• Sonuç bulunamadı

4. BULGULAR VE YORUMLAR

4.1. Korku ve Biyografi: Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın

4.1.1. Peyami Safa: Sınanmış Bir Hayata Sinen Korkular

Peyami Safa, çocukluğunda yaşamaya başladığı hayata dair bozgunları hastalıkla mücadele eden bedeniyle göğüslemeye çabalayan edebiyatımızın en üretken yazarlarından biridir. Yaşadığı dönem en yoğun değişimlerin yaşandığı bir

74

zaman dilimidir. Osmanlı’nın yıkıntıları arasında inşa edilmeye çalışılan Türkiye’nin sancılarını yaşamış bir aydındır.

Peyami Safa’nın babası İsmail Safa kendi döneminin en önemli şairlerindendir. II. Abdülhamit’e olan düşmanlığı sebebiyle yazdığı şiirler yüzünden Sivas’a sürgüne gönderilir. Sürgündeyken bir süredir uyuyan sinsi hastalığı- verem- üzüntüden tekrar nüksetmiştir. Hem sürgüne gönderilmesi hem de iki kızını birden kaybetmesi İsmail Safa Bey’i ölüme daha da yaklaştırır. Sivas’ta 1901 yılında vefat eden şair, ardında karısı Server Bedia Hanımı ve iki çocuğunu bırakır.2 II. Abdülhamit’e hitaben yazdığı şiiri dolayısıyla sürgüne gönderilen babasının burada ölmesi Safa’yı çok etkiler. İki yaşındayken babasız kalmasının sorumlusu olarak Abdülhamit’i görecek ve ona hayatı boyunca nefret duyacaktır. Babasının ölümünün üzerinden daha on ay geçmişken kardeşini de kaybetmesi Peyami Safa’nın hayatını ve psikolojisini tamamen değiştirecektir. Çok küçük yaşında ölümün acısını tanıyan Safa yaşadıklarını kendisi şöyle anlatır: “Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Ben iki yaşımda iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa fasılayla hem kocasını hem çocuğunu kaybeden kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir. Dokuz yaşımda başlayan hayatımı kazanmak zarureti, beni, edebiyattan evvel, kendini anlamaya ve yetiştirmeye mecbur bir küçük insanın tamamıyla hayati zaruretlerden doğan bir terbiye, psikoloji ve felsefe tecessüsile doldurdu” (Tarancı, 1940, 3). Bu facia atmosferi gerçekten de peşini bırakmaz ve dokuz yaşından on yedi yaşına kadar acısıyla boğuşacağı sağ kolunda başlayan mafsal iltihabıyla tanışır. Babasının öldükten sonra geride hiçbir şey bırakmaması ailenin maddi sıkıntılarla savaşmasına neden olur.

Mehmet Tekin (1999), “Romancı Yönüyle Peyami Safa” adlı çalışmasında Safa’nın çocukluğunda ve ilk gençlik yıllarında sık sık hastaneye gidip gelmesinin, onu, beşer ızdırabı denilen trajedi ile karşı karşıya getirdiğini ve bu trajedinin onun ruhunda silinmez izler bıraktığını belirtir (Tekin, 1999, 14). Hastalıkla, ölümle ve yoksullukla erken yaşta sınanmaya başlayan Safa, düzenli bir eğitim de alamaz. Annesinin ona aldırmak istediği eğitimi her ne kadar almamış olsa da Safa kendi kendini o kadar iyi yetiştirir ki her konuda yazabilecek kadar bilgi sahibidir. “Sekizinci sınıfta bir hastalık yüzünden liseyi bıraktım. Kendimi yetiştirmeye

2 Bu bölümdeki bilgiler Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı ve Cahit Sıtkı’nın Peyami Safa Hayatı ve Eserleri kaynaklarından faydalanılarak oluşturulmuştur.

75

mecburdum. Kendi icaplarımdan doğan bir ihtiyaçla ve merakla terbiye, ruhiyat ve felsefeye karşı, on dörtle on beş yaşım arasında samimi bir alaka duydum. Daha fazla büyüdüm. On yedi yaşlarıma doğru insan ruhunun mahiyetine ait merakım, hayatıma mana vermek ihtiyacı ile büsbütün arttı. Birkaç sene azgın bir tefekkür ve tetebbu devresi geçirdim… Felsefe, tecessüslerimi yatıştırmak şöyle dursun, bütün şüphelerimi ayaklandırdı” (Tekin, 1999, 16).

