• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE SİYASAL KÜLTÜR VE KÜRESELLEŞME

2.5. KÜRESELLEŞMENİN TÜRKİYE’YE ETKİLERİ

2.5.2. Siyasal-Kültürel Etkiler

2.5.2.1. Devlet

Küreselleşmenin siyasal etkilerinin merkezinde devlet yer almaktadır. Ulus-devletin merkeziyetçi, tekilci, tüm iktisadi, siyasal ve toplumsal ilişkileri belirleyici özellikleri küreselleşme süreci ile birlikte değişmeye, aşınmaya başlamıştır. Bu durumun oluşmasında küreselleşmenin uluslar üstü bir sistem olması, yani devlet sınırlarını aşan nitelikleri etkili oldu. Ayrıca küreselleşmenin görünümlerinden neo-liberal politikalar devletin küçültülmesini, etkinliğinin azaltılmasını da beraberinde getirdi.

Türkiye’de 1980’li yıllar askeri darbenin gölgesi altında başladı ve bu yönetimin hazırladığı anayasa ile de devlet kurumu güçlendirildi ve otoriterliği de arttırıldı. Ordu 1980 müdahalesinden önce siyasal hayatın ılımlı bir şekilde sürebilmesi için olmazsa olmaz olan ara yapıların Türkiye’de olmadığını (sivil toplum kuruluşları- bürokratik yapılar) ve herhangi bir çatışma, ihtilaf durumunda bu niteliğin sistemde boşluk yarattığını düşündü. Dolayısıyla ordu, 80 öncesi kargaşa ortamında bu boşluğu kendisinin doldurabileceği sonucuna vardı. Böylece darbe ile birlikte sivil olmayan bir kurum tekrar siyasal yaşama hakim olmaya başladı ve aşkın devlet geri döndü (Heper, 2006: 224). Türkiye’deki siyasal kültürün asli ve en vazgeçilmez unsuru olan devlet;

korunması gereken, etkin, hakim bir güç olarak tüm diğer kurumların ve unsurların üzerinde görülmekteydi. Devletin otoritesi ve gücüne yönelik herhangi bir hareket, eleştiri ya da davranış söz konusu olduğunda devletin hakim güçleri eyleme geçmekte sakınca görmemektedir. 1980 darbesi de bu gerekçe ile yapıldı ve devlet daha da güçlendirilerek yeni anayasa ile beslendi.

1980 darbesi ile devlet; en güçlü siyasal özne olarak yeniden tüm alanları kontrol etse de, özellikle 1983’teki seçim sonrası bazı alanlardan elini çekmeye başladı.

Özellikle ekonomi ile ilgili konularda askeri yönetim Özal’ı görevlendirmişti. 80’lerde devletin oldukça dar bir toplumsal taban üzerinde yükseldiği görülmektedir. Bu dönemde devletin iktidar bloğunun çekirdeği, sermayenin dışa açılmacı birikim tarzına uyum sağlayan kesimlerle, ‘kanun ve düzenin’ korunmasını gözeten askeri bürokrasi ve yeni sağcı siyasi kadrolardan oluşmaktadır. Bu bağlamda bazı kentli kesimlerle sermayedarlar iktidar bloğuna dahil olurken; köylüler, kentli ücretliler, geniş halk kesimleri dışlanmışlardır. Bu kadar dar bir çerçeve oluşturulmasının ilk nedeni 1980

öncesi kriz ile birlikte benimsenen yeni birikim stratejisidir. Yeni dönemde darbe öncesi dönemdeki ulusal kalkınmacı, kamu öncülüğünde ve ithal ikameci sanayileşme terk edilerek, yerine kapitalist dünya sistemiyle bütünleşmeyi öngören serbest Pazar ve ihracata dayalı büyüme modeli benimsendi (Özkazanç, 2007: 68-9).

1980 sonrası siyasal yaşamda daha üstenci bir kurumsallaşmaya gidilmekle birlikte, rejimin niteliklerinde de birtakım ideolojik dönüşümlerin oluştuğu görülmektedir. Bu dönemde devlet seçkinleri kendilerine iki temel işlev yüklemiştir;

