• Sonuç bulunamadı

2.2. Modernizm Kavramı

2.2.3. Modernizmin Etkileri

2.2.3.1. Modernizm ve Bireyin Dönüşümü

bakımından yararlı olacaktır. Ortaçağ, 2.yüzyıldan 15.yüzyıl sonuna kadar devam eden bir dönemdir ki modern düşüncenin başlangıcına kadar sürer. Bu çağın karanlık bir çağ olduğu fikri çoğu düşünür tarafından kabul görmektedir. Dinsel eğilimin, din görüşlerinin baskın olduğu bir dönem olan Ortaçağ, kiliseye bağlı fikirleriyle yoluna devam etmiştir.

Ortaçağ’ın konumuz bakımından en önemli özelliği kişisel özgürlüğün olmamasıdır. Erich Fromm (2010), o dönemde kişinin günümüz anlamıyla özgür olmadığını fakat bugünkü kadar da yalnız ve yalıtılmış olmadığını vurgular. Fromm’a göre insan, yapısallaşmış bir bütün içinde kök saldığından yaşamın da kuşkuya mahal vermeyen bir anlamı vardı. Toplumsal düzen, doğal bir düzen olarak algılandığından bu düzene ait olmak insanda güven ve aidiyet duygusunu

45

uyandırıyordu. Jacob Burckhardt’ın Ortaçağ anlayışında bireyi anlattığı şu satırlar önemlidir: “Ortaçağ’da insan bilincinin iki yanı da –içte olduğu gibi dışta olanı da- bir örtü altında yarı uykudaydı. Bu peçe, inanç, hayal ve çocukça zihinsel etkinliklerden dokunmuştu, peçenin altından bakılınca dünya ve tarih garip renklere bürünürdü. İnsan kendinin yalnızca bir ırkın, halkın, grubun, ailenin, loncanın üyesi olarak, yalnızca genel bir kategori aracılığıyla bilincindeydi” (Fromm, 2010, 47-48).

Ortaçağ’ın sonlarına doğru toplumun birliğinde zayıflamalar ve parçalanmalar görülmeye başlandı. Bireysel girişimcilik kendini gösterince insanlar rekabet anlayışıyla karşılaştı ki bu anlayış da geleneksel olan hayat biçimini tehdit etmeye başladı. İşte bu Ortaçağ toplumsal yapısının çöküşü modern anlamda bireyin doğuşu anlamına gelmekteydi. Rönesans dönemi, Ortaçağ’ın son bulmasıyla başlayan, “yeniden doğuş” anlamına gelen bir dönemdir. İnsanın (hümanizm) üzerine yoğunlaşılan, deneysel düşüncenin ağır bastığı bu dönem ne yazık ki varlıklı, kentli, soylu olanların daha da güçlendiği, esnaf ve küçük burjuva takımının ezildiği bir dönem olarak tarihte yerini almıştır. Bu dönem insanı belki daha özgürdür fakat güven ve ait olma hissini kaybettiklerinden giderek yalnızlaşmışlardır. Bireyin yalnızlaşma süreci daha Rönesans döneminde kendini göstermiştir. Maddi bakımdan güçlenen birey manevi yönden giderek zayıflamış; yalnızlık, kuşku, korku, yabancılaşma, tükenmişlik gibi modern çağ hastalıkları bireyi etkisi altına almıştır. “Birey ekonomik ve politik bağların boyunduruğundan kurtulmuştur. Ayrıca yeni sistemde oynaması gereken etkin ve bağımsız rol yoluyla olumlu bir özgürlük kazanır. Ama aynı zamanda kendisine güvenlik ve ait olma duygusu sağlayan bağlardan da kurtulmuştur. Hayat artık merkezi insan olan kapalı bir dünyada yaşanmamaktadır; dünya sınırsız hale gelmiş, aynı zamanda da tehdit edici olmuştur. Kapalı bir dünyadaki belirlenmiş yerini kaybeden insan yaşamının anlamına yönelik yanıtını da kaybeder” (Fromm, 2010, 63).