Peyami Safa’nın yakın arkadaşı Elif Naci, onun yaşadığı bu sıkıntılar nedeniyle alıngan ve huysuz bir insan haline geldiğini belirtir ki, hastalığı sebebiyle sürekli kolunun kesilmesi korkusunu yaşaması, gençlik yıllarını istediği gibi yaşayamaması onda aşağılık duygusu yaratmıştır denilebilir (Ayvazoğlu, 2008, 41). Safa’nın mizacı ne yazık ki yaşadığı sıkıntıların kalıbında şekillenir. Çevresine karşı sürekli hırçın bir tavır içindedir. Bunun sebebi de çevresindeki herkesin ona merhametle yaklaştığını düşünmesidir. Kendisi her ne kadar yaşam savaşında azimli olsa da zihni, düşünceleri ve duyguları olumlu yönde ilerlemez. Ona göre “fakirlik ve hastalık dirilticidir: Korkutur ve iradeyi kırbaçlar, uyuklayan enerjileri ayaklandırır. Başarmak için korku da ümit kadar şarttır. İnsana fakirliğin ve hastalığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap veremez” (Tekin, 1999, 42). Beşir Ayvazoğlu (2008), Safa’nın çocukluğunu Balkan Harbi’nin ve birinci dünya savaşının ortasında hastalık ve fakirlikle geçirmesinin ve gençlik yıllarında da işgalin sancılarını yaşamasının onu tereddüt içinde bıraktığını vurgular. İlk eserlerinde de yaşadığı tereddütleri görmenin mümkünlüğü üzerinde durur.

Ailesinin içinde bulunduğu maddi sıkıntılar nedeniyle iş hayatına erken başlayan Safa, zorunlu olarak liseden ayrılır ve ilk olarak Posta ve Telgraf Nezareti’nde çalışır. Daha sonra yaşı ders vermeye yeterli olmasa da ondaki azmi gören okul idarecileri tarafından Rehber-i İttihad Mektebi’nde öğretmen olarak ders vermeye başlar. Küçük yaşında hikayelerini yazmaya başlayan yazar başarıyı yakalamaya bu yıllarda başlar. İlk zamanlarda ağabeyi İlhami Safa’nın kullandığı Server Bedia takma adını kullanarak Cingöz Recai serisini ve aşk romanlarını yazan Peyami Safa, bu eserlerini edebi anlamda değerli görmediği için kendi adını kullanmaz. Bu eserleri sadece geçim derdiyle, maddi amaçlarla yazılan eserlerdir. Annesi Server Bedia Hanım’ı biraz daha rahat ettirmek, ona maddi sıkıntı yaşatmamak adına sürekli çalışan ve üreten Safa, ne yazık ki annesi tarafından da mecburi olarak terk edilir. Hayatta tek sahip olduğu yakını olan annesini de kaybetmek Safa’yı fazlasıyla etkiler.

76

Annesini de kaybeden Safa için yalnızlık dayanılmaz bir boyuta gelmiş, hayatında bir kadının varlığına olan ihtiyacı gün geçtikçe artmıştır. Küçük yaşlarda kaybettiği aile ortamına olan özlemini, arkadaşlarıyla geçirdiği vakitlerin artık kendisine yeterli gelmediğini kendisinin ifadelerinden de anlamak mümkündür. Peyami Safa’nın yalnızlığı Tanpınar’ın duyduğu bir yalnızlık türü olan entelektüel yalnızlık türünden değildir. Tanpınar da yaşamını yalnız geçirmiş, aile ortamına o da sürekli özlem duymuştur fakat Safa, hiçbir zaman toplum adamı olarak düşünsel yalnızlıklara doğru ilerlememiştir. İçinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulmak için evlenmeyi düşünen Peyami Safa’nın başından bir nişan tecrübesi geçmiştir. Arkadaşı Vecdi Bürün Safa’nın bu tecrübesini “Peyami Safa ile 25 Yıl” adlı eserinde anlatır: “Fakat ne olursa olsun yalnızlık korkunçtur. Kendisinin anlattığına göre bu yalnızlıktan mutlaka kurtulması lazımdır. Şimdi burada adını söylemek istemediğim zengin bir Kıbrıslı ailenin kızı ile nişanlanır. Bu genç kız, Park Otel’de Peyami Safa’ya çok özel bir ilgi göstermiştir ve nişanlanma da bu özel ilginin neticesidir. Fakat böyle meselelerde son derece ciddi davranan Peyami Safa, kısa bir süre sonra kızın kendisiyle değil, şöhretiyle nişanlandığının farkına varır. Kıbrıs’lı kızın ağabeyinin verdiği bir ziyafetin sonunda her şeyi olduğu gibi anlatarak parmağındaki yüzüğü çıkarır, masada bulunanlarla ayrı ayrı ve dostça vedalaşarak oradan ayrılır” (Bürün, 1978). Peyami Safa, bu nişan olayının ardından çalıştığı gazeteye bir hikayesini getiren genç bir kadına ilgi duyar. İçinde bulunduğu yalnızlığı kendisi şöyle anlatır: “Kitaplarım vesilesiyle benimle meşgul olmasından çok memnun oldum. O sıralarda bir yalnızlık içindeydim. Annemin ölümü beni tam bir yalnızlıkla baş başa bırakmıştı. Annemi kaybetmiş olmak acısına bir de bu yalnızlığın verdiği üzüntü eklenmişti. Kadın şefkati ve anlayışı başka bir şeydi” (Bürün, 1978, 212). Safa, yalnızlığından kurtulmak, çok özlediği aile ortamına kavuşmak adına evlenir fakat hastalıklar yazarın yakasını bırakmamakta kararlıdır. Eşi Nebahat Hanım nedeni bir türlü bulunamayan bir rahatsızlıktan dolayı gitgide kötüleşerek yürüyemez olmuş, yıllarını yatağa bağlı olarak geçirmiş, Safa yine yaşamak istediği aile hayatını yaşayamamıştır. Eşi Nebahat Hanım ile ilgili daha evlenmeden öğrendiği bir gerçek aslında onu korkutmuştur fakat evlilik sözü verdiği bir kadını yarı yolda bırakmayı kendine yakıştıramadığı için bunu göz ardı etmiştir. Belki de bu göz ardı ettiği Nebahat Hanım’ın sinir hastası olduğu gerçeği ikisinin de hayatına mal olmuştur. Evlilikleri boyunca birçok sinir krizine tanık olduğunu, evliliğin düşündüğü gibi yalnızlığına çare olmadığını kendisi de söyler. “Oğlum büyüdükçe eşimin bana olan alakası azaldı. Sanki, sessizce, hiçbir resmi muamele geçmeden birbirimizden ayrılmıştık. Çocuk büyüdükçe, ben Şekip Tunç’un Anatole France’dan naklettiği daha fazla yalnızlık durumuna düştüm. Bu hal beni akşamları

77

ister istemez eve geç gelmeye zorladı. Eşim çocukla vaktini geçiriyor ve benim evden uzaklaşmama pek aldırmaz görünüyordu” (Bürün, 1978, 239). Karısına karşı merhamet duygusunu hiçbir zaman kaybetmeyen Safa, onun iyileşmesi için elinden geleni yapmış, her yola başvurmuş, maddi sıkıntılarla savaşmış fakat başarılı olamamıştır.

Peyami Safa’nın savaş yıllarında parapsikolojik olaylarla ilgilenmeye başladığı bilinir. Arkadaşlarıyla toplanıp ruh çağırma seansları yaptıklarını yakın çevresi anlatır. Araştırmaları ve bu ruh çağırma seanslarından kazandığı deneyimleri romanlarında ve yazılarında kullanır. Özellikle Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanı bu merakından doğmuş bir eserdir. Bir süre sonra bu ilgisini mistisizme yönlendiren Safa’nın anladığı mistisizm kendi ifadesiyle şöyledir: “Geri bir ortaçağ mistik ve skolastiği değil, yeni ve ileri bir düşünce hamlesidir. Çünkü mistisizmin mutlaka İslam ve Hıristiyan tasavvufuna bağlanması şart olmayan bir manası daha vardır ki, o da, zekanın delaletini aşan bir sezgi ile insan ruhunun, varlığın künhü, temel prensibi ile karşılaşmasıdır” (Ayvazoğlu, 2008, 428).