birincisi, devletin bölünmez bütünlüğünün korunmasıdır (Heper, 2006: 241). İkincisi ise milli ve manevi Türk değerlerinin korunmasına yönelik vurgudur (Heper, 244). Bu iki vurgu ile 80 sonrası siyasal rejim dış dünyadaki gelişmelere paralel olarak neo-liberal, muhafazakar çizgiye çekilmiş görünmektedir. Siyasal alanda Türk-İslam sentezi ile Atatürkçülük harmanlanmış, iktisadi alanda ise liberalleşme, küreselleşme yönündeki uygulamalar desteklenmiştir. Rejimin bu iki temel niteliğinin somut göstergeleri özellikle 1983 sonrası dönemde gözlemlenmeye başlamıştır. Özal iktidarı ile yeni sağ siyasetin etkilerinin de bir sonucu olarak ulus-devletin aşkıncı nitelikleri gerilemeye, devletin faaliyet alanları azaltılmaya başlamıştır. 1989 sonrası siyasal yasakların da kalkmasıyla hem sivil toplum yönünde hem de siyasal partiler açısından demokratik sayılamasa bile serbestleştirilmiş bir dönem yaşanmaya başlamıştır.

1980 sonrası Türkiye’de genel olarak tartışmalar sivil toplum ve liberalizm çerçevesinde gelişti. T. Özal, bu kavramların savunucularındandı ve iktidarı döneminde KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşekkülleri) özelleştirilmesi, yetki devri, belediyelere fon aktarımı, Pazar ekonomisinin önceliği gibi politikalar sivil toplum cephesi açısından birer kazanım oldu. Özal döneminde devletin ekonomide alt yapı hizmetlerini, politik alanda da bireylerin özgürlüğünü, haklarını ve kamusal güvenliğini sağlamaya yönelik anlayışı nedeniyle devlete olan bakış, bu dönemde değişmeye başladı (Çaha, a.g.e.: 243) ve devletçi-seçkinci siyasal kültür de bu gelişmelere paralel olarak sorgulanmaya, gerilemeye yüz tuttu.

1990’lı yıllarla birlikte devleti küçültmeyi, liberal devlet formuna sokmayı hedefleyenler daha da güçlendi ve II. Cumhuriyet, sivil anayasa gibi konular gündemde yer bulmaya başladı. Buna tepki de pek fazla gecikmedi ve devletçi-seçkinci kadrolar da örgütlenmeye ve güçlenmeye çalıştı. Atatürkçülük bu dönemde neo-Kemalizm olarak

da tanımlanabilecek tamamen ulusalcı bir formda yeniden inşa edilmeye başlandı.

Dolayısıyla siyasal kültürdeki ikilik yeni bir form alarak ulusalcı-laik ve liberal-demokrat ayrımına dönüşmeye başladı. Liberal-liberal-demokrat kesimde merkez sağ siyasetçiler, birtakım aydın, gazeteci ve akademisyenler yer almaktaydı.

Öncülüğünü gazeteci Mehmet Altan’ın yaptığı II. Cumhuriyet yaklaşımına göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlet değildir. Altan’a göre “eğer Cumhuriyeti demokrasi ile besleyemezseniz, yani Cumhuriyet çerçevesini demokrasiden yoksun bırakırsanız, bunun bir faşist yönetime dönüşmesi de söz konusudur” (Altan, 1993: 35).

Altan’a göre Cumhuriyet tek başına yeterli değildir ve demokrasiye de ihtiyacı vardır.

II. Cumhuriyetçi bakış açısına göre resmi ideolojinin halkçılık ilkesini demokrasi olarak görmek yanlıştır. Halkçılıkla sosyal sınıflar yadsınmaktadır. Nitekim II. Cumhuriyetçi yaklaşımda temel sorunlardan birisi de devletin yapılanmasıdır. Devlet, halkın refahını arttırmayı hedefleyen bir devlet olmamış ve bütün sınıfların mutabakatıyla da oluşmamıştır. Dolayısıyla II. Cumhuriyetçilere göre Türkiye’de devletin halkı dışlayan bir ideolojisi vardır ve ekonomik yapısı da bürokratik yapıyı besleyecek bir hedefe göre ayarlanmıştır (Altan, 35-6).

M. Altan, II. Cumhuriyet adını neden bu şekilde kullandığını şöyle açıklıyor:

“İkinci Cumhuriyet” kavramının en önemli niteliği 1923 Cumhuriyetinin “saydam”

olamamasıdır. Bu yüzden “ikinci” sıfatı kullanılmaktadır. Yeni ve saydam bir özeleştiri imkanını toplumun kendisine sağlayabilme olanağının gerçekleştirilebilmesi için “ikinci Cumhuriyet” denmektedir (Altan, 1992: 12). II. Cumhuriyetçilerin yaklaşımları kısa bir süre içinde birçok tepki ve eleştiri aldı. II. Cumhuriyetçilere karşı çıkanların başında Uğur Mumcu’nun başını çektiği sol Kemalistler gelmektedir. Bu yaklaşıma göre 1982 Anayasasını değiştirmemişken şimdi ikinci Cumhuriyetin sırası değildir. Yine II.

