• Sonuç bulunamadı

KÜRESELLEŞMENİN SİYASAL KÜLTÜRE ETKİLERİ

II. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE SİYASAL KÜLTÜR VE KÜRESELLEŞME

2.4. KÜRESELLEŞMENİN SİYASAL KÜLTÜRE ETKİLERİ

Sosyal bilimciler 1980’lerle birlikte dünyada birtakım değişim ve dönüşümlerin yaşanmaya başlandığı konusunda büyük oranda hemfikirdirler. Daha açık bir şekilde belirtmek gerekirse, kapitalizmin yeni bir safhaya geçtiği, dünya siyasetinde ve ekonomisinde önemli değişikliklerin görüldüğü bir dönem başladı. Bu yeni aşama 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansı ile başladı. Konferansın amacı, savaş sonrası küresel ekonomi için yeni bir çerçeve –ulusal bağımsızlığı güçlendirecek ve gelecekte mali krizleri önleyecek istikrarlı, işbirliğine dayanan bir uluslar arası para sistemi- oluşturmaktı. Amaç, kapitalizmi içinde bulunduğu krizden çıkarmak, kurtarmaktı (Ellwood, 2002: 27). Uluslar arası ekonomik sistemin yeniden inşası, ticaretin serbestleştirilmesinin amaçlandığı konferansla birlikte Uluslar arası Para Fonu (IMF), Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması (GATT), ve Dünya Bankası (DB) kurulmuştur.

Bretton Woods Konferansı ile kurulan IMF’nin amaçları; savaş sonrası dünyaya ekonomik istikrar kazandırmak, uluslar arası ticaretin gelişmesine yardımcı olmaktı.

IMF ile birlikte kurulan DB’de birçok ülkenin yeniden yapılanma ve kalkınma

ihtiyaçları için yeterli dövize ve bu fonları ticari bankalardan borçlanarak karşılayabilecek kredibiliteye sahip olmadıkları düşüncesiyle kurulmuştur (Karluk, 1996: 194). GATT ise, uluslararası ticareti düzenlemeyi hedefleyen bir kuruluştur.

GATT’ın amaçları; üyelerinin hayat seviyelerini yükseltmek, reel gelir ve efektif taleple istikrarlı bir büyüme ile dünya kaynaklarında tam kullanımı sağlamak, üretimin ve uluslararası ticaretin geliştirilmesine yardımcı olmaktır (Karluk, 117). Bu üç kuruluşun temel hedefleri incelendiğinde ticareti serbestleştirmeye, özelleştirme politikalarına, fiyat kontrollerinden vazgeçilmesine, gümrüklerin serbestleştirilmesine yönelik uygulamalar karşımıza çıkmaktadır. Bu politikalar günümüz küreselleşme sürecinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

1944 yılından itibaren alınan yeni ekonomik önlemler ile birlikte 1970’lere kadar bir refah devleti süreci Batı Avrupa’da yaşanmıştır. Ancak 70’lerden itibaren Batılı ülkelerde baş gösteren stagflasyon, (enflasyon ile işsizliğin aynı anda artması) bütçe açıkları, ödemeler dengesinde bozulmalar gibi sorunlar nedeniyle sosyal devletçi politikalar terk edilmeye, emek-sermaye uzlaşmasının da temelleri sarsılmaya başladı (Özkazanç, 2007: 39). 1980’lerden bu yana, dünyada; siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda farklı boyutlarda görülebilen önemli değişiklikler yaşanmaya başlamıştır. Bu dönemle birlikte teknolojinin çok hızlı değişmesi, teknolojinin hızlı bir şekilde üretim sürecinde yer alarak ürünlere yansıması önemli bir değişim ve gelişmedir. Gelişen teknoloji kapitalizme yeni ufuklar açmış, tüm dünyayı yatırım alanına çevirmiştir (Şahin, 2006: 19-20).

1980’li yıllarla birlikte dünyanın birçok yerinde serbest piyasa ekonomisine dönüş politikalarının hızlandığı, neo-liberal siyasetin ön plana çıkmaya başladığı süreç yaşanmaya başladı. Bu dönemde Batı’da Yeni Sağ olarak tanımlanan politikalar uygulanmaya başlandı. Yeni Sağ’ın amacı refah devletinin krizini çözmek üzere serbest piyasa, küçük ama güçlü devlet idi. Bu doğrultuda ekonomide bürokratik düzenlemeler gevşetildi, özelleştirme, sıkı para, denk bütçe uygulamaları gündeme getirildi.

Ekonomik ve siyasi gelişmelere kültürel dönüşümler de eşlik etti. Bireyci, rekabetçi, eşitsizlikçi söylemler ile kültürel kimlik merkezli cemaatçi söylemler toplumcu söylemlerin yerini aldı (Özkazanç, 2007: 41-2). Yeni-sağ siyasetin özünde ekonominin doğal şekilde işlediği, demokrasiye dayalı ve en aza indirgenmiş devlet anlayışı vardır.