Hayatta tek yakını olan ağabeyi İlhami Safa’yı kaybetmek yazarı oldukça etkiler ki, Beşir Ayvazoğlu, Safa’nın kendisiyle yapılan bir ankette söylediklerinden ağabeyinin ölümünde intiharı düşünecek kadar çok üzüldüğünü belirtir. Safa’nın sözleri ölümlerin ardından kendi içinde bulunduğu durumu ifade etmesi bakımından oldukça önemlidir:

“İnsan bin bir sebepten ölür, doktorlar bunun yalnız bir tanesini bilirler. Bin birinciye koydukları Latince isim, hakikatte ötekilerin bir neticesidir. Öleni bir kardeş yakınlığı ile içinden tanıyan ve onunla beraber ölür gibi olduğu halde yaşamak dehşeti içinde kalan insan, bu bin sebebi teker teker bilir. Dünyaya nasipsiz ve desteksiz gelmekten başlayan, çocukken babasını en trajik şartlar içinde kaybedip hayatın kudurmuş dalgaları önünde yalnız kalmaya ve her biriyle ayrı ayrı boğuşmaya, nihayet ömrünü verdiği meslek çevrelerinden vefasızlık ve nankörlük, en yakını olmak durumundaki kadınlardan alçaklık ve kahpelik, züppe, şımarık ve dalkavuk bir idare adamından vicdana ve kanuna düpedüz aykırı hareket görmeye kadar varan bin sebep, ecelin kadehini dolduran zehir damlalarıdır” (Ayvazoğlu, 2008, 444).

Ölümlerden hayatı boyunca nasibini fazlasıyla alan Peyami Safa için bu ölümler içinde onu en çok yaralayanı kuşkusuz oğlu Merve’nin ölümüdür. Oğlu İsmail Merve Safa, yedek subaylığını öğretmen olarak yaparken karaciğerinden hastalanır ve çok kısa bir sürede hastalığın seyri ağırlaşarak genç çocuğun ölümüne neden olur. Tek çocukları olan Merve’yi de zamansız şekilde ölümün ellerine bırakmak bu defa yazarı hayattan koparır. 1961 yılında oğlunu kaybeden

78

yazarın aynı yıl içinde beyin kanamasından ölmesi, çevresi tarafından oğlunun üzüntüsünden kaynaklandığı yönündedir

.

Türk edebiyatının en üretken yazarı olarak kabul edilen Peyami Safa gibi bir yazarın hayatı boyunca maddi sıkıntılarla, hastalıklarla, ölümlerle sınanması belki de onu Peyami Safa yapan en önemli durumdur. Yazar olarak üretkenliğini hiç yitirmeyen, çok okuduğu için hemen her konuda yazacak kadar bilgi sahibi olan önemli entelektüel zihinlerden biridir. Baba tarafından da genetik olarak entelektüel çevreden gelen Safa’nın çocukluk dönemlerinde yaşadığı sıkıntılar dolayısıyla ileride böylesine entelektüel bir kişiliğe ulaşacağını düşünmek zordur. Hayata dair elbette korkuları vardır fakat bu korkuları onu hayattan uzaklaştırmak konusunda başarılı olamamıştır. Eserlerini incelediğimizde romanlarında karamsar bir havanın hakim olduğu görülür. Bu karamsar hava yazarın insanlara ve hayata olan bakış açısından kaynaklanır. Çünkü kendi deyimiyle onun şuuru bir facia atmosferi içinde doğmuştur. Hayat yarışına baba kaybı ve yoksulluk nedeniyle yenik başlayan yazarın hayatı boyunca yarışta öne geçtiği söylenemez. Hep kötü şeyler olacak korkusuyla geçen bir ömürdür yazarınki. Belki korkularından, belki yaşadıklarından yazarın hep bir tereddüt ve saldırgan hava içinde olduğu görülür. Yaşadıklarının onu hayatının bir döneminde boheme sürüklediği doğrudur ki bu bohemden de yine kendi çabalarıyla, mistisizmle tanışmasıyla çıkacaktır. Dönem sanatçılarının çoğunda görülen bütün değerlere karşı duyulan şüphe, tereddüt içinde bulundukları bunalımın bir göstergesidir. Safa, bohemi şöyle tanımlar: “Mekan içinde sınır tanımayarak enginleri kuşatmak için kabını çatlatmak isteyen ruhla vücut arasındaki savaşın destanıdır” (Safa, 1990, 106). Entelektüel adı verilen düşünce adamlarının çoğunda görülen içinde bulunduğu toplumdan hoşnutsuzluk bir dönem Safa’da da kendini gösterir. Hoşnutsuzluğun yarattığı huzursuz ruh halinin sonucunda, içinde yaşadığı toplumdan farklı algıları olan bilinç, aykırı olmayı ve aykırı yaşamayı seçer. Bohem aslında bir nevi entelektüel zihinler için kaçış yoludur denilebilir. İnanç krizine tutulan, tutunduğu her dal elinde kalan, özgüvenini yitiren aydını toplum dışına iten de yine kendi iç huzursuzluğudur. Peyami Safa’nın yalnızlığı kendi hayatında da eserlerinde de kurtulması gereken bir durum olarak ele aldığını görürüz. Kendi yaşamında yalnızlıktan kurtulmak adına evlilik kararı alan yazar, evlilikte de umduğunu bulamamış, kendini daha da yalnız bırakılmış hissetmiştir. Romanlarında da yalnızlığın sonu hep hazin olmuştur. Yazara göre birey yalnız kalmamalı, topluma, sosyal hayata karışmalıdır. Çünkü yalnızlaşarak toplumdan uzaklaşan birey bir çıkmaza sürüklenir ve bunun sonucu olarak da bireyin kaybı meydana gelir. Kader denilen acımasız oyunun kendisine oynadığı oyunlarla