Cumhuriyeti eleştirenlere göre Atatürkçü düşünce amacından saptırılmamış olsaydı bu tartışmalar da çıkmazdı (Heper, 1992: 34).

II. Cumhuriyetçi yaklaşımı eleştirenlerden sol Kemalistlerin hedefleri Atatürkçü düşüncedeki tam bağımsızlık, “su katılmamış” laiklik, “Batı emperyalizmi” karşıtlığına dayalı ideolojik bir Atatürkçülüktür (Heper, 34). 1990’lı yıllarla birlikte Cumhuriyetin, siyasal rejimin nitelikleri ile ilgili yapılan bu tartışmalarda II. Cumhuriyetçi yaklaşımı eleştirenlerden Anıl Çeçen’e göre; “Demokrasiye geçiş ile başlamış olan Cumhuriyeti

yıpratma kampanyası küreselleşme sürecinde daha da üst düzeylere tırmanmıştır.

Önceden Cumhuriyetin altyapısını yavaş yavaş kemiren anti Cumhuriyetçi eğilimler giderek hız kazanmış ve açıktan saldırıya geçmiştir. Özellikle dış sermaye merkezleri hem ikinci Cumhuriyetçilik çizgisinde hem de bölücülük ya da dincilik doğrultusunda bu gibi akımları finanse etmişler ve giderek daha da destekleyerek Atatürk’ün kurmuş olduğu tipte bir ulusal Cumhuriyeti geçmişte bırakabilmek için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir” (Çeçen, a.g.e.: 27). Tartışmanın iki cephesi de birbirlerini son derece sert argümanlarla eleştirmektedirler: İkinci Cumhuriyetçiler sistemin anti demokratik olduğunu, değişmesi, toplumsal bir zemine kavuşmasını, liberalleşmesini savunurken;

ulusal kanattakiler ise II. Cumhuriyetçi çizgiyi bölücülerle, dincilerle ve dış sermayedarlarla aynı çizgide görmektedirler. Ulusalcı tarafta olanlara göre ikinci Cumhuriyetçiler ulus-devletin altını oymakta ve küreselleşmenin çıkarlarına hizmet etmektedirler.

1980’li yıllarla birlikte devlet ve devletin kurumları, işleyişi, nitelikleri ile ilgili değişim ve dönüşümler Türkiye’nin dışa açılma, liberalleşme eğilimleri ile ilgili olduğu kadar aynı zamanda 1980 öncesi olaylarının bir yansımasıdır. Muhafazakar, Türk/İslam sentezi merkezli bir Atatürkçü ideolojiye dönüşen bu yapıda yeni sağ siyasetin politikalarıyla da paralel olarak liberal-demokrat eğilimler yükselmeye başlamış, din-devlet ilişkileri yumuşamış, din-devletçi-seçkinci kadro geri plana itilmiştir. Ancak bu eğilimler zıt kutbunu da oluşturarak ulusalcı-laik-Kemalist düşünceleri de canlandırmıştır. Böylece 1990’lı yılların başından itibaren birbiriyle iktidar mücadelesi veren iki cephe ortaya çıkmaya başladı. Bu iki cephenin kendi mevzilerini koruma ve karşı tarafı geriletme mücadelesi siyasal alanda tıkanmalara, krizlere neden oldu ve olmaya da devam etmektedir. Ülke gündemine gelen herhangi bir konunun/sorunun (Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, AB, ABD ile ilişkiler, Anayasa vb.) çözüme kavuşturulabilmesi 1990’lı ve 2000’li yılların genel görünümü itibariyle söz konusu olmadı. Çözüm önerisi liberal-demokrat/çokkültürcü taraftan geldiğinde, ulusalcı-laik taraf şiddetle bu öneriye karşı çıkmakta, sorunlar çoğu kez tartışılamamaktadır. Aynı yaklaşım ulusalcı siyaseti benimsemeyen liberal-çokkültürcü perspektif için de söz konusudur. Her iki yaklaşım da olumsuzlamalar üzerinden, ötekine saldırma, ötekini

değersizleştirme üzerinden siyaset! yapmaktadır. Bu durum siyasal alanı kilitlemekte, hatta siyasal krizler ekonomik krizlere (2001 şubat krizi) dahi sebep olabilmektedir.