatürk’ün büyük önem

verdiği müzik devrimi, onun döneminde devletin resmi müzik politikası olarak da benimsendi ve titizlikle uygulandı. Özellikle kurumlaşma ve “çoksesli yeni bir sanat müziği” oluşturulması yönünde önemli başarılar elde edildi. 1950’lere kadar hemen aynı çizgide ve heyecanla sürdürülen bu müzik politikası, ne yazık ki daha sonraki yıllarda tavsamaya başladı. Yeterince sahip çıkılmayan ve benimsenmeyen müzik devrimi, tabana yayılmada hedeflenen ve arzu edilen ölçüde etkili olamadı (Gedikli, 1999: 66– 67).

Tepkisel Yeni Kurumlaşma Çabaları:

1970’li yıllara bu anlayış ile gelindikten sonra, 1975’den itibaren geleneksel musikilerimizin de –devlet çatısı altında- kurumlaşmaya başladığına tanık oluyoruz. O zamana değin oluşturulmuş müzik kurumları ile politikalarından kendilerinin dışlandığını düşünen bu kesimler, biraz da bu anlayışa bir tepki olarak ve yeterince hazırlanmadan kurumlaşmaya başladılar. 1975 yılında MEB Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak İstanbul’da açılan “Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı”, kısa süre sonra, “Kültür Bakanlığı Klasik Türk Musikisi Korosu” ile öteki “Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı” ve çeşitli illerde açılmış olan ve halen etkinlik gösteren “Teksesli, geleneksel Türk sanat ve Halk Musikisi Koroları” izledi. Bu hızlı kurumlaşmanın görünen amacı ise belliydi:

Unutulmaya (veya unutturulmaya) ve yozlaşmaya başlayan geleneksel halk ve sanat musikilerimizin eğitimini vermek, ayrıca kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olan geleneksel musikilerimizi korumak ve yaşatmaktı. Bu, elbette doğru bir saptama, yadsınamayacak bir amaçtı. Ancak ne var ki, tepkiyle ve aceleyle açılmış olan bu kurumlar, öngörülen amaçlara ulaşmaktan çok uzak kaldıkları gibi, müzik yaşamımıza etkileri de fazla olmadı. “Müzik Devrimi” adına, eğitim veren müzik kurumlarında geleneksel musikilerimize yer vermemek, hatta geleneksel sanat musikimizin bize ait olmadığı önyargısına kapılmak, ne kadar hatalı sonuçlara sebep olmuşsa, (Gökalp, 1976: 30– 31), “Türk Müziği” adı altında, apar topar açılmış olan konservatuvar, koro v.b. kurumların yapılanması da, aynı şekilde yetersiz ve yanlış olmuştur.

Bugünkü Dağınık Görünüm:

Müzik yaşamımızın sağlıklı ve toplum yararına işlemesi her şeyden önce, müzik ve sanat kurumlarımızın işlevlerini yerine getirebilmeleriyle mümkündür. Bugün ülkemizdeki müzik kurumlarına şöyle, alıcı – titiz bir gözle bakacak olursak, büyük bir dağınıklık ve eşgüdümsüzlük içinde olduklarını görürüz. Bu kurumlardan eğitim verenler: 1982’den itibaren üniversitelere bağlı fakülte, yüksekokul, bölüm ya da Anabilim- sanat dalı olarak,

işlevlerini yerine getirmeye çalışırken; “orkestra, opera ve bale ile koro” gibi seslendirme kurumları, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı kurumlar olarak, etkinlik göstermektedirler. Ülkemizde şu anda, 10 senfoni orkestrası, 6 opera ile 1’i çoksesli, 5’i teksesli olmak üzere, 6 tane de devlet koromuz bulunmaktadır. Ayrıca, 6’sı Türk Musikisi, 14’ü uluslararası sanat müziği eğitimi veren 20 tane devlet konservatuvarı ile 1 tane de “Müzik ve Sahne Sanatları Fakültemiz” vardır. Bunlara, her yıl yenileri eklenirken, özel üniversiteler ile belediyelerde konservatuvar adı altında, müzik bilimleri açmaya başlamıştır. Bunlara yine –Niğde Üniversitemizde olduğu gibi- çeşitli devlet üniversiteleri bünyesinde açılmış olan yaklaşık 40 dolayındaki müzik eğitimi bölümleri (ya da A.S. dalları) ile; tahmini 20 dolayındaki Müzikbilim (Müzikoloji) bölümlerini de eklersek, bu alandaki büyümeyi ve dağınıklığı açıkça görebiliriz! Müzikbilim birimleri, bir bölüm olarak, GSF’lerinde ve konservatuvarlarda yer alırken; Eğitim Fakülteleri içinde yapılanmış olan, “Müzik Eğitimi Birimleri”, bölüm düzeyinden ABD ya da ASD düzeyine indirilmiştir. (Bu da üzerinde durulması gereken, olumsuz yönde bir gelişme kabul edilmelidir).

Belirli bir geçmişe ve birikime sahip kurumlarımız bile, yeni bir yapılanma ve gelişim ihtiyacı içindeyken, bunlara alt yapısı oluşturulmadan yenilerinin eklenmesi, yeni sorunlar yaratmakta, sorunun çözümünü daha da güçleştirmektedir. Ayrıca, 1930’lu yılların anlayışına göre kurulmuş olan “Konservatuvar” modeli de, bu uzun zaman süreci içinde demode olmuş ve gereksinimleri karşılayamaz duruma gelmiştir. 1997’de çıkan 8 yıllık Temel Eğitim Yasası da, erken yaşta eğitimi esas alan müzik eğitimindeki bütünlüğü zedelemiştir. Çünkü bu yasa ile müzik öğrenimine başlama yaşı, 11’den 14’e çıkmaktadır ki, bu elbette çok geçtir. Konservatuvarların biraz geç idrak ettikleri bu mahzur, -çok da verimli olmayan- yarı zamanlı kurslarla ve mekan sorunu daha uygun olan bazı konservatuvarlarımızın bünyesinde açtıkları “İlköğretim Okulları” ile giderilmeye çalışılmışsa da; hiçbir zaman tam zamanlı bir “müzik-sanat eğitimi” nin yerini tutmamıştır. Bu ay içinde yasalaşan, 4+4+4=12 yıllık, zorunda temel eğitiminin, bu alana ne getirdiği ise henüz belirsizdir! İlk dört yıllık temel eğitiminden sonra, konservatuvarlara yönlendirme yapabilecekse, müzik ve sanat eğitimine olumlu yansıyabilir.

Yukarıda saydığım eğitim kurumları arasında ciddi hiçbir eşgüdüm bulunmadığı gibi, aynı üniversiteye bağlı müzik kurumları arasında bile, doğru dürüst bir işbirliği ve eşgüdüm yoktur. Üstelik bu eğitim kurumlarını denetleyecek, böylelikle “rasyonel ve verimli” çalışmasını sağlayacak bir üst kuruluş da henüz mevcut değildir!

Aynı durum, maalesef K. ve T. Bakanlığı’na bağlı, seslendirme kurumları için de geçerlidir. Ülkemizde bu kurumlara olan gerçek gereksinimin doğru dürüst bir envanteri bile çıkarılmadan, standartları belirlenmeden, altyapısı asgari düzeyde bile oluşturulmadan; -politik – ideolojik konjonktüre göre – yenileri gündeme gelmektedir. Üstelik kuruluş, işleyiş ve amaçları birbirinden çok farklı olan bu kurumlar, sanki aynı standartta imiş gibi, aynı yasal statüye alınmışlardır. (Örneğin; üç büyük şehrimizdeki devlet senfoni orkestraları, haftada en az iki konser verirken, Devlet teksesli Türk müziği koroları 2, hatta bazen 3 haftada bir konser vermektedir). Yine sözgelimi, Urfa Devlet Halk Musikisi Korosu ile Ankara CSO aynı statüde kabul edilerek, İzmir Klasik Türk Musikisi Korosu ile İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıları, aynı statüde istihdam edilmektedir. Bu çağdışı personel politikası ise, her şeyden önce Anayasamızın “eşit işe, eşit ücret” ilkesine aykırıdır.

Nasıl Bir Yapılanma?

Gerek üniversitelere bağlı çalışmakta olan eğitim kurumlarında, gerekse K. ve T. Bakanlığı’na bağlı etkinlik gösteren seslendirme kurumlarındaki bu dağınıklık ve verimsizliğin kanımca 5 temel nedeni bulunmaktadır.

a) Yanlış örgütlenme

b) Eşgüdüm (koordinasyon) noksanlığı

c) Denetimsizlik (özellikle mesleki denetim eksikliği) d) Yarışma (rekabet) ortamının olmayışı

e) Bilimsel eleştiri eksikliği

Ülkemizdeki müzik ve sahne sanatları kurumları, bu ölçütlere göre bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bunların belirli bir düzeyde ulaşmış olmalarına karşın, önemli yapısal sorunlarının olduğu görülmektedir. Bu kurumların kuruluşundan işleyişine, kadrolaşmasından meslek içi eğitimine kadar planlayıp, denetleyecek bir “Üst Meslek Örgütü”nden yoksun olması, en büyük eksikliğidir. Bu nedenle, gerek Türkiye genelinde, gerekse bölgesel düzeyde bir mesleki örgütlenmeye gidilerek, tıpkı bir müzik ülkesi kabul edilen Almanya’dakine benzer bir örgütlenme modeli benimsenerek, özerk statüde bir “Türk Müzik Konseyi” oluşturulması, en ivedi çözülmesi gereken temel sorunumuzdur.1

1998 yılından beri

1 Almanya’da bu görevi Alman Müzik Konseyi (DMR) adlı bir meslekli üst birlik yürütmekte olup, “Musikforum” adlı bir de aylık bilimsel müzik dergisi çıkarmaktadır. Bu örgütün 15 milyon dolayında üyesi bulunmaktadır!

geliştirdiğim ve başta K ve T Bakanlığı olmak üzere, ilgili kuruluşlara da “bilimsel bir rapor” olarak sunduğum, bu önerilerimin üzerinde ısrarla duruyorum.

Alanlarının önde gelen uzmanlarından, demokratik katılım ile oluşturulacak böyle bir konsey, ülkemizin müzik yaşamını A’dan Z’ye yeniden örgütleyerek, onların daha verimli ve rasyonel; ülkemizin sanatsal kalkınmasını hedef alan bir eşgüdüm içinde çalışmasını sağlayacaktır. Bir tür üst meslek örgütü olan böyle bir konsey, özerk bir kuruluş olarak ülkemizin müzik kurumları ile müzik ve sanat yaşamından birinci derecede sorumlu ve yetkili olmalıdır. Ayrıca, politik müdahale ve tercihleri önlemenin yolu da, yine böyle akılcı ve demokratik örgütlenme modelinden geçmektedir. Konsey, “Bölge Müzik ve Sanat Konseyleri” ile yurt düzeyinde örgütlenmeli, ayrıca dünyadaki benzer örgütler de işbirliğine giderek, uluslararası müzik ve sanat ilişkilerini güçlendirmeli ve yaygınlaştırmalıdır.

Yeniden Yapılanma Modeli İçin Öneriler:

Bu bilimsel saptamaların ışığında, müzik ve sahne sanatları yaşamımızın kalkınması için yapılması gerekli somut öneriler de kendiliğinden netleşmektedir:

1. Müzik ve sanat kurumlarımızın sağlıklı bir yapılanmaya kavuşabilmesi için, her şeyden önce Kültür Bakanlığı’nın girişimi ile özerk statüde bir “Türk Müzik Konseyi” kurulmalıdır.

Yeni sanat kurumlarının oluşturulması, kadrolaşma, yükselme ve ödüllendirme, verimliliğin ve işleyişin denetlenmesi, yarışmalar düzenlenmesi vb. gibi müzik ve sanat yaşamımıza ilişkin tüm kararlar söz konusu konsey ve bölge konseyleri tarafından alınmalıdır. Ayrıca, sanat kurumlarının özelliklerine göre yeni bir personel politikası geliştirmek; sanat dallarına göre yaş sınırlarını belirlemek2

, sanatçıları yaptıkları işin niteliğine göre sınıflandırmak gibi teknik konular da yine bu konseyin yetki ve sorumluluğunda olmalıdır. Sanat kurumlarımızın yöneticileri de yine bu konseyler tarafından belirlenmeli ve denetlenebilmelidir.

2. Bugünkü personel sistemi, sanat kurumlarımızı maalesef KİT’leştirmiştir. Çalışan ile çalışmayanın, yetenekli ile yeteneksizin, başrol oynayan ile figüranlık yapanın aynı parayı aldığı bugünkü “memur sanatçı” sistemi; tembelliği, nemelazımcılığı ve sıradanlığı yüceltmiş, hatta söz sahibi yapmıştır. 3

Bu sistemden, birinci

2 Örneğin; bale ve üfleme çalgı sanatçılarının yaş sınırları, öteki sanat dallarından daha az olmalıdır.