Bu yüzden sosyal refah devleti yerini ekonomik devlete, devletçilik yerini bireyciliğe, kamu organizasyonları yerini sivil toplum örgütlerine bırakmaktadır. Yeni sağ sistemde devlet, üretim ve işletim yerine, denetim ve düzenleme rolünü üstlenmektedir. 1980’li yıllarda yaşanan dünya ekonomik krizine bir alternatif olarak ortaya çıkan Yeni Sağ, kapitalizmin krizine bir çözüm olarak geliştirildi (Safi, 2007: 260-61).

1980’lerdeki dünyada yaşanan ekonomik dönüşüme paralel olarak siyasal alanda da yeni sağ iktidarlar politikaya yön vermeye başladı. İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan ve Almanya’da Kohl’un liderliğindeki sağcı partiler, yüksek enflasyon ve ekonomik tıkanmanın sebebi olarak refah devletinin uygulamalarını görmüşler ve bu yöndeki politikaları terk etmişlerdir. İlk olarak Thatcher hükümetince uygulanmaya başlayan neo-liberal politikalar, 1980 yılında Reagan ile birlikte ABD’de uygulanmaya başladı. Neo-liberalizm, Doğu Bloku’nun çökmesiyle ve IMF, DB, DTÖ gibi kuruluşların bu politikalara sağladığı destek sayesinde çok kısa sürede dünyanın hakim ideolojisi haline gelmiş, küresel çapta kabul görmeye başlamıştır (Şahin, a.g.e.: 29-31).

Yeni sağ politikalar, bir tür liberalizm-muhafazakarlık sentezi olarak bu dönemde ön plana çıktı. Yeni Sağ’ın söylemi, neo-liberallerin sınırlı devlet, Pazar ekonomisi, ekonomik verimlilik, birey özgürlüğü gibi talepleriyle neo-muhafazakarların otorite ve geleneklere dayanan kanun ve düzen arayışı birbirine eklemlenmiştir. Bu iki anlayışın yansımaları olarak devletin ekonomik ve siyasal olarak küçüldüğü bir yapı kurulması hedeflenmiştir (Özkazanç, 2007: 42-3).

Yeni sağ, ekonomik faaliyet özgürlüğünü temel özgürlük olarak gündeme getirmektedir. Yeni sağ, bu bağlamda rekabete dayalı piyasa ekonomisinin bireysel ekonomik özgürlüğün gelişmesi için ön koşul olduğunu vurgulamakta, topluma da ekonomik ilişkiler yumağı olarak bakılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Devletçi politikaların kaynakların verimsiz kullanılmasına yol açtığını düşünen bu yaklaşımda devlet küçültülmeli ya da yeni ekonomik yapılanma yeni liberal değerlere göre biçimlendirilmelidir (Safi, 262).

1980’lerin ekonomide ve siyasette geçirdiği büyük ve hızlı dönüşüm küreselleşme olgusunun temel parametreleri ile örtüşmektedir. Bu bağlamda dünya ekonomisinde ve siyasetinde gözlemlenen liberal politikaların yaygınlaşması, devletin tek karar alma ve uygulama mercii olmasının terk edilmeye başlanması, uluslar üstü

kurumların ekonomide ve siyasette etkin roller oynamaya başlaması gözlenmiştir.

Küreselleşme süreci ekonomik anlamda tam bir dünya pazarı yaratmayı hedeflerken;

devleti, ekonomik alanda küçültüp, siyasal alanda da sınırlı ama etkin bir liberal devlete dönüştürme yolunda etkilemiştir.

1980’li yıllarla birlikte neo-muhafazkar denilebilecek birtakım söylemler de siyasette ön plana çıkmaya başladı. İngiltere ve ABD başta olmak üzere bireyci, kimlik merkezli, azınlıkların taleplerine yönelik çokkültürcülük tartışmaları gündeme geldi.

Ayrıca muhafazakar anlayışın bir göstergesi olarak otoriter söylemler, geleneksel değerlere vurgular, dinin yükselişini de beraberinde getirdi. Otoriter söylemler milliyetçiliğin yükselişine, muhafazakar vurgular ise dinin etkinliğinin artmasına neden oldu. Böylece küreselleşme süreci birbirine zıt yönde gelişen, kompleks bir süreç olarak işlemeye başladı. Bir yandan tek dünya pazarı anlayışı, serbest dolaşım söylemleri, kültürel kimlik taleplerinin dillendirilmesi evrenselliğe gönderme yaparken; diğer yandan otoriter ve muhafazakar politik tutumlar milliyetçiliği, dinselliği ve korumacılığı da yükseltti.

2.4.2. 1980 Dönemi Türkiye

1980’li yıllar Türkiye tarihi açısından önemli değişim-dönüşümlerin yaşanmaya başlandığı, siyasal ve toplumsal yaşamda kırılmaların olduğu bir dönemdir. 1980 ve sonrası dönem siyasal kültür açısından eskiyle hem bir devamlılığın yaşandığı, öte yandan da eskiyle kopuşun ya da eskinin dönüşüme uğradığı gelişmelerin gözlemlendiği bir süreç oldu. Öncelikle, 1980 askeri darbesi, 1960’ta başlamış olan askerin siyasete müdahale ‘geleneği’nin devamının bir göstergesidir. Siyasi kültürümüzün bir karakteristiği haline gelen devletçi-seçkinci zümrenin devlet ve toplum üzerindeki belirleyici konumu 1980 askeri darbesi ile bir kez daha perçinlenmiş oldu.