Ortaçağ döneminin sona ermesinin birey açısından en önemli kısmı birey kendi haline bırakılıp bir nevi terk edilmişti. O güne kadar hiç olmadığı derecede özgürdü belki ama bu özgürlük hastalıkta vücuda alınan ilaç gibi yan etkileriyle birlikte var olabiliyordu. Bir yandan bağımsız düşünme ve karar verme yetkisi ona büyük haz yaşatırken bir yandan da cemiyet fikri ortadan kalktığı için birey toplum içinde duyduğu aitlik ve güven duygusunu yitirdi. Kendini toplum bağından kurtarıp özgürleştiğini zanneden birey farkında olmadan kendine yeni bağımlılıklar yarattı ve zamanla bunların kölesi haline geldi. Özgürleştikçe bağlanan, özgürleştikçe yalnızlaşan ve korkan birey tipi görülmeye başlandı. Bu dönem bireyi için en büyük

46

aldatmaca, kendi dışındaki kısıtlamalardan kurtulduğunu zannetmesini sağlayacak türde propagandalarla kişinin özgürlüğünü pekiştirmek, fakat kendi içsel dünyasında kısıtlamalar, korkular, endişeler yaratarak aslında onu daha da bağımlı hale getirmektir. Birey artık kendi fikirlerinden, kendi eylemlerinden ve bunların sonuçlarından kendisi sorumluydu. Bireyin yalnız bırakılması derken kastettiğimiz bireyin kaderine terk edilmesi anlayışıdır. Bu noktada Erich Fromm’un tespiti önemlidir: “ Ortaçağ sisteminde sermaye insanın kölesiydi, ama çağdaş sistemde insan sermayenin kölesi olmuştur. Ortaçağ dünyasında ekonomik etkinlikler belli bir hedefe yönelik araçlardı; hedefse yaşamın kendisi ya da Katolik Kilisesi’nin kavramlarıyla, insanın manevi kurtuluşuydu. Ekonomik etkinlikler gereklidir, zenginlikler bile tanrıya hizmet edebilir, ama bütün dış etkinlikler, ancak hayatın amaçlarına hizmet ettiği sürece önemli ve onurludur. Ekonomik etkinlik ve kazanmak için kazanma isteğinin yokluğu çağdaş düşünceyi ne kadar usdışı kılıyorsa, varlığı da Ortaçağ düşünürüne o kadar usdışı geliyordu” (Fromm, 2010, 102).

Bilime, ilerlemeye, teknolojiye inanılan bu dönemde makineleşme ön plandadır ve tüm teknoloji ilerleme adına insanın emrindedir. “Genişleyen dünya pazarı yoluyla yayılan sürekli teknik yenilikler, kısa sürede bütün gezegeni kucaklayan hızlı bir toplumsal değişme sürecine hız verir. Geleneğe bağlı toplumsal ilişkiler, kültürel pratikler ve dinsel inançlar, sonuçta ortaya çıkan değişim girdabında kendini silinip süpürülmüş bulur” (Callinicos, 2001, 54). Marshall Berman’ın da ifade ettiği gibi modernlik makinelerce oluşturulan maddecilik üzerine kurulmuş bir sistemdir ve bu sistemin insanları da ne yazık ki birer mekanik kopya haline gelmişlerdir. Berman aynı zamanda modernliğin tarihini üç evreye ayırır: Birinci evre, 16. Yüzyılın başlarından 18. Yüzyılın başına dek devam eder ve bu süreçte insanlar modern hayatı yeni yeni algılamaya başlamışlardır. İkinci evre, 1790’lardaki büyük devrimci dalgayla başlar, Fransız Devriminin etkileriyle modern bir kamu bir anda doğuverir. Üçüncü evre, 20. Yüzyıldır ve modernleşme neredeyse tüm dünyayı sarmış durumdadır (Berman, 1994, 29).

Marx’ın bu modern hayatın her şeyi nasıl değiştirdiğini, insanların mekanik köleler haline nasıl geldiğini anlatan eleştirel tondaki düşünceleri önemlidir: “ Bir yanda, insanlık tarihinin hiçbir devresinde akıllardan bile geçmeyen endüstriyel ve bilimsel güçler hayata geçirilmiş. Öte yanda, Roma İmparatorluğu’nun son anlarının dehşetini kat be kat aşan çürüme belirtileri var. Yaşadığımız günlerde, her şey kendi karşıtına gebe görünüyor. İnsan emeğini azaltmak ve verimlendirmek gibi harika bir güç bahşedilmiş olan makinalara aç açına sahip oluyor, onlar için çalışıp duruyoruz.

