• Sonuç bulunamadı

1. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ADALET: TEMEL TANIMLAR VE

1.5. Osmanlı Adaleti

Osmanlı Devleti‟nin hükümranlık anlayışında siyasi, idari ve hukuki yapıya tamamen adalet prensibi hâkimdir. Bu adalet esası, Türk devlet geleneği ve İslam dininin temel ilkelerindendir. Kur‟an-ı Kerim‟in tevhid, nübüvvet ve haşirden sonra gelen dördüncü ana maksadı adalettir. Osmanlı Devleti, İslam dini kaideleri ve Türk devlet geleneğinin bir mirası olarak adalete büyük önem vermiş, fethettiği yerlerde adil bir yönetim tesis etmiştir. Devletin altı asır ayakta kalmasının en önemli sebebini bu iki unsur teşkil etmiştir. Osmanlı düşüncesinde dünya düzeni ancak Osmanlı yönetim geleneğinde önemli bir yere ait olan adaletle temin edilebilirdi. Bu yüzden devlet, hükmettiği unsurlar arasında bir ayırım yapmadığı gibi, herkese adil davranmıştır ve Osmanlı tebaasının devlete olan sadakatini temin etmiştir.122

121

Mehmet Niyazi, İslam Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999, ss.40. 122

Osmanlı Devