• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE SİYASAL KÜLTÜR VE KÜRESELLEŞME

2.1. OSMANLI SİYASAL KÜLTÜRÜ

2.1.2. Osmanlı’da Siyasal Kültür

Siyasal kültür bir toplumdaki siyasal sisteme yönelik değerler, inançlar ve tutumlar ile ilgili bütün kalıpları vurgular. Bir toplumun siyasal kültürünün nasıl biçimlendiğine, nasıl bir dönüşüm geçirdiğine bakmak için siyasal sistemin temel niteliklerini incelemek oldukça önemlidir. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal yapısını ve siyasal kültürünü daha iyi anlayabilmek için Osmanlı siyasal yapısına ve kültürüne de bakmak gerekmektedir. Bunun en önemli gerekçesi tarihsel-toplumsal süreklilik olgusudur. Cumhuriyet her ne kadar tüm alanlarda Osmanlı’dan –eski- kopuş üzerine inşa edilmiş olsa da devlet geleneği, bürokrasi, toplumsal yapı, din gibi birçok alanda sürekliliğin olduğu, Cumhuriyete bu geleneğin miras kaldığı görülmektedir. Siyasal kültür, siyasal yapılardan çok daha büyük bir süreklilik gösterir ve yavaş değişir. Dolayısıyla siyasal kültürde bir boşluk söz konusu olmayıp süreklilik vardır. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğunun siyasal ve sosyal yapısını incelemek gerekir (Özbudun, 1990: 63).

Osmanlı siyasal yapısı, Batı feodal yapısından farklı bir biçimde bütün siyasal iktidarın, padişahın temsil ettiği, tek bir merkezde toplandığı ve Hegel’ci anlamda sivil toplum kurumlarının son derece cılız kaldığı bir “bürokratik imparatorluk” modeli

Hegel’de devlet-toplum ilişkisi bir sözleşmeye değil, bireylerin doğal olarak devlet otoritesini kabullenmesi esasına dayanır. Bu yapıda sivil toplum devlete bağlanır ve otonomisi de yoktur. Devlet, esasen sivil toplumdaki bireylerin ve tarafların çıkarlarını korur ve onların güvencesi olarak yerini alır.

Sivil toplumdaki özgürlüklerin de sosyal dengeyi bozmadan yaşayabilmesinin kaçınılmaz koşulu; güçlü, donanımlı bir devlettir. Yani sivil toplum olumsuz bir anlam teşkil etmektedir ve sivil toplumun varlık sebebi tamamen güçlü, donanımlı, metafiziksel bir devleti ortaya çıkarmaktır. Hegel’de sivil toplum

olmuştur (Özbudun, 63). Bu özellikleri nedeniyle Osmanlı siyasal kültürü, sivil topluma temel teşkil edecek nitelikte değildi. Osmanlı’da siyasal kültür hep muhalefet olgusuna antipatik yaklaşmış olup, tarih boyunca Türkler toplumla devlete karşı organik yaklaşımlar beslemiş, solidarist doktrinleri benimsemişlerdi. Siyasal yapılanma, Osmanlı’dan önce de merkeziyetçi özellikler gösterdiği için muhalefet oluşturabilecek unsurlar sapıklıkla nitelendirilmiş ve dışlanmıştır (Çaha, 2000: 151-52). Merkeziyetçi ve üstten belirlenen yapısal özellikleri nedeniyle Türk siyasal kültürü gerek Osmanlı öncesi dönemde gerekse de Osmanlı’dan günümüze gelene dek homojenliği, tekil yapıları beslemiş ve idealleştirmiştir. Toplumdan da bu yapıya koşulsuz itaat ve bağlılık beklenmiş, bunun dışındaki tüm eylem, düşünce ve adımlar fitne, bölücülük ve hainlikle özdeşleştirilmiştir. Muhalefet kültürü, farklılığa tahammül gibi olgular gelişmemiştir.

Sivil toplumun olmadığı ve bürokratik, merkeziyetçi devlet anlayışı nedeniyle, padişahın ve ona bağımlı olan merkezi bürokratların (asker ve sivil) iktidarını ne bir bürokratik sınıf, ne bir türlü doğamayan burjuva sınıfı, ne yerel yönetimler ne de herhangi bir dinsel cemaat örgütü sınırlandırılabilmiştir (Özbudun, a.g.e.: 63-4). “Böyle bir yapının ortaya çıkaracağı siyasi kültürün en önemli unsuru, otoriteye saygı ve onun yüceltilmesidir. Siyasi iktidarın ekonominin belirlediği toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olması, yönetici sınıfı da yönetilenlerden bağımsızlaştırmakta, onları devletle özdeşleştirmektedir” (Türköne, 2005: 247).