47

Yepyeni servet kaynakları, meşum bir büyüyle ihtiyaç doğuran kaynaklara dönüşüveriyor. Sanatın zaferleri kişiliğin yitirilmesi pahasına elde ediliyor sanki. İnsanlık doğaya hükmettikçe, insan öteki insanlara ya da kendi lanetine köle oluyor. Bilimin arı ışığı bile, etrafı cehaletin karanlığıyla kaplanmadıkça parlayamaz gibi görünüyor. Tüm icatlarımız ve ilerlememiz, sonuçta sanki maddi güçlere zihinsel bir güç bağışlayıp insan hayatını maddi bir güce çeviriyor” (Berman, 1994, 33-34). İnsanoğlu, bir süre sonra kendi eliyle yarattığı teknolojiden, bilimsel gelişmelerden korkar hale geldi. Makineleşen dünya, makineleşen bireyler ve zihinler yaratmakta gecikmedi. Modernizm ile birlikte artık birey ön plana çıkmaya başlamış ve birey kendini keşfederek ben bilincini yakalamaya çabalamıştır. Modernizmin yaratmak istediği tek tip birey oluşma yolunda kendi adımlarını yine kendisi attı. Hayattan kopan birey gittikçe büyüyen dünya karşısında kendi küçük hayatına sığınmayı tercih etti ve modern hayatın dayattığı betonlara çekilerek yalnızlığına gömüldü. Ben kavramının her şeyin önüne geçtiği bir dönem yaşıyoruz ki çoğu araştırmacı ya da düşünür bu döneme narsisizm dönemi adını veriyor. Modernizm süreciyle başlayan bu benleşme, günümüzde adeta bir kriz haline gelmiş vaziyettedir. Toplumdan bireye, bizden bene olan bu dönüşüm yönetenlerin de işine gelen yönetilenlerin de kullanıldığı sömürgeci bir sisteme çevrilmiştir. Devletlerin, yönetenlerin birlik olan toplumu denetlemeleri, istedikleri düşünceleri dayatmaları daha güç olduğundan toplumu ayrıştırarak bireyin yalnızlaşmasını isterler. Yalnızlaşan birey bir boşluk dalgasına kapılır ve nereye, neye saldıracağını bilemez hale gelir. Yalnızlığın ve sonradan yeni inşa edilen moda kültürün dayattığı korkularla kabuğuna daha çok çekilir. Günümüzde insanların düşünmeleri, düşünce üretmeleri bile tehlike olarak kabul görür oldu. Her ne kadar düşünce özgürlüğü savunulsa da dayatmalar bireyi düşünmekten de korkar hale getirdi. Kendine ait düşünce dünyası bile elinden alınan, zihni boşaltılan bireyler yeryüzünde yaşayan ölüler misali gezinmeye başladı. Zihni boşaltılan insanlar çevresinde gelişen olaylara tepki vermez. Soru sormayı unuttuğumuz bir çağdayız ve sorgulama kabiliyetimizi yitirdiğimizden ezbere bir hayatın köleleri durumundayız. Birey, kendine dayatılan günlük hayatı yaşamakta, sormadan, kurcalamadan, derinlere inmeden sadece yüzeyde hayatını devam ettirmektedir.

Modernizm, dünyanın gelişimi açısından, insanın bilimsel yönden ilerlemesi bakımından çok şey kazandırmıştır. Fakat kazandırdıklarının yanı sıra eksilttikleri de o oranda fazladır. Her şeyin meta olarak algılanmaya başlaması maddeciliği üst seviyelere taşımış, maddecilik yukarılara tırmanırken maneviyat yerle bir olmuştur. Charles Taylor (2011), “Modernliğin Sıkıntıları” kitabında modernliğin bir çöküş çağı

