• Sonuç bulunamadı

2.2. Modernizm Kavramı

2.2.3. Modernizmin Etkileri

2.2.3.3. Modernizm ve Doğu Batı Sorunsalı

gelişmelere olan geç kalmışlığımızın bedeli ne yazık ki insanımızın yaşantısında ve ruhunda yarattığı çatışmalardır.

58

Rene Guenon, şu an ki dünyanın durumunda bir yandan geleneksel düşünceye bağlı Doğu uygarlıklarının olduğunu, diğer yandan özellikle gelenek karşıtı olan Batı uygarlığının olduğunu belirtir. Ayrıca, Batı dünyasının içinde bulunduğu bunalımdan ancak Doğu’daki geleneksel bakış açısıyla kurtulacağına inanır (Guenon, 2012, 54).

Nasıl olursa olsun, herhangi bir tarzda Batı kendi geleneğine dönecek olursa o zaman Doğu ile olan karşıtlığı da öylece çözülecek, arada karşıtlık diye bir şey kalmayacaktır. Çünkü karşıtlık Batı’nın sapması olgusundan doğmuştur” (Guenon, 2012, 63). Batı’nın mevcut düzenden aykırılaşması, Doğu’nun ise değişmeden yoluna devam etmeye çalışması nedeniyle ortaya çıkan gerginlik insanımızı derinden etkileyen bir problem haline gelmiştir. Osmanlı’nın çöküşten kurtulmak adına tek çare olarak gördüğü Batılılaşma bir süre sonra sosyal hayatta yarattığı ikilik nedeniyle soruna dönüşmüştür. Tanzimat döneminde devletin kötü giden gidişatına dur demek adına Batı’nın teknolojisini ve tekniğini alma yoluna giden devlet Batılılaşmayı sadece yüzeysel olarak algılamış, zihinsel olarak Doğulu kaldığı için çatışma kaçınılmaz olmuştur. Batı’nın ilerlemeci anlayışını dışsal olarak algılayan ve içselleştiremeyen bireylerde de bir süre sonra Batılılaşmak bir buhrana dönüşür. Sefa Kaplan (2013), Tanpınar üzerine yazdığı “Geç Kalan Adam” adlı kitabında Tanzimat ile hayatımıza giren ayrımın sonuçlarını anlatmıştır: “Tanzimat’tan beri hayatımıza hakim olan kainata birbirine tamamen kapalı iki ayrı pencereden bakma kolaylığı, cemiyeti zihniyet itibariyle ikiye ayırmış, nihayet bu ikilik derinleşerek her ferdin ruhuna yerleşmişti. Şurası bir hakikatti ki, Tanzimat işe plansız ve programsız başlamış, plan ve programdan söz edenleri de çok fazla önemsememişti. Sınırları ve ufku iyi tespit edilmiş bir hedeften mahrum bulunmasının üzerine bilgi eksikliği de eklenince, her şey daha da tuhaflaşmıştı. Bu tuhaflık, el yordamıyla yürüyen yeni bir entelektüel nesli de beraberinde getirmişti” (2013, 52).

Batılılaşma sorunu sosyal hayatı en iyi yansıtan türler olan roman ve hikayeye de konu olmuş, yazarlar genelde toplumun özelde de bireyin yaşadığı modernleşme sorununu ele almayı kendilerine görev edinmişlerdir. Edebiyatımızda modernleşmenin ele alınması her dönemde hem konu hem de konuyu ele alış şekli bakımından farklılık göstermektedir. Tanzimat dönemi aydını/ yazarları eserlerinde yanlış Batılılaşmayı özellikle eleştirmişler ve modernleşmeyi yanlış anlayan sistemin ve bireyin içine düştükleri çatışmayı ele almışlardır. Romanlarda özellikle; eski-