3 Bakın, ülkemizin önde gelen yetkili müzik adamlarımızdan devlet sanatçısı, profesör, orkestra yönetkeni ve şuanda da Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen, bu durumdan nasıl yakınmaktadır: “Özellikle

önerideki yol izlenerek bir an önce vazgeçilmelidir. Ayrıca, sanat kurumlarımıza katma bütçenin yanı sıra kendilerine kaynak yaratma ve harcama yetkisi verilmelidir. Sözgelimi son dönemlerde üniversitelerde yapıldığı gibi, vakıf işletmeleri aracılığıyla ek bütçe yaratılarak, hem devletin yükü azaltılmalı hem de kurumlar verimlilik esasına göre çalışmaya özendirilmelidir.

3. Rekabetin esas alınacağı bu yeni yapılanmada sanatçılar, periyodik aralıklarla (2 ya da 3 yılda bir olabilir) mesleki sınavdan geçirilerek, yeni durumuna göre ücreti belirlenebilmelidir. Verimi düşen sanatçılar, önce daha düşük bir statüye kaydırılmalı, sonra da emekli edilmelidir4

. Bu işleri de yine şimdiki gibi kurum yöneticileri değil, Türk Müzik Konseyi veya ona bağlı Bölge Müzik Konseyleri yürütmeli, kurum yöneticileri de bu kuruluşa karşı mesleki yönden sorumlu olmalıdır. Çünkü bugünkü verimsiz sistemin en önemli nedenlerinden birisi de, daha önce denildiği gibi, mesleki denetimin olmayışıdır. Unutulmamalıdır ki, denetim olmadan “kaliteye ve çağdaş verimliliğe” ulaşmak hayaldir.

4. Sanat kurumlarımız gelişmiş Batı ülkelerinde olduğu gibi yaptıkları işin niteliğine göre sınıflandırılmalı; örneğin şimdi olduğu gibi amatör topluluk görünümdeki teksesli korolar ile opera ve senfoni orkestraları, kesinlikle aynı statüye alınmamalıdır. Ayrıca, bu kurumlardaki sanatçılar da yine yaptıkları işin niteliğine ve güçlük derecesine (belki eğitim düzeyine de) göre gerçekçi ölçütlerle sınıflandırılmalı ve ona göre eleman alınmalıdır. Sanatçılar, kesinlikle memur statüsünde istihdam edilmemelidir. Çünkü sanatçı ile memur kavramları bağdaşmaz!

5. Sanat kurumlarındaki kadro tıkanmasını önlemek için de, daha önce de belirttiğim gibi, yaş sınırları sanat dallarına göre belirlenmeli; verimsiz olanlar ayıklanabilmelidir. Böylece genç ve yetenekli sanatçıların önü açılmış olur. Ayrıca, asıl işinden çok piyasada para kazanmaya yönelenlerin de kurumla ilişiği kesilmelidir.

şunu da belirtmemiz lazım ki, sanat kuruluşlarımızda kötü sanatçıların hegemonyası vardır. Çünkü kötü sanatçılar her zaman daha çoktur, iyi sanatçıların üzerine baskı kurarlar ve her zaman iyi sanatçılar ezilirler, Onlar o kurumları taşırlar, hamalı olurlar, seslerini çıkartamazlar. Ama en çok konuşanlar da çıkıp şarkı söyleyemeyen, sazını doğru dürüst çalamayanlardır (Gökmen, 2003: 247).

4 Şimdi olduğu gibi, herkese en yüksek baremden maaş, ikramiye ve teşvik ikramiyesi verilerek tembellik ve verimsizlik özendirilmemelidir.

6. Sanat kurumlarımızdaki halen geçerli olan “sanatçı”, “sanat uygulatıcısı”, “repetitör”, “sahne uygulatıcısı”, “notist”, “akordör” vb. gibi unvanlar kaldırılarak, yerine tanımı daha açık seçik yapılmış sanatsal unvanlar konmalıdır.

7. Eğitim veren müzik kurumlarının tek çatı altında toplanması, Batı müziği, Türk müziği, sanatçı eğitimi, müzik eğitimi ayrımı yapılmaksızın; tüm birimlerin aynı kurum içinde örgütlenmesi aklın gereğidir. Bu kurumların adı ABD’de olduğu gibi “Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi” olarak üniversitelerde yer almaya devam edebileceği gibi; Almanya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, bağımsız bir “Müzik Üniversitesi” de olabilir. Bu kurumları bir “Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi” ne ya da bir başka adlandırmayla “Güzel Sanatlar Üniversitesi” ne dönüştürmek, nihai hedef olmalıdır.