Yönetici sınıfın devletle özdeşleştirilmesi Batı feodal yapısıyla da farklılık gösterir. Batı feodal yapısında sınırlı ve paylaşılmış bir iktidar sistemi varken Osmanlı’da mutlak bir iktidar toplanması söz konusudur. Batı’da devlet, sivil toplumun bir ürünü iken Osmanlı siyasal sisteminde devlet, daha önce de belirtildiği üzere toplumun üzerinde, ondan bağımsız, her şeye kadir, adeta tanrılaştırılmış bir yüce varlık olarak algılanmıştır (Özbudun, a.g.e.: 64). Devletin varlığının kutsallığı ve devlet iktidarının sorgulanamaz doğası Osmanlı siyasal kültürünün ana özelliklerinden birisidir. Bu yapı kuşkusuz ki devletin toplumsal, siyasal ve ekonomik yapının tümünün denetleyicisi, yönlendiricisi olmasına neden olmuştur. Devletin memurları konumunda olan askeri ve sivil bürokrasi kendilerini devletin sahibi, koruyucusu ve asli unsuru

(Hegel olumsuz anlam yüklemiş olsa da) farklılık, özgünlük ve özerklik alanıdır (Bkz. Ömer Çaha, Aşkın Devletten Sivil Topluma, Gendaş Yay. İstanbul, 2000, s.31-33)

saymışlardır. Tarihsel süreçte Osmanlı deneyiminde yönetici sınıf dışında toplumsal zemini olan hiçbir düşünceye yer verilmemiş, sivil kavramı sözlüklerde yer alan bir sözcük olmamıştır. Modernleşme hareketlerinin, askeri ve yönetimle ilgili reformları temel alması da bu durumun açık bir göstergesidir. Osmanlı’da toplum diye bir kavram oluşmamıştır, oluşamamıştır. Saray “merkez” iken geriye kalan tüm topluluklar, köylüler vs. “çevre” konumu içerisinde hapsolmuşlardır.

Şerif Mardin’in Türk siyasasını açıklayabilecek bir kavram olarak ortaya koyduğu merkez-çevre ilişkileri Osmanlı’daki ikili yapıyı göstermektedir. Yönetici saray çevresi merkez iken diğer tüm uyruklar çevreyi temsil etmektedir ve bu ikili yapı birbirinden kopuktur. Merkez-çevre kopukluğunun temel birtakım göstergeleri belirli noktalardadır. Öncelikle imparatorlukta bir bölük pörçüklük vardı. Osmanlı, miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal beyler tarafından değil merkezden denetlenen bir ordu kurmakta başarılı olmuştu ama toplum bu çerçevenin içine kolayca girip oturmuyordu. İmparatorluğun içinde bazı bölgelerde imparatorluk öncesi soylular zümresi vardı ve bunların soy zinciri hala güçlüydü, ayrıca dinsel tarikatlar, etnik gruplar da vardı (Mardin, 2002: 38-9). İmparatorluk Osmanlı öncesi zümreden kalan soylular zümresine karşı kuşkulu ve mesafeliydi. Taşra ayrıca, başeğmez bir din sapkınlığının da fesat yuvalarıydı. Farklı dinler, kargaşalık yaratan tarikatlar hep tehlike oluşturuyorlardı. Tüm bunlara Osmanlı, yerelcilik temelinde göz yummaktaydı ve imparatorluk genişledikçe yeni toplumsal kurumlara, yerel törelere yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özelliklere yönelik ve merkezsel olmayan bir uzlaşma sistemi kurarak bu yapılanmalarla baş etmiştir. Böylece merkez ile çevre arasında birbiriyle gevşek bağlar kurulan iki dünya oluşmuştur. Osmanlının bu yanı imparatorluğun temel sorunlarından birisini de ortaya koymaktadır. Bu sorun, Sultan ve resmi görevlileri ile Osmanlı Anadolu’sunun iyice bölük pörçük yapısı arasında ortaya çıkan karşı karşıya gelmedir (Mardin, 39-40). Bu iki farklı kültürün karşı karşıya gelmesi ve birbirinden kopukluğu derin bir ayrımı da köklü bir şekilde toplumsal ve siyasal yaşama yerleştirmiştir.

Merkez-çevre ayrımlaşması ile “gerek devletin toplumun üzerinde ve ondan özerk bir varlık olarak algılanması yolundaki temel eğilim, gerek elit ve kitle kültürleri arasındaki derin farklılaşma, Osmanlı-Türk siyasal hayatında izleri günümüze kadar

süren güçlü elitçi ve vesayetçi yönelimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kendisini devletin ve milli menfaatin koruyucusu olarak gören ve kültürel bakımdan da kitlelerden üstünlüğüne inanan kamu bürokrasisi, gerek Osmanlı devleti gerek Cumhuriyet dönemlerinde sivil topluma ve onun kurumlarına şüphe ile bakmıştır”

(Özbudun, a.g.e.: 66). Bu şüphe merkezde olanların çevrede olanlara hiçbir zaman güvenmediği, inanmadığı, kuşkuyla baktığı, çevre’yi kontrol edilmesi gerekli bir kitle olarak onları görmesine de neden olmuştur.