48

olduğunu, birçok sıkıntıya kaynaklık ettiğini söyleyerek en önemli üç sıkıntıyı açıklamıştır. Birinci sıkıntı kaynağı bireyciliktir. Modern çağdan önce insanlar kendilerini büyük bir düzenin parçası olarak gördüklerinden kutsallaştırdıkları çok şey vardı. Evrenin bu düzenine olan inanç toplum düzenine de yansıyordu. Düzenin insanı sınırlandırması aynı zamanda yaşamın etkinliklerini de anlamlandırıyordu. Ne zaman bu düzen çözülmeye başladı çoğu şey büyüsünü yitirdi. Modern özgürlüğünü kazanan birey ahlaki düzenden de kutsal olandan da giderek uzaklaştı ki bu uzaklaşmanın sonucunda insanların uğruna ölebilecek hiçbir kutsal değeri kalmadı. Taylor, bireyciliğin karanlık yönünün benlik üzerine odaklanma olduğunu vurgular. Benlik üzerindeki bu odaklanma kişinin başkalarına ve topluma karşı kayıtsızlığına neden olur. Günümüzde bu duruma narsisizm kültürü adı veriliyor. Narsisizm kişinin kendini çok beğenmesi, kendini tapar derecede sevmesidir. Narsisizm “Narkissos” tan gelir, Yunan mitolojisinde sudaki yansımasını görüp kendine aşık olan ve bu aşkın peşinde ömrünü harcayan kişidir. Bu kişiler için kendi istekleri dışında hiç kimsenin istekleri önemli değildir, başkalarının düşüncelerine ilgi göstermezler, isteklerini elde edemediklerinde ya da bir ortamda ilgi görmediklerinde ruhen çökerler ve öfkelenirler. Empati yetenekleri yoktur, başkalarının fikirleri kendi amacına hizmet ettiği sürece önemlidir. İnsanlara işlerine yaradığı sürece önem verdiklerinden vefasızlık ve nankörlük temel özellikleridir. Narsisizm bir bakıma bencilliğin en üst seviyesidir. Narsisizmin deliliğin sınırlarından dolanan bir türü de Mısır firavunları, Roma Sezarları gibi diktatörlük yönü ağır basan kişilerde görülür. Bu kişiler kendilerini Tanrı gibi görmektedir ve aslında büyük korkular yaşamaktadırlar. Güçlerini kaybetmek, ölüm en çok korktukları konulardır. Erich Fromm’a göre bilim narsisizme yepyeni bir nesne yaratmıştır, o da tekniktir. “İnsanın daha önce akla bile gelmeyen şeyleri yaratmaktan, radyoyu, televizyonu, atom gücünü, uzay yolculuğunu bulmaktan, dünyayı tümüyle yok edebilecek bir güç geliştirmekten duyduğu narsisist kıvanç ona kendi kendini büyük görmesine neden olacak yepyeni bir nesne kazandırmıştır” (Fromm, 2008, 76). Fromm aynı zamanda bencilliğin özsevgiyle alakası olmadığını, bunun tam tersiyle özdeş olduğunu savunur. Ona göre bencillik hırstır ve hiçbir zaman doyum yoktur. Bencil insan sürekli kaygıyla kendisiyle ilgilenir fakat yine de bu onda rahatlık hissi oluşturmaz, çünkü yeterince elde edemediği kanısı sürekli zihnindedir ve hep bir şeylerden yoksun bırakıldığı korkusuyla yaşar. Bu kişiler sanıldıkları gibi aslında kendilerine düşkün değillerdir tam aksine kendilerine karşı derin bir tiksinti içindedirler. Temelde iç güvenlik sorunları yaşadığından her şeyi kendine isteme telaşındadır.

49

Taylor’un bahsettiği ikinci sıkıntı kaynağı araçsal akıldır. Araçsal akıl bir nevi çıkarcılığı karşılar. İnsanın çevresindeki varlıklar varoluş zincirindeki konumlarının getirdiği önemi yitirdiklerinde birey için araç olarak görülmeye başlarlar. Teknoloji güç kazandıkça bireyin yaşamı daralmaya, zevksizleşmeye başlar. Marx’ın “Katı olan her şey buharlaşıyor” sözü işte bu noktada anlam kazanıyor. “ Peşlerinde kadim ve hürmete şayan bir önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp gidiyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor” (Berman, 1994, 35.) Üçüncü sıkıntı da bireyciliğin ve araçsal aklın siyasal düzleme olan etkileridir. Yeni ve moderne özgü bir despotluk türü oluşur ki bu despotluk türünde baskı ve dehşet görünürde yoktur fakat halkın kendi üzerinde yine denetimi yoktur. Yönetenler daha ılımlı davranır fakat bunun altındaki sebep despotluğun üzerini örtmektir. Kutsala verdiği değeri yitiren insan bir yandan da siyasal özgürlüğünü yitirmektedir (Taylor, 2011, 10-16). araçsal akıl konusunda Marx’ın da fikirleri önemlidir. Modern dönem kapitalist toplumunun teknolojiye sadece üretim açısından değer vermekle kalmadığını, teknolojinin ürettiği nesnelere adeta tapma durumuna geldiğini belirtir. Maddelere olan bu bağlılığın sonucunda insan türünü değerli bir varlık olarak görmekten çıkar, işine yarayan araçsal birer meta gözüyle bakar

.

