• Sonuç bulunamadı

Bireyin, insanın varlık olarak değer kazandığı dönemlerde korku-kaygı kavramları felsefi olarak da ele alınmaya başlanmıştır. Kaygının bu noktada daha çok içsel sıkıntıların, bunalımların benlik, var olma, özgürlük gibi kavramlarla açıklanmaya çalışıldığı görülür. Kaygı, içinde yaşanılan dünyanın anlamsızlığının, tamamlanmamışlığının, düzen ve amaçtan yoksunluğunun farkına varıldığında hissedilen duygudur (Cevizci, 2005, 991).

İnsan, dünyanın anlamsız olduğu düşüncesine kapıldığı anda hiçlik duygusu ile savaşmaya başlar. Hiç olmanın yarattığı çatışma sonucunda kaygı kendiliğinden oluşuverir. Varoluşu sorgulama varoluşçuluğun ilgi alanına girmesi bakımından kaygı-korku kavramları felsefi düzlemde en iyi ifade yolunu varoluşçulukta bulmuştur.

2.1.6.1. Varoluşçuluk ve Kaygı Kavramı Üzerine:

Varoluşçuluk, irade ve bilinç sahibi insanın, irade ve bilinç özelliklerinden yoksun nesneler dünyasına fırlatıldığına, bu dünyada iradesi ve bilinciyle kendi varlığını oluşturacağına inanan felsefe okuludur.

Varoluşçuluk konusunda çoğu düşünürün tanımı farklılık gösterir. “Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hameline’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’ya göre idealizm, Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir” (Doğuhan, 2014).

Dünyada yaşanan zorlu süreçler bir nevi kaos ortamı –birinci dünya savaşının etkileri, Rus devrimi, dünya çapındaki ekonomik kriz, Aydınlanma ve Fransız Devrimi ile yeşeren umutların sönmesi- yaratmış ve yaşananlardan bunalmış, değerlerini yitirmiş insanoğlu tutunacak bir dal arayışına girmiştir. Varoluşçuluk da tam da insanın ve insani değerlerin unutulduğu bu dönemde bilim ve teknolojinin insan özgürlüğünü sınırlayan yapılarına bir başkaldırı olarak kendini göstermiştir.

29

Varoluşçuluğun en önemli ismi olan Kierkegaard, kaygı kavramını özgürlük ile birlikte ele almış, özgürlüğün içinde her zaman kaygıyı barındırdığını ileri sürmüştür. Kierkegaard’a göre bireyin özgürlük potansiyeli ne kadar fazla ise kaygısı da o oranda fazla olacaktır. Kaygıyı, özgürlüğün bir baş dönmesi olarak anlatan düşünür, bu baş dönmesinden yine bireyin kendisinin kurtulabileceğini öne sürer. Kurtulmanın yolu da teslim olmamaktan geçer. Teslim olduğunda nevrotik anksiyete kişiyi yakalamak için hazırda beklemektedir (Sayar, 2013, 101).

Varoluşçuluğun önemli filozoflarından Heidegger ve Sartre de kaygı kavramını ele almışlardır fakat kavramı adlandırmaları faklılık gösterir. Heidegger kaygı (Angst) terimini kullanırken Sartre bulantı (Nausea) veya iç daralması terimlerini kullanır. Kullanım şekilleri farklı olsa da kelimenin anlamı iki filozofta da aynıdır: iç sıkıntısı. Bu iç sıkıntısı günlük hayatta bitmeyen, tamamlanamayan, insanın kendini var kılma çabasının bir sonucu olarak görülen bir sıkıntı türüdür. (Aşar, 2014, 86) Heidegger, varlığın anlamını açıklamaya çalışırken Desain terimini kullanır. Desain, dünyaya fırlatılmış, kendini anlamlandırma çabası içinde olan varlıktır. Bu varlık için kaygının oluşumu kaçınılmazdır çünkü dünyaya fırlatılmışlığının ve sonlu varlığının bilincindedir. “Dasein’ın ölümlü olması ve kendi tamamlanmamışlığı çerçevesinde kendini gerçekleştirememesi, ona hiçliği yaşatarak onu derin bir kaygı içine sokar. Bu anlamda kaygı, insana hiçliği gösterir. Burada belirtmek gerekir ki Kierkegaard’ın bahsettiği kaygı, yapılanların iyi mi, kötü mü olacağının kaygısıdır. Çünkü kaygı, Tanrı karşısında duyulan bir kaygıdır. Yani insan günah işleyeceğinden dolayı kaygı duymaktadır. Ancak Heidegger için öyle değildir. Ölüme doğru giden bir varlık olarak Dasein kendi temelsizliği, yani temelindeki hiçlik karşısında bir kaygı içerisindedir. Bu anlamda kaygımızı karakterize eden şey “bizim sonluluğumuzdur ve zamanın an-be-an geçip gidişi içerisinde varlığımızın tükenip bitme tarzıdır” (Aşar, 2014, 91).

