• Sonuç bulunamadı

Korku insan için itici güç olmasının yanı sıra onu sınırlaması bakımından da önemlidir. Tüm dinlerin temelinde, tüm devlet yönetimlerinde korkunun insanı denetim altında tutmak için kullanılan bir kontrol mekanizması olduğu görülür. Hıristiyanlıkta, Papa’dan rahiplere kadar din adamları insanların yaşamını denetlemek adına kendilerini görevlendirdiler. Belirlenen kurallarla insanlara nelere inanmaları gerektiğini öğrettiler. Burada amaçları, kişisel düşüncenin bir yana bırakılarak belirlenen kurallara sorgusuzca bağlanmalarını sağlamak ve aklın yerini kör bir inançla doldurmaktır. Cahil halk yığını da karanlıkta kaldığı ve yönünü bulamadığı için korkuya kapılarak kendisine yol gösterecek birilerine ihtiyaç duyar ve din adamlarının dayattıklarını sessizce kabul eder. “İnsanların içine sokulan ölümden sonraki yargılama günü korkusu Kilise’nin gücünün başta gelen kaynağı oldu… İnsanlara egemen olan korku, kurtuluşa ulaşamamak korkusu, sonunda yaşamın her evresini ve yanını en ufak açık bırakmamak üzere kapsayan Kilise’ye esas gücünü verdi. Şeytan, Günah, Cehennem.. Bunlar saplantı olarak yerleştirildi insanların kafalarına ve tüm Orta Çağ boyunca Hıristiyan teolojisinin ayrılmaz parçaları oldular” (Şatır, 2004, 160-161).

Bireyin başından geçen olaylar yani deneyimler korkularını şekillendirir. Çocuklukta yaşadığı travmatik bir olay ileriki dönemlerde başka bir korku olarak kendini gösterir. Günümüz insanlarının korkuları artık deneyimsel korkular olmaktan çıkmış durumdadır. Yaşadığımız çağ düşünürler tarafından korku çağı olarak çoktan kabul görmüş durumdadır. İçinde bulunduğumuz bu korku çağı, insanı insandan uzaklaştırmak adına tüm silahlarını kuşanmış gibidir. Korku sadece bireysel düzlemde görülmez, onun toplumsal boyutu da vardır ki bu korku çok daha vahimdir. Yerleştirilmeye çalışılan korku kültürü insanları birbirinden uzaklaştırmakla işe başlıyor. Yaşadığı çevreyi hatta dünyayı güvenli bulmayan birey çevresinden uzaklaşarak yalnızlaşmayı tercih ediyor fakat bu yalnızlaşmanın korkularını daha da

35

arttırdığının farkında değildir. Frank Furedi (2014), insanlardaki dünyayı değiştirme tutkularının yerini güvenliği sağlama kaygısının aldığını söyleyerek korku ile risk kavramının ilişkisine değinir. Günümüzde risk kavramının takıntı haline geldiğini ve bunun sonucunda da insanın çaresiz bir varlık olduğunu vurgular. Kişinin kendini risk altında görmesinin toplumda giderek yaygınlaştığını, bu durumun da davranışları belirlediğini, korku ve kaygıları büyüttüğünü söyler. Teknolojinin gelişmesi bir bakıma riski arttıran bir unsurdur. Bilginin artması bilinmeyen risklere karşı daha duyarlı hale getirdiği için kaygı da o oranda artış gösterebilir. “Teknolojinin doğayı algılama kapasitemizi bu ölçüde genişletmesiyle birlikte en güçlü ilkelerimiz bile sarsıldı. ‘Öldürmeyeceksin’ emrine belki hala saygı duyuyoruz; ancak insan rahmini inceleyebildiğimiz, bir tüpte insan yumurtasını dölleyebildiğimiz ve beyin fonksiyonları durmuş bir insanın vücuduna hava ve kan pompalayabildiğimiz için, yaşam ve öldürme kavramlarını sorgulamaya başladık…artık riski ölçmek için gelişmiş biyolojik yöntemler ve bilgisayarlardan yararlanıyoruz. Bir süre sonra, riskin ne kadarının fazla olduğuna, hatta kaç kişinin ölümünün makul olduğuna biz karar vermeye başlayacağız” (Furedi, 2014, 92).

Birçok önemli yazar ve araştırmacı teknolojinin yeni tehlikeler yarattığını kabul eder. Ulrich Beck, -tehlikenin kaynağı artık cehalet değil bilgidir- diyerek bilginin artması ile risk olgusunu ilişkilendirir. Anthony Giddens, -günümüzde karşı karşıya bulunduğumuz belirsizliklerin birçoğunun kaynağı bizzat insanoğlunun bilgisindeki artıştır- der (Furedi, 2014, 95).

İlkel dönemden bu yana doğa-insan karşılaşmasının yarattığı korkuya günümüzde sanayileşmenin, teknolojik gelişmenin yarattığı korkular eklenmiştir. İlkel dönemde korkunun kaynağı cehalet iken modern dönemde korkunun kaynağı bilmektir. Teknolojik gelişmelerle doğaya hükmetmeye başlayan insanoğlu doğaya yaptıklarından ve yapabileceklerinden korkmaya başlar; çünkü artık kendi gücünün farkındadır. Bir zamanlar doğa karşısında kendini aciz gören insanoğlu denen yaratık günümüzde kendini doğanın efendisi gibi hissetmektedir ki aslında korkusunun temelinde yatan da budur. Teknolojisi istediği kadar gelişsin, bütün donanımları istediği kadar arkasına alsın dünyanın ve doğanın düzenine karşı koyamayacağını bilmek onu asıl korkutandır. Yüzyıllardır ölüme ve yaşlanmaya çare bulmaya çabalayan insan hala ölümsüzlük iksirini bulmaya uğraşsa da içten içe bunun mümkün olmayacağının sonunda mutlaka düzenin kazanacağının bilincindedir. İşte bu bilinç ve acizlik insanın korkularının temelidir.

36

Risk ve güvensizlik sorunlarının devlet aracılığıyla medya tarafından da desteklenmesi toplumun korku seviyesini yükseltmektedir. Neyin risk ya da neyin güvensiz olduğuyla ilgili haberler ya da reklamlar insanları sürekli bir tehlike bekler hale getirmektedir. Salgın hastalıklar, terör, kanser vb. ölümcül hastalıklar ile ilgili haberler insanların geleceğe yönelik düşüncelerini de olumsuz etkilemekte, zihinlerde bir nevi gelecek korkusu yaratmaktadır. Bireyin korkularından beslenen bu korku kültürü, insanın korkularını unutmaması için elinden geleni ardına koymuyor gibidir. İster devlet eliyle olsun ister toplumun kendi bünyesinden kaynaklansın bireysel korkuların yanında toplumsal korkular da vardır. Pierre Mannoni, bu korkuları kutsal olanlar ve kutsal olmayanlar olarak ayırmıştır. Kutsal korkunun temelinde din olgusu vardır ve M. Elliade’ye göre “ne kozmik ne de insani hiçbir şeye benzemeyen bu güçle karşılaştığında insan kendi hiçliği duygusuna kapılır” (Mannoni, 75). Bütün dinler insanları birlik içinde ve baskı altında tutmak için korkuyu kullanır. Burada en önemlisi de günah korkusudur. Günah korkusuyla bireylerin, insan ilişkilerini, toplum kurallarını öğrenmesi amaçlanır. Kutsal olmayan korkular da günlük yaşamda karşımıza çıkan korku kültürünü oluşturan dayatmalardır. Astier, bu noktada korku ile manipülasyon terimini birleştirir ve şöyle der: “manipülasyon teriminin kendisi, çağrıştırdığı tehlike ve kötü niyet ile zaten korkunun ifadesidir… düşlere ve olağanüstü umutlara ve aynı zamanda şimdiye kadarki korkulardan tamamen farklı boyuttaki korkulara yol açarlar” (Mannoni, 81). Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işleminin adıdır. Günümüz toplumunda bu manipülasyonlar o derece etkilidir ki insanoğlu kendini çaresiz, aciz bir varlık olarak kabul etmiştir. Neredeyse her alanda görülen güvensizlik ortamı bireyleşme sürecini de hızlandırmış durumdadır. “Bireselleşme süreciyle toplumsal karamsarlık hali örtüşünce, toplum yaşamına katılmanın önemini küçümseyen bir kinizm ortaya çıkar. İnsanoğlunun sorun çözme becerisine karşı duyulan bu güvensizlik kişinin savunmasızlık duygusunu daha da arttırır. Dolayısıyla, toplumdaki panik eğilimini besleyen şey, güvensizlik hissinin ve insanın çözümlerinin tükendiği duygusunun çakışmasıdır” (Furedi, 2014, 113). Aile kurumunun giderek önemini kaybetmesi, suç oranlarının artması, insanın insana olan güvensizliği gibi sorunların temelinde bireycilik olduğu düşünülüyor. Toplumdan uzaklaşarak bireyselleşen insan sadece kendi çıkarlarının peşinde ilerlemeye başlayınca toplumsal çözülme hızla başlamış olur. Dünyanın, doğanın, düzenin değişmesi artık tehlike olarak algılanır hale geldi. Bu nedenle sadece bireysel olarak değil toplumsal olarak da gelecek tehlikeli olarak tasavvur edilir. Çünkü gelecek bilinmeyendir, yaşanacak değişimlerle daha da belirsizleşmiştir. Furedi (2014), şimdi korktuğumuz geleceğin bugünkü