Modern çağın hastalığı olan narsisizm, insanı insandan uzaklaştırır ve birey yalnızlık kaosuna sürüklenir. Kendisi dışındaki dünyayla bağlantısını koparan, yalnız kalan kişide zihinsel çöküntü kendini gösterir. Modern dönem insanı toplumsal değerlere, düşüncelere, kutsallara sırtını döndükçe manevi yönden yalnızlaşır. Erich Fromm, en alçakça bir kalıba bağlı olmanın yalnız olmaktan daha iyi olduğunu vurgular. Din, gelenekler, inançlar ne kadar saçma olurlarsa olsunlar bireyi başkalarına bağlıyorlarsa, insanı en çok korktuğu şeyden yalnızlıktan kurtarırlar (Fromm, 2010, 26). Modernizmin ilk dönemlerinde birey, kendini öylesine imkanlar içinde buluverdi ki kaybettiği değerlerin farkına varamadı. Özgürlüğün, kendini keşfetmenin baş dönmesi içinde bu olanaklar silsilesini doyumsuzca kullanmaya başladı. Önüne altın tepsilerle sunulan imkan bolluğunun içinde kaybettiklerinin farkına varamadı, farkına vardığında da köprünün altından çok sular aktığını gördü.

Toplumsal olandan ayrılıp kişisel olana sığınan birey özgürlüğünü ilan etti. Modern yaşamın yarattığı birey geleneğinden, kültüründen, köklerinden kopmuş, her şeyi maddesel olarak düşünüp duygularından sıyrılmış, çevresine, insanlara,

50

insanlığa duyarsızlaşmış bir nevi mankurtlaşmıştır. Kırgız Türklerinin baş düşmanı olan Avarlar, Kırgızlara saldırdıklarında kaçırdıkları kişileri kendi işlerine yarar birer araca dönüştürmek için oldukça vahşi bir yöntem uygularlar. Kişinin önce diri diri kafa derisini yüzüp ardından kanayan kafalarına deve derisini geçirirler. Daha sonra kafasındaki deri daha çabuk kurusun diye çöle götürüp orada bırakırlar. Sıcağın etkisiyle kafatasına hemen yapışan deri gerilmeye, kafayı sıkmaya başlar, yukarı doğru çıkacak yol bulamayan saç kılları da geri dönerek beyine batmaya başlar. Tutsak edilen kişi yapılanlara dayanabilirse çektiği acıdan dolayı hafızasını yitirir. Yerini, yurdunu, ailesini hiçbir şeyi hatırlamayan bir robota dönüşür. İşte modern birey de elinde bu kadar teknolojik imkan bulunmasına karşın kendini mankurtlaşmaktan kurtaramamıştır. Modernizm adıyla bize dayatılan bu Batı anlayışı, hedeflediği gibi robot bireyler yaratarak istediği gibi at koşturmaya devam etmektedir.

Rene Guenon (2012), “ Modern Dünyanın Bunalımı” adlı kitabında modern uygarlığın programını önceden özetleyen bir kelime olduğunu, bu kelimenin de Hümanizm olduğunu belirtir. Modern anlayış her şeyi insancıl boyutlara indirgemiş, üst düzey ilkeleri hesaba almamış, diğer bir deyişle yeryüzünü fethetmek bahanesiyle gökyüzünü harcamıştır. Hümanizm, insanı temel alan, onun ne olduğunu, bu dünyadaki anlamını ve amacını ele alan bir eğilimdir. İnsan merkeziyetçi bir yaklaşım olan hümanizm modern dönemde modernizmin temelini oluşturmuştur. Guenon’un modern çağdaki hümanizme eleştirisi önemlidir: “ Her şeyi doğrudan doğruya, kendisi amaç kabul edilen insanın ölçülerine indirgemek istendiğinden, sonunda insanda bulunabilecek en düşük seviyeye kadar aşama aşama inildi ve sadece insan tabiatının maddi yanına ait ihtiyaçların tatmin edilmesine çalışıldı. Boşuna bir çalışma! Çünkü insan tabiatı daima tatmin olabileceğinden daha fazla suni ihtiyaçlar yaratır” (Guenon, 2012, 49).

Hümanizm anlayışı ile kendine daha çok yer edinen bireyciliğin diğer bir özelliği de yalnızlığı arttırmasıdır. Özgürlük ilk zamanlarda bireye büyük bir güç kaynağı oldu, bireyleşme yolunda kendini daha güçlü hissetmesini sağladı fakat özgürleştikçe doyumsuzlaşan insan bu gücünü nereye kullanacağını kestiremediğinden saldırganlaştı, daha çok istedi. İstedikçe, çevresindeki her şeyi hatta insanları bile meta olarak görmeye başladıkça bireyin özgürlüğü ne yazık ki onun yalnızlığına sebep oldu. Yalnızlık, çevresine karşı yabancılaşması beraberinde birey olarak önemsizlik duygusunu da yarattı.

51