59

yeni, alaturka- alafranga, doğu- batı ikilemi üzerinde durulduğu görülür. Taklit düzeyinde kalan bir modernleşme kalıcı olmadığı gibi geliştirici de değildir. Servet-i Fünun dönemi bu sorunların ele alınması bakımından yazarların suskunluk yaşadığı bir devredir. Cumhuriyet dönemi ise Batılılaşma yolundaki tüm engellerin ortadan kalktığı dönemdir. Atatürk devrimlerinin yoğun olarak yapıldığı bu dönem aydınlar tarafından idealize edildiği gibi aynı zamanda da bir anda yapılan devrimlerin halkta yarattığı zorluklar bakımından da eserlerinde eleştirel yaklaştıkları da görülür. Cumhuriyet dönemi romanlarında Anadolu halkını Batılılaşma ile ilgili eğitmek, bilgilendirmek üzere kendine bir ideal belirleyen aydın tipi karşımıza çıkar. Kendinden farklı olanı ötekileştirmek konusunda üstün meziyetlere sahip olan Türk insanı da aydın kesimini ötekileştirmek de geç kalmamıştır. Gökten zembille inmiş gibi soluk almadan yapılan devrimlerin toplumda yarattığı buhran ve sıkıntı romanların ve hikayelerin başlıca konusu olmuştur.

1950’lerden sonra modernleşme birey bazında farklı algılanmaya başlanmış, modernlik artık sadece göze hitap etmekten çıkarak içselleşmeye başlamıştır. Modernliği zihinsen olarak kendine dert edinen yazar/ aydın kesiminde türü farklı olan bir buhran oluşmaya başlar. Batı’dan aldığı bilgilerle, Batı yazarlarının eserlerini okumakla zihinsel olarak gelişen entelektüel bireyler hayattaki amaçlarını sorgulamaya, birey olarak görevlerinin neler olduğunu araştırmaya başlarlar. Varoluşsal düzlemdeki bu sorgulayış Tanzimat döneminde görülen Batılılaşma sorunlarından tamamen farklı bir içeriktedir. Batılılaşmanın ilk dönemlerinde eski- yeni arasındaki çatışmanın, aydın- halk arasındaki çatışmanın yerini bireyin kendisiyle olan çatışması almaya başlar. Birey artık sistemi, düzeni, toplumu, kendini sorgulamaya başlar. Kaybettiği kimliğinin peşine düşerek içinde bulunduğu kimlik bunalımından kopmaya uğraşır. Artık romanlarda anlatılan “öteki”, “ötekileşen” kendisidir ve ötekileşmenin, yabancılaşmanın ruhunda yarattığı sıkıntı özellikle üzerinde durulan sorundur. Sefa Kaplan, doğu- batı sorununda asıl meselenin insanın tanzimi olduğunu vurgular. Yüz yıldan fazladır bocalayan, nereye ait olduğunu bilmeyen, yüzünü ne tarafa çevirse diğer taraftan darbe alan, değer ve gerçek adına ne varsa hepsini bir kenara atan bir cemiyeti yeniden ayağa kaldırmanın en zor şey olduğunun altını çizer. Cemiyetteki bu sarsıntının insan çehrelerine acımasızca yansıdığı da bir gerçektir. Cemiyetteki herkesin çehresine bir tereddüdün gölgesi yerleşmiştir ki bunu ortadan kaldırmak ve yerine sağlam şeyler ikame etmek en zorudur (Kaplan, 2013, 233).

60

Eserlerinde Doğu- Batı sorunsalı üzerinde duran, bu çatışmadan etkilenen bireyler yaratan Oğuz Atay’ın Batı ile ilgili düşünceleri oldukça manidardır: “Amerikalı, Avrupalı kendi dışındaki kültürleri sadece inceler; bizim samimiyetimiz ve sıcaklığımızla benimsemez. Bu soğuk ve mesafeli bir davranıştır. Öğrendiklerini istismar etmek ister. Bu yüzden kaliteyi sömürür. İnsanla ilgisi, sadece kendi insanı bakımındandır. Bir Afrikalıyı, bir Hintliyi, bir Çinliyi, bir Rus’u, bir Türk’ü hissedemez içinde. Her şeyi bir anatomi masasına yatırır, kusurları ortaya koyar, sahip olabileceklerini alır” (Atay, 2015a, 130). Batı’nın edebiyatta bile çıkarcı davrandığını vurgular. Dostoyevski’ye ya da Tolstoy’a yaklaştığı gibi Puşkin’e yaklaşamadığını, anlamaya çalışmadığını belirtir. Bizim ise Steinbeck’in işçileriyle birlikte acı çekecek kadar olaya dahil olduğumuzun altını çizer. “ Batılı değerlendirir, biz severiz” (Atay, 2015a, 130).