37

davranışlarımızın bir sonucu olduğunu söyleyerek insanın kendi korkularının kaynağı olduğunu vurgulamış olur. Yok etme ve yıkıcılık bakımından üstüne bir varlık olmayan insan varlığı, kendi fıtratını bildiğinden gelecek ile ilgili kaygılanır. Pierre Mannoni, toplumsal korkuları sadece olumsuz yönleriyle değil, olumlu yönleriyle de ele almıştır. Korkuyu festivallere, karnavallara benzeterek onlar gibi rol oynayacağını belirtir. “ O da, heyecanın tırmanmasına ve alışkanlıkların altüst olmasına yol açarak, sıkıntı ve monotonluk çemberini kırar. O da ilgiyi başka alanlara çeker ve duygusal hayatı, dönüklüğün, yavanlığın daha önce görülmüş olanın dışına çıkarır” (Mannoni, 94).

Althedie, popüler kültür ve kitle iletişim araçlarının korkuyu kullanmasında bir bağlantı olduğunu düşünür. “Toplumsal gücün kontrol mekanizmasını ölçebilmek amacıyla gazete başlıkları, televizyon haberleri sürekli öyküler uydurarak birer korku makinesine dönüşür ve olayların kontrolünü değiştirmeye çalışırlar.” Suçun ya da olayın dehşete dönüşmesi için dilde yapılan "vurgu"lar önemli demeçler halinde, savaş, doğal felaket, hastalık gibi olaylarda gizli bir kontrol mekanizması olarak yayılmaktadır (Torun, 2011, 15). Toplumsal korkuların oluşumunda risk kavramının önemi kabul görmektedir. Riskin toplumsal boyuta ulaşmasının sebebi olarak da modernizm görülmektedir. Anthony Giddens, teorilerinde risk kavramını genellikle belirsizlik ve olasılık kavramları ile birlikte ele alır. Ona göre risk, gelecekteki olasılıkla ilişki içinde aktif bir biçimde saptanmış tehlikelerdir

.

