• Sonuç bulunamadı

Akşin’e göre klasik Osmanlı toplum düzeni yönetenler ve yönetilenler olarak ikili bir yapıya sahiptir. Yönetenler askeriler ve ulemadan; yönetilenler ise lonca esnafı, tüccar ve sarraflardan oluşan kentliler ile köylü ve göçebelerden oluşur. Osmanlı devletinde askeriler devlet hizmetindekilerin hepsi anlamına gelirken, yönetenlere bazı ayrıcalıklar sağlanmıştır. Yönetenler, yönetilenlere göre daha yüksek bir hayat standardına sahiptir. Yönetenler vergi vermezler. Askeri sınıfa ulema ve yürütme işiyle ilgili kişiler dâhildir. Askeri sınıf, padişahın kuludur. Bunların ölümü halinde malları müsadere edilir. Ancak bu duruma çözüm olarak müsadere edilmedikleri için vakıflar öngörülmüştür (Akşin, 1996:7-9). Osmanlı devletinde dört bürokratik sınıf vardır. Bunlar mülkiye, kalemiye, seyfiye, ilmiyedir.

Mülkiye sınıfında sadrazamlar, vezirler, beylerbeyleri, sancak beyleri gibi üst düzey sivil ve askeri idareciler bulunurdu. Bu askerler Enderun’da eğitim alırdı. Din, yargı, eğitim ve bazı belediye işlerine bakan ilmiye sınıfı ise kadılar, naipler ve kazaskerlerden oluşurdu. Bunlar hem kadılık hem de belediye işlerine bakardı. Seyfiye sınıfı ise en üst rütbelerdeki askeri personelin dışında kalan askerleri kapsar. Kalemiye sınıfı devletin her türlü kaydını tutar ve haberleşmesini sağlardı. Bu sınıflarda bulunan bürokratlar vezirler değişse de işlerinin uzmanı oldukları için değişmezlerdi.

Osmanlı’da memurluğa giriş için kurallar vardır. Devşirme sistemiyle sarayda yetişen zeki gayrimüslim çocuklar istihdam edilmiştir. Bu sayede büyük ailelerin ve önemli kişilerin yakınlarının istihdamı önlenmiştir. Osmanlı yönetiminde ilke olarak medreselerde Müslüman ailelerin çocukları eğitilip dini bürokraside görevlendirilirken, asker ve sivil bürokratların Müslüman kökenli olmamasına, din, aile ya da meslek gibi bağlarla toplumsal bir ilişki taşımamasına özen gösteren, sadece padişaha bağlı olmasını sağlayan bir sistem benimsenir. Merkezdeki askeri ve sivil bürokratik örgüt kapıkulları olarak anılır (Terzi, 2015:157). Osmanlı devleti Sultan’ın kulu olan ve her türlü cemaat, kültür, toprak bağından kopuk bir zümre tarafından idare edilir. Devlet adamı’nın siyasi kişiliği ancak ve ancak devlet katında yer almasından kaynaklıdır. Devlet adamının şahsi varlığı devletle bütünleşmiştir (İnsel, 2012:36).

17. Yüzyıldan başlayarak ortaya çıkan rüşvet, kayırmacılık, iltimas türünden uygulamalar liyakat bürokrasisini bozmuştur. Devletin görünen yüzü olan bürokrasideki aksamalar vatandaşların güvenini sarsarak üst düzey memurların derebeyi-ağa gibi hareket etmelerine neden olmuş, alt düzey memurlar ise kul psikolojisine girmişlerdir. Yöneticiler kul sistemine tabi oldukları için bunların can ve mal güvenliği yoktur. Kul sisteminde hem merkeziyetçilik sağlanırken, hem de can ve mal güvenliği bulunmayan kul yöneticilerin özerkleşerek iktidar olması engellenmektedir (Önder, 2009:480). Bunlar yine de yönetenler olarak ayrıcalıklıdır ve yönetilen halk ise çevredir. Bu yöneten ile yönetilen kopukluğu, Şerif Mardin tarafından merkez-çevre olarak ifade edilen; sonra ulus devlete de yansıyacak bir kopukluktur. Merkezdeki idareciler maddi olarak güçlü tutulmuş, çevrenin zenginleşmesine de engel olunmuştur. Şerif Mardin’e göre gerek Türk, gerek Batılı