79

savaşmak zorunda kalan yazar, yoksulluğun, hastalığın nefesini hep ensesinde hissettiğinden durmadan, ara vermeden hep çalışmış, okumuş ve yazmıştır. Hastalığın, yoksulluğun dirilticiliği, onlardan duyduğu korkular neticesinde içinde hep çalışma hırsı olduğunu kendisi de ifade eder. Mehmet Yılmaz (2015), “Bir Tereddüdün Romanı’nda Sanatkârın Aykırı Yaşantısı” adlı yazısında Safa’nın hayata karşı tavrını özetleyen “hep öyle hep öyle” ifadesinin gayeden nefretin bir neticesi olduğunu belirtir. Bir Tereddüdün Romanı’nda hep öyle ifadesini kendisi şöyle açıklar:

“ Biz kendi kendimize sorarız:

_ Afiyeti devletiniz nasıldır efendimiz? Ve kendi kendimize cevap veririz: _ Hep öyle, hep öyle, hep öyle!

_ Hep öyle ne demek?

_ iyi mi fena mı bilmiyoruz. İyi olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak iyidir. Öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz” (Safa, 2016d, 92).

Dönemin şartlarından kaynaklanan tereddüt, şüphe ve korkular Safa’nın romanlarında açıkça görülür. Yazarın toplum adına entelektüel düzeyde duyduğu korku bir ahlak yozlaşmasıdır. Çünkü bilir ki toplumun bozulması demek bireyin çökmesi demektir. Bireyi çözülmekten, çöküşten kurtaran milletin, toplumun bütünlüğüdür. Dönemin yazarlarının çoğunda görülen bu korku Safa’nın tüm romanlarının temelini oluşturur. Hayalini kurduğu, olması gereken toplum düzenini, ahlak anlayışını, yaşam standartlarını özellikle ütopik bir dünya olan Simeranya’da toplar. Simeranya hayalinin adı belki sadece Yalnızız romanında geçmektedir fakat yazarın ütopyasını diğer tüm romanlarında yaşarız. Yazar önce korku duyduğu, toplumda olmasını istemediği kadın ve erkek tiplerini, onların yoz yaşamlarını bizlere verir, sonrasında da olması gerekeni anlatarak dejenere olup kaybolmuş karakterleri yola getirir. Toplumsal koşullar her ne kadar yazarı korkutacak derecede olsa da romanların sonunda görüldüğü gibi bireye karşı hep bir umudu vardır. Yazarın hayalini kurduğu Simeranya aslında bireylerin bu dünyada yaşaması gereken hayat tipini bizlere sunar. Yaşanması gerekenle yaşanmak istenen hayat arasındaki tereddüt kahramanlarda korkuyu, bunalımı oluşturur.

80