“Korku, panik ve donukluğun ilk evresidir. Yayılan dalga ani bir şok değildir. İletiden yayılan korku dalgaları yavaş ve örgüsel olarak üst üste gelen mesajlar doğrultusunda ortaya çıkar. Korkuları çerçeveleyici özellikler vardır. Cinsiyet, etnisite, yaşam biçimi, din, politik görüş vs. tehlikeyi ya da saldırıyı başarılı kılan, aniden meydana gelmesidir. Olay normal zamanın akışını acı bir şekilde kesintiye uğratır. Planlama süreci ne kadar uzun olsa da şiddetin kendisi bir uğraş, faaliyet değildir, yalın eylemdir. Tek bir an her şeyi değiştirir. İnsanlar daha şimdi rutin işleriyle uğraşırlarken birden taş üzerinde taş kalmaz. Etraf cam kırıklarıyla, kopmuş uzuvlarla, yangın kokusuyla kaplanır. Tehlike, saldırı her neyse dışarıdan gelen bir uyarandır. Aniden patlak verir ve kelimenin tam anlamıyla vurur; görülmemiş bir şiddettedir. Bu kadar büyük bir şiddete daha önce hiç rastlanmamıştır. İnsanlar o ana kadar gerçekleşen bu dehşetin boyutlarını bilmediklerinden ulaşabileceği boyutlardan habersizdir. Birden şeylerin düzeni yerinden oynar. Alışılagelmiş dünyanın sürüp gideceğine dair oluşan güven yok olur. Paniğin ardından bir hareket fırtınası patlak verecektir. Fakat ondan önce bir an vardır ki, insan yerinde mıhlanıp kalır. O an, bir kazayı izleyen o tek saniyelik korkudan daha uzun sürer. Kimileri şoktan öylesine felç olur ki, hiçbir yara almamış bile olsalar vücutlarını yerinden oynatmakta zorlanırlar” (Torun, 2011, 55). Sofsky, bu düşünceleriyle korku sonrası gerçekleşen ilk tepkinin akıl durması sonucu meydana gelen donuklaşma olduğunu vurgulamak ister.

38

Frank Furedi korkuyu, beklenmedik ve öngörülemeyen bir durumla karşılaşan insanın, zihnini yoğunlaştırmasını sağlayan bir mekanizma olarak tanımlar. Kişisel deneyimler insanın korkularını şekillendirir fakat günümüzde bireyin duyduğu korkuların sadece kişisel deneyimlerden değil özellikle yaratılan korku kültüründen de kaynaklandığı görülür. Furedi’ye göre korku zihinlere hakim olduğunda dünyadaki sorunlar abartılmaya ve var olan çözüm yolları da göz ardı edilmeye başlanır (Furedi, 2014, 8).

Küreselleşen dünyada her şey çok hızlı bir şekilde değişmekte ve bu değişen şartlar bireyi zorlamaktadır. Bu noktada küreselleşme kavramına da göz atmak gerekir. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan, hızlı değişimlere dayalı ekonomik bir süreçtir. “Bireysel olarak küreselleşme, bir algı nesnesi olarak algılandığında, insanın kimliğini, kişiliğini, güdülerini, dürtülerini, duygularını, çoşkularını, bilgisini, düşüncesini, amacını, beklentisini, düşünü, düşlemini, tasarımını, davranışını, tutumunu, eylemini etkileyen iletiler sistemidir. Toplumsal olarak küreselleşme ekonomi, kültür, politika, siyaset alanlarında etkin ve yaygın değişim olarak algılanan, geleceğin kapılarını açacak olan bir kavramdır” (Burkovik, Tan, 2009, 142-143). Küreselleşme çağı az gelişmiş ya da gelişmekte olan devletler için zorlu bir süreçtir; çünkü küreselleşmenin amacı, küresel güçler tarafından az gelişmiş ya da gelişmekte olan dünya ülkelerinin her türlü kaynağının sömürülmesidir. “Küreselleşme, dünyanın tek bir mekan olarak algılanabilecek ölçüde sıkışıp küçülmesi anlamına gelen bir süreci ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle dünyanın 'tek bir yer' olarak algılanması yönündeki bilinç artışı olarak anlatılabilmektedir. Bununla birlikte küreselleşmenin, sonuçta tek bir dünya yaratmaya yol açmadığını, birleştirici olmanın yanında yıkıcı olduğunu, bütünleştirici olmakla beraber parçalayıcı nitelikler taşıdığını, böylelikle çelişkili bir süreç olduğunu belirtmekte yarar vardır” (Polatlı, 2016). Küreselleşme, insanları ayrıştırarak bir nevi doyumsuz birer tüketim canavarına dönüştürmüştür. Her şeye sahip olmak isteyen, sahip oldukça doymayan daha fazlasını isteyen bir nesil ortaya çıkmıştır.