yazarlar Osmanlı’da babadan oğula geçen bir aristokrasinin bulunmadığını söylerler. 19. yüzyılda artık bürokratlar kulluk statülerini reddederek siyasal iktidarın dizginlerini ele geçirip çağdaşlaşma hareketinin önderliğini üstlenirler ve imparatorluğa kişi haklarının korunmasına ilişkin Batı kökenli kavramları getirirler.

“Ancak, bu girişimler yakından incelendiğinde, yeni yeni ortaya çıkmakta olan çağdaş bürokrasinin, aslında kendi haklarını belirlemek ve korumak peşinde olduğu açıkça görülür. Çağdaş Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik temelini atan da bu tabaka olacaktır.” (Mardin, 2012:79)

Ahmet İnsel’e göre Cumhuriyet döneminin bu açıdan Osmanlı’dan bir farkı vardır. Türkiye Cumhruiyeti Devleti, geleneksel Osmanlı İdaresi’nin tersine, devletin “kenar” veya başka bir deyişle devlet dışıyla ilişkisini bütünüyle değiştirmeye, bu kenarı sıradan bir “periferi” durumuna getimek için uğraşır. Osmanlı kendini topluma karşı korumak için örgütlerken, topluma müdahalesi temelde yaptırmamak şeklindedir. Cumhuriyet döneminde devlet kendi varlığını, korunmasını toplumun değişmesine bağlamaktadır. Bu nedenle hem yasakçı hem de yaptırmacı bir nitelik kazanmaktadır (İnsel, 2012:25, 282).

Geleneksel Osmanlı sisteminde bürokrasi tamamen padişahın emrindedir. Padişaha kayıtsız şartsız itaat asıldır. Ancak batılılaşmanın etkisiyle askerler bunlar içinde en güçlü grubu teşkil eder. Bunlar kendilerini devletin sahibi olarak gördüklerinden zaman zaman kazan kaldırırlar. Dahası geleceğin birçok paşası, askeri okulda öğrenci iken kendini başarılı bir komutan olmaktan daha çok geleceğin siyasi lideri, toplumu şekillendiren bir mühendisi olarak görmektedir (Ertunç, 2013:450). Osmanlı devleti 19. yüzyılda geleneksellikten çıkarak merkeziyetçi devlet tipine dönüşmek istemiştir. 2. Mahmut’un yapmaya çalıştığı yenililikler bu minvalde değerlendirilebilir93 (Ortaylı, 2006: 121-124). 2. Mahmut otoriteyi tesis edebilmek için Yeniçerileri ortadan kaldırır. Geleneksel kapıkulu yerine devletin hizmetkârı memuriyetler getirir. Memuriyetin belirli ölçüde bir eğitimle girilen ve terfilerde

93 Ortaylı’ya göre Tanzimat öncesi dönemde merkeziyetçilik zayıftır. Tımar sisteminin varlık nedeni

de geleneksel devletin güçsüz bir yönetim örgütüne sahip olmasıdır. Merkezi yönetim, ülkeyi kapsayan bir maliye örgütünden, maaş ödemeleri yapmaktan, vergi tahsil etmekten, gerekli kayıtları tutmaktan ve tek bir elden güvenlik güçlerini harekete geçirmekten acizdir (Ortaylı,1977:2).

hiyerarşinin gözetildiği bir meslek haline getirilmesi Tanzimatçılar tarafından gerçekleştirilir (Çanaklı, 2011:53). Tanzimatla birlikte bürokrat kökenli devlet adamlarının etkisi hissedilir olmuştur. Bunlar kalemiye mensubu ve yabancı dil bilmektedir. Tanzimat bürokratları kendilerini devletin sahibi olarak görürler, kendilerini de yeni bir medeniyetin temsilcisi saymaktadır (Eryılmaz, 2013:147). Bunların gücü aslında tercüme odası olarak bilinen yerde yetişmelerinden gelir. Batıyla diyaloga geçmek açısından tercüme odası önemlidir. Burası yüzü batıya dönük memurların ilk görev yeri olarak, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya yönelimini, yeni bir anlayış benimsenmesini temsil ederken, devlet yönetimine geçecek kişiler buradan yükseldiğinden, burası aynı zamanda iktidar için de bir savaş alanı olur (Önder, 2009: 166). Padişah’ın verdiği kararların yerini tanzimat döneminde buradan yetişen Mustafa Reşit Paşa94 gibi bürokratik bir azınlığın vereceği kararlar alır. Bunlar tercüme odası kanalıyla hariciyede bir silsile olarak yetişmişlerdir. Zaten bunlar, Mardin’in deyişiyle kendilerinin bütün Osmanlı Türklerinin nihai hedefi olarak görünen ‘eski Osmanlı ihtişamını’ geri getirmeye hasretmiş, dahası kendilerini de bunu yapabilecek yegâne insanlar olduklarına inandırmışlardır (Mardin, 1996). Bunlar daha önceki kul psikolojisine sahip bürokratlardan farklıdır. Tanzimat dönemi bürokratlarıdır ve çok etkilidirler. Bunun bir nedeni tercüme odasının kurulmasının da gerekçesi olan devşirmelere karşı duyulan güvensizlik olabilir. Nitekim kendisinin aslen uyruğunda olduğu devletle yapılan müzakerelerde tercümanlık eden bazı devşirmelerin Osmanlı aleyhine çalıştıkları görülmüştür (Veinstein’den aktaran Güven, 2009:74)95.

Tanzimat fermanı bürokratlara bazı avantajlar sağlar. Mal, can ve namus güvenliği, müsadere usulünün kaldırılması, rütbelerin tenzili ve geri alınması, sürgüne gönderme gibi uygulamalar bürokrasiyi padişaha bağımlı kıldığından bunlar

94 Osmanlı’nın tanzimattan sonraki gelişmelerinin anlamlandırılması bakımından Mustafa Reşit Paşa

önemlidir. Nitekim Mustafa Reşit Paşa’ya bazılarınca olumlu özellikler atfedilirken, bazılarınca tenkit edilir. Şinasi, Mustafa Reşit Paşa’ya ‘medeniyet resülü’ demektedir (Doğan, 1992:70). İdris Küçükömer, Batılışma & Düzenin Yabancılaşması’nda Mustafa Reşit Paşa’nın Batı’nın medeni kurumlarının alınması gerektiğini savunmasından hareketle, ‘devleti kurtarma’ adına batı kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası olarak görmektedir (Küçükömer, 2013:71).

95 Akyıldız, devleti sıkıntıya sokan en önemli sorun olarak Avrupa dili bilen Müslüman ve güvenilir

elemanların olmamasını gösterir. Tercüme işleri tamamiyle fenerli rumlara havale edilmiştir. Oysa bu tercümanlardan Godrika, Osmanlı Devletinin parçalanması hakkında Napolyon’a planlar sunar. Osmanlı elçisine gelen bütün yazıları Fransız Dışişleri Bakanı Talleyrand’a iletir (Akyıldız, 2015:21- 22).

yasal bazı güvencelere bağlanmıştır (Öztürk, 2017:292). Bu yasalılık bunları güçlendirir ve bürokratlar Heper’in deyişiyle statü elitler haline gelirler. Statü elitler kararlarında temel olarak kamu yararınının ne olduğunu belirleme hakkını kendilerinde görürler (Heper’den aktaran Öztürk, 2017:293). Bunlara karşı ise Yeni Osmanlılar olarak bilinen daha alt kademe bürokratlar konum alır. Tanzimatçıların uygulamalarına karşı bürokrat, ulema ve askerden oluşan bu üçlü ittifak bir araya gelir. Çünkü memur ailelerin çocukları memuriyet hiyerarşisinde yükselirken, ilerlemeleri yetenekleri sayesinde olan memurlar yerinde sayarlar. Bürokraside ilerleme kanalları tıkanmıştır. Ulema ise genel hatlarıyla bir dünyevileşmeden ötürü geri planda kalmıştır. Bunlar hürriyet taraftarıdır, bir parlamento talep ederler. Yeni Osmanlılar yenilik hareketlerini Batı ülkelerinin gözlerini boyama olarak değerlendirirler.

“Yeni Osmanlıların amentüsü olarak bilinen ve Prens Mustafa Fazıl Paşa tarafından Sultan Abdülaziz’e yazılan ünlü mektup günümüz demokrasilerini şaşırtacak ölçüde cüretkâr bir üslupla başlar: ‘Padişahların sarayına en zor giren şey doğruluktur. Onların etrafında bulunan kimseler, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar.’ (Bilgegil’den aktaran Kahraman, 1991: 15).

Yeni Osmanlılar, Tanzimat döneminde çok başarılı olamasalar da 2. Abdülhamit aleyhine bir muhalefeti beslemişlerdir. Buradan tüm farklılıklarına rağmen Jön Türkler’e bir geçiş olduğu söylenebilecektir. Zira iki tarafın da sonuç olarak Abdülhamit muhalifi olduğu bilinmektedir. Diğer taraftan bunlar da aynı şekilde taşraya mesafelidir. Bunlar taşralı olup, taşraya karşı kuşkuludurlar. 2. Abdülhamit bürokratlarla bir mücadeleye girecektir. Nitekim onun bürokrasiyi karşısına almasına rağmen halkı yanına almayı başardığı söylenir (Tataroğlu, 2016:189). Zira 2. Abdülhamit 2. Mahmut’un ölümünden sonra Babıali ve sivil bürokrasi lehine gelişen dengeleri tekrar saray lehine bozar. Buradan sonra Jön Türkler’in merkeziyetçi kanadı olan İttihat ve Terakki, 1918’e kadar etkili olmuştur. Bunların temel hedefi meşrutiyet iken, iktidarda kalmak için meşrutiyete kendileri zarar verir. Tarık Zafer Tunaya’ya göre ittihatçılar, halka rağmen halk için yöntemine inanmışlardır. Bunlar vesayetçi, muhalifliği vatan hainliği olarak gören bir yaklaşıma sahiptir (Tunaya,

1989:10). Nitekim Türk siyasi tarihinde muhalefeti siyasal bir yapının gereği olarak değil ve fakat “vatan hainliği”, “vatan millet düşmanlarının gizli eli” olarak görme alışkanlığı İttihat ve Terakki’nin başlattığı geleneğe dayandırılır (Karatepe, 1997:134). Said Halim Paşa’ya göre de 1908 Meşruiyeti’nin de temeli 1876 Kanun-i Esasi’nin amacı halkı yönetime iştirak ettirmek değil, büyük nazır ve memurların, hükümdara karşı kendi çıkarlarını korumak istemeleridir (Bülbül, 2018:17). İttihat ve Terakki ile birlikte ordu, siyaset sahnesine etkili bir şekilde katılır. 20. Yüzyılın başında hâkim otorite İttihat ve Terakkidir. Kurtuluş savaşının yönetici kadroları da büyük ölçüde bu gelenekten gelen veya ittihatçılardan etkilenen kişilerdir (Eryılmaz, 2013:148). Bunların temsil ettiği devleti koruma ve kurtarma fikri 1950 yılına kadar Türk siyasetinde etkili olur (Findley, 2014:165). Bunlar halkı modernleştirici olarak ortaya çıkar. Gelişmekte olan ülkelerde iyi bir asker biraz da modernleşmiş insan olarak görülür. Bunlar ülkelerinin yenilikçileri olarak öncü rolü oynayan ‘modernleşmiş’ askeri elitler, ‘modernleştiriciler’ olarak da toplumsal dönüştürücü rol oynarlar (Shils’den aktaran Önder, 2009: 148). Nitekim İttihat ve Terakki’nin bütün üyeleri bürokrattır ve temelleri Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye öğrencilerinden taraftar bulmuştur. Bu öğrenciler mezuniyet sonrası bürokratik makamlara atanmalarıyla birlikte etkili hale gelmişlerdir. Bunlar sürekli olarak kendi üyelerini de Osmanlı Devlet İdaresi’nde önemli mevkilere getirmek için çaba göstermişlerdir (Göçek, 1999:82). Burada sarayın bir fonksiyonunun kalmadığı anlaşılmaktadır.96

19. yüzyılda Osmanlı bürokratının bürokratik yönetim geleneğinde önemli bir yer işgal ettiğini söyleyen Heper’e göre bu bürokratlar aklın, bilimin önemine işaret eder. Eğitimde amaç entelektüel açıdan üstün, normatif nitelikte ve topluma belli değerleri empoze edecek kişiler yetiştirmektir (Kazamias’tan aktaran Heper, 2015:127). Ayrıca bu dönemde, kişiye karşı kurum fikri de gelişmiştir. Bu durum, bürokraside bir devamlılık anlamına gelir. Burada mevzuat düzenlemeleri süreklilik halinde kendine yer bulur. Metin Heper’e göre bürokrasi, batılılaşmaya katkılarından ötürü siyaset yapması istenen bir role bürünmüştür. Bu da Türk bürokratik geleneği

96 Çanaklı, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın 1910 tarihli Küçük Paşa adlı romanından bir alıntı yapar.

Burada iki kişi arasında geçen diyalog durumu izah eder. “-Devlet nedir? (…)-Bunu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeleri saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar saldırır.-Padişah kimdir?-Devlet Efendimizin altın kafes içinde oturan büyük oğlu.” (Aktaran Çanaklı, 2011:151)

açısından önemlidir (Heper,1974:161). Zaten kurumsallaşma zamanla bir tür devlete bağlılık haline gelecektir. Bu bürokratlara aydınlar da iştirak edeceklerdir. Osmanlı aydını devletin kurtuluşu için reçeteler yazandır. Muhalif gazetecilere bir ceza vermek istenirse de bunlara bürokratik bir makam tahsis edilir. Bu onların ayrılmazlığının bir göstergesidir (Önder, 2009:213-216).

İttihat ve Terakki’ye mensup veya yakın sivil ve asker, ilk acı tecrübelerini 2. Meşrutiyet döneminde yaşarlar. Devleti ele geçirmek toplumu ele geçirmek değildir (Ertunç, 2013:451). Buna göre bunlar devletin toplumda organik bütünlüğü olduğunu ve devlet gücünün temelini de anlayamazlar (Küçükömer, 2013:89). Küçükömer, İttihat ve Terakki’ye ‘iktidar tekkesi’ diyen Yahya Kemal’i zikreder ve bunların bir kısmının ilerde firma sahibi olduğuna da değinir (Küçükömer, 2013:92). Bunlar aynı zamanda modern eğitim süreçlerinden geçmiştir ve ülkedeki etkinliklerini de batılılaşma ekseninde kullanmışlardır. Yani bunlar kendilerini modern toplumun kendi ülkelerinde inşa ediciliğine soyunmuşlardır. Nitekim gelişmekte olan ülkelerde bürokrasinin siyasal niteliği ağır basmaktadır (Şaylan, 1986: 40). Burada Mills’in deyişiyle bir siyasal seçkinlikten ziyade, iktidar seçkinliği bulunmaktadır. İktidar seçkinliği siyasal seçkinlerin üzerinde bir durum olup kendini devlete izafe etmekte, siyaset ise gelip geçici bir durum olarak düşünülmektedir. Cumhuriyet döneminde ulus, devletin temel esprisi olarak görüldüğünden; bürokrasi devletin kendisi olarak ortaya çıkmıştır (Aydın, 2006:77). Bu ortaya çıkış, yakın tarihimizde yaşanan hükümet darbelerinin Türk çağdaşlığını icat etme misyonunu kendilerine atfetmiş ama bu çağdaşlığın Osmanlıdan miras kalan yönetim geleneğinin dışında oluşmasını kabul edemeyen devlet seçkinlerinin içine kapandıkları fasit dairenin kilometre taşları olacaktır (İnsel, 2012:59).