Peyami Safa da “İnkıraz Tipleri” başlıklı yazısında imparatorluktan Cumhuriyet’e oluşan iki inkıraz tipinin varlığından söz eder. İlki, Mütareke’den önceki durumu temsil eden Osmanlı efendisidir ki, Safa’ya göre mazbut giyinir, rabıtalı konuşur ve derli toplu yaşar. Fakat bu tipin dış görüntüsünü aldatıcı olduğunu özellikle vurgular. Bu dış görünüşün altında koyu bir inkarcılık ve imansızlık vardır. Türk’ten iyi bir şey çıkacağına inanmaz, Avrupa’nın ulaşılmaz olduğuna inanır, sosyal endişeleri olmadığı için neşeli bir bedbindir. Yüze gülen, arkadan söyleyen, dalkavuk ve kalleş olan bu tip musiki ve edebiyattan anlamasa da anlıyormuş gibi davranmayı sever. İkincisinin de ilkinin öz kardeşi olduğunu fakat onun tersine kılıksız serseri bir kardeş olduğunu belirtir. İnançsızlığını gizleyecek bir utanç maskesinden bile mahrum olduğundan ahlaksızca maceralarını birer başarı gibi anlatır. Birinci sınıf bir yalancıdır ve yapılan iyilikleri hemen unuttuğu gibi kötülükle karşılık verir. Safa, bu iki tipin de mayalarının bir olduğunu ve ikisinin de mensup oldukları milletin yeteneklerine inanmadığının altını çizer. Doğu- batı sorunun yarattığı bu iki işe yaramaz aydın tipi dönemin ana sorunsalını gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Peyami Safa, Avrupa’ya yaptığı gezi sonrasında Batı ile aramızdaki farkın zannedilenden daha fazla olduğunu şu sözleriyle ifade eder: “Avrupa’da beni hayrete düşüren şey, onlarla bizim aramızdaki farkın resimde ve kitapta görünen bütün dereceleri aşacak kadar büyük olmasıdır. Tanzimat’tan beri Türkiye’ye bu fark lazım olduğu kadar anlatılamamıştır; çünkü zekanın madde üstündeki tecellisini ancak göze ait ölçülerle tayin etmek mümkün olduğu yerlerde kitap, resim, fotoğraf, hatta sinema bile, üç bin senelik tarihi olan bu mucizeyi tanımaktan aciz kalıyor. Bildiğimiz maddelerden her birini

61

yüz misli büyüklüğe, yüz misli güzelliğe, yüz misli halisiyete ve mükemmeliyete darb edelim: İşte Avrupa!” (Ayvazoğlu, 2008, 275).1

Tanpınar da çoğu yazısında batılılaşma problemi üzerinde durmuş günlük bir gazetede çıkan bir yazısında şunları ifade etmiştir: “ Fakat bütün bunlar olurken yavaş yavaş eski harsımızla olan rabıtaları kestik ve birdenbire- kalabalık bir caddede hafızasını kaybetmiş bir adamın vaziyetinde- kaldık. Yahut hiç olmazsa- belki kendimizle fazla meşgul olduğumuz, tarihimizi bütün mefahiriyle öğrenmeye en çok heves ettiğimiz bir devirde- kendimizi eski manevi benliğimize karşı hiçbir sempati hissetmeyen yabancı ve dargın bir ruh haleti içinde gördük. İşte bu tarih içindeki hüviyetimize karşı olan yabancılık- belki de böyle bir menfi vaziyete Garplılaşmamız için ihtiyaç kalmadığından- bugünkü nesli sıkmaktadır” (Okay, 2012, 180). Nurdan Gürbilek, Tanpınar’ın eserlerine yansıyan şark anlayışını ana kaybıyla ilişkilendirdiğini belirtir. Giderilmez bir öksüzlük ve bitmeyen bir yas duygusuyla anlattığı şark onda “Kudreti devralınacak ölü ata değil; sanatın gücü sayesinde ölüler ülkesinden, kapatıldığı yer altı sarayından kurtarılması gereken ölü annedir. Pınarı kurumuş, bakışları donuklaşmış, aynası çoktan körelmiş anne” (Gürbilek, 2010, 94-96).