1980’li yıllarla birlikte önceki dönemlerden kopuş ya da eskinin dönüşümü yönündeki değişiklikler ise hem iç hem de dış şartların bir sonucudur. 1970’li yıllarla birlikte dünyada yaşanan iktisadi problemler sosyal devlet ilkesinin terk edilerek devlet merkezli olmayan, büyük şirketlerin yönlendirdiği bir modele doğru dönüşümü başlatmıştı. Sermayenin karlılığının öne çıktığı, devletin geri plana itilmeye başlandığı bu dönemde küreselleşme süreci yeni bir evreye de girmiş oldu. Bu gelişmelerin etkileri

kuşkusuz ki Türkiye’ye de çok geçmeden ulaştı. 70’li yıllar boyunca ekonomik sıkıntılardan bir türlü kurtulamayan Türkiye, 80’li yıllarla birlikte liberalleşme, dışa açılma sürecine girdi. Böylece dünya ekonomisi ile hızlı bir eklemlenme mücadelesi de başlayarak küreselleşme denilen yeni dünya düzeninin etkileri ülkemizde de görülmeye başlandı.

1980 dönemi ile birlikte ‘eski’ dönem ile -aslında bir devamlılığa işaret eden- kopuşun bir diğer yönü de 1950’li yıllarla başlayan merkez-çevre mücadelesinde çevre’nin merkeze doğru kaymasıdır. 1980 askeri darbesinin aşkın devletçi inşası bu süreci geri çevirmeye yönelik olup, 82 Anayasası ile bu yönde birçok adım da atıldı.

Tüm siyasi partiler kapatıldı, liderlere yasak geldi, sivil toplum kuruluşları kapatıldı ve otoriteryan bir anayasa kaleme alındı. Tüm bu gelişmeler, devletçi-seçkinci merkezin konumunu güçlendirerek çevre’yi saf dışı bıraktı. 1983’te yapılan seçimlerin başlattığı sivilleşme süreci ve ANAP iktidarı ile rejimin aşkın devletçi karakteri yeniden aşınmaya başladı. Özal’ın dışa açık, liberal siyaseti ve yasakların kaldırılması merkez-çevre mücadelesinde merkez’i geriletti. Bu gelişmelerin başlattığı süreç günümüze kadar gelen sıcak bir tartışmayı ve mücadeleyi yeniden alevlendirdi. Bu mücadelenin bir tarafında Kemalizm’i yeniden merkeze getirme söylemini dile getiren ve milliyetçi bir karakteri eskisinden daha yoğun bir biçimde içinde barındıran, 1990’ların sonu ile 2000 yıllarının başlarında kendilerini ‘ulusal cephe’ olarak tanımlayanlar bulunmaktadır. Bu cephenin karşısında ise, devlet rejiminin sivilleşmesi, liberalleşmesi ve dışa açılması gerektiğini düşünen, isteyen -kendilerini bire bir bu şekilde tanımlamasalar da-

‘çokkültürcü’ siyasetin taleplerini dillendirenler vardır. Bu ayrımlaşma 2000’li yılların başından beri yükselen, sertleşen ve gerilimli bir süreç şeklinde hala devam etmektedir.

2000’li yıllarla birlikte somutlaşan ulusalcı-çokkültürcü ayrımlaşmasının giderek kutuplaşmaya dönüşmesi, Türkiye’de siyasi kültürün temel dinamiği olan devletçi karakterin kendini savunma refleksi gibi görünmektedir. Bu savunma refleksinin görünür biçimi tek parti dönemi ardından üç askeri darbe ile gerçekleşmişti. Ancak 1980 dönemi ile birlikte Türkiye’nin, geri dönülmez gibi duran liberalleşme ve küreselleşme sürecinin etkileri nedeniyle toplumsal ve siyasal yapısı dönüşüme uğramaktadır. Dünya ile daha fazla eklemlenen, AB’ye katılım çabaları çerçevesinde atılan iktisadi ve siyasi adımlar ulusal cepheyi rahatsız etmektedir. Bunun

göstergelerinden iki tanesi 28 Şubat 1997’deki ve 27 Nisan 2007’deki, askerin sistemi uyarma biçiminin değişmesi ile de gözlemlenebilir. Siyasetin dinamikleri bir yandan çokkültürcü söylemin elini güçlendirirken diğer yandan da ulusal cephe de genişlemektedir. Siyasette yaşanan gerilimin yüksekliği toplumsal yaşamda artan bir milliyetçiliğe, hoşgörüsüzlüğe neden olmakta ve farklılıklar (dinsel, etnik, siyasi vb.) yıkıcı, bölücü, gerici şeklinde değerlendirmelere yol açmaktadır.

2.5. KÜRESELLEŞMENİN TÜRKİYE’YE ETKİLERİ