8. Eğitim veren müzik kurumlarında, olanaklar ölçüsünde müziğin tüm türleri yer almalı, ayrıca bilimsel araştırma yapacak müzik bilim bölümleri ya da araştırma enstitüleri de mutlaka bulunmalıdır5

.

9. Sanat kurumlarına alınacak sanatçı elemanlar şimdi olduğu gibi ilgili sanat kurumlarına bırakılmamalıdır. Bu sınavlar, konsey tarafından oluşturulacak özel ve yetkili jürilerce (Ankara’da) merkezi sistemle yapılmalıdır. Böylelikle sınavlara “Standart ve Güvenilirlik” getirilmiş olacaktır.

10. “Devlet Sanatçılığı” gibi, artık çağdışı kalmış unvanlar kaldırılmalıdır. Bunun yerine, uluslararası başarılar elde eden sanatçılar, maddi ve manevi yönden ödüllendirilerek, sanatçıların yaratma ve üretme hırsları özendirilmelidir (Gedikli, 2003: 252– 253).

Popüler Kültür ve Müzik Yaşamımız:

Popüler Kültürü, kısaca “seçkinler için oluşturulmuş olan kültürün çeşitli araç ve yöntemlerle geniş kitlelere ulaşacak bir üslupla sunulmasıdır” diye tanımlayabiliriz. Bunu, sanat ve müziğe uyarlarsak, nitelikli ve sanatsal değeri kanıtlanmış müzik yaratılarının (eserlerinin) kitlelerin algılama düzeyine göre sunulması ya da sanatsal değeri fazla olmayan, fakat kitlelerin beğenisine daha uygun düşen, müzik yaratılarının yeğlenmesi olarak özetleyebiliriz. Çünkü “nitelikli müzik ve sanat yaratıları, belirli bir eğitim ve kültür düzeyi gerektirdiğinden, bu tür değerli eserlere ilgi sınırlı kalmakta; bugünkü moda deyişle, reytingi düşük olmaktadır. Bu da, popüler kültür- sanat politikasının doğasına aykırıdır. Çünkü bu işin

5 Bugün artık Almanya’daki bazı müzik üniversitelerinde “Müzik İşletmeciliği/ Musik Menagement” bölümleri bile açılmıştır. (Örneğin; Hochschule für Musik Hamburg’da böyle bir bölüm mevcuttur).

gerisinde, en önemli ticaret sektörlerinden biri haline gelen “müzik endüstrisi” söz konusudur. Dolayısıyla, kitlelerin müzik tüketim eğilimi ve alışkanlıklarını maniple ederek cirolarını artırmak için her yol denenmektedir**. Şu anda, yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada bir popüler kültür egemenliği vardır. Nitelikli müzik yaratıları, hatta bestecilerin büyük emeklerle yarattıkları “baş yaratıları (şaheserleri)” bile “popüler kültür” e kurban edilebilmektedir.

Halkın kültür düzeyini yükseltmek zor ve sabır gerektirdiği bir iş olduğundan, ayrıca da ciddi yatırım gerektirdiğinden, kolay yol seçilerek, sözde halkın düzeyine inilmiş olmaktadır. Gerekçe de, hep aynı ve hazırdır: “Azizim, böylesi halkın çok hoşuna gitti, coştular! Halk demek ki böyle istiyor!” gerekçesine sığınılıp, hep kolay, nitelik yönü zayıf yaratılardan oluşan dağarlar seslendirilmektedir (ya da yeğlenmektedir).

Daha iyi anlaşılması için, bu olguyu size iki canlı örnekle açıklamak istiyorum: Genç orkestra yönetmenlerimizden Orhan Şallıel’in Bursa Devlet Senfoni Orkestrası’nı popüler müzik kültürüne nasıl araç yaptığı, yakın geçmişte ciddi eleştiri konusu olmuştur. O. Şallıel bu tutumuyla, orkestraların kuruluş amaç ve felsefesine ters düştüğü için, söz konusu orkestranın başından uzaklaştırılmıştır. Çünkü ödenekli devlet orkestralarının asıl amacı, nitelikli senfonik ve orkestra eserlerini, nitelikli sanatçılar aracılığıyla halka ulaştırarak, kentlerin kültür- sanat düzeyini yükseltip, ülkemizin müziksel kullanmasına katkıda