Sartre felsefesine göre, var oluş özden önce gelir. İnsan önce var olur, daha sonra kendini nasıl tanımlamak, tasarlamak istiyorsa özünü böylelikle oluşturur. “İnsan, var olduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atılımdan (hamleden) sonra olmak istediği gibidir” (Sartre, 2012, 39). Kendini tasarlayan bir varlık olarak insan sorumluluk sahibidir ve Sartre’ ye göre bu sorumluluk bilincinin ona verilmesi Tanrı’nın olmadığının bir göstergesidir. Tanrı yoktur, insan bu dünyaya fırlatıp atılmış ve ondan kendi varlığını anlamlandırması beklenmektedir. Bulantı da işte tam da bu noktada varlığını belli eder. Bu ağır sorumluluk altında birey kendini yalnız hissetmeye başlar ve bir iç sıkıntısı ruhunu

30

kuşatır. Sartre da iç sıkıntısını korkudan ayırır, çünkü korku dünyanın varlıklarından duyulan korkudur. İç sıkıntısı ya da bulantı ise kişinin varlığını oluştururken, anlamlandırmaya çabalarken içsel olarak hissettiğidir.

Erol Göka, “Hayatın Anlamı Var mı?” adlı kitabında kaygının, insanın varoluşunda kökleşmiş bir özellik olduğunu belirtir. İnsana yönelik içerden algılanan bir tehdittir ve insanı hayatına bir anlam katması yönünde uyaran bir sinyaldir. “Kaygı hiçten kaynaklanır. Kaygının kökeni bu dünyada olmak, daha doğrusu bu dünyada olamamaktır; eğer isteklerimizi hayata geçirmek için çabalamazsak, yaşamanın gereğini yapmazsak bu dünyanın bizden alınacağı, dünyasızlaşacağımız tehdididir” (Göka, 2014, 46).

Varoluşçuluk felsefesinde “yalıtım” kavramı da önem arz etmektedir. Irvin Yalom’a göre üç tür yalıtım vardır:

1. Kişiler arası Yalıtım: Kişiler arası yalıtım, insanı her tür hakikatin ölçüsü ve belirleyicisi kılan moderniteyle, ileri kent kültürünün bir sonucu olarak, her tür metafizik baskıdan kurtulmuş insanın, gelenekle ilgili değer yargıları ve birleştirici öze sahip davranış şekillerinden uzaklaşarak, üretime endeksli yaşamı içinde tek başına kalıp sadece kendine dayanması ve geleneğin insan ilişkilerini düzenleyen kosmosundaki yerini kaybederek yalnızlaşmasını ifade eder.

2. Kişinin kendi içindeki yalıtımı: Çağdaş psikoterapi sahnesinde yalıtım yalnızca biçimsel savunma mekanizması olarak değil benliğin herhangi bir şekilde parçalanmasından söz etmek için kullanılmaktadır. Bu nedenle kişinin kendi içindeki yalıtımı, ne zaman kişi duygularını ve arzularını bastırırsa, ‘-meli,-malı’ ları kendi dilekleri gibi kabul ederse, kendi yargılarına güvenmezse veya potansiyelini bastırırsa ortaya çıkar.

3. Varoluşsal yalıtım: Yalom’a göre varoluşsal yalıtım veya soyutlama pek çok giriş yolu olan yalnızlık vadisidir. Ölümle ve özgürlükle yüzleşme bireyi kaçınılmaz bir şekilde o vadiye götürecektir (Açılan, Turgay, 2007, 42).

Yalıtım kavramı yazarlarımızın roman ve hikayelerini inceleyeceğimiz bölümde bize yol gösterici kavram olarak önemlidir. Kahramanların çoğu toplumla ya da kişilerle çatışma yaşadıklarında kendilerini ortamdan soyutlama yani yalıtma yoluna gitmişlerdir. Kimi kahraman için bu yalıtım çevreden ve kendinden tamamen kopuşu ifade ederken bazıları için de kendini bulma ve hayatı anlamlandırma yolunda büyük bir adımı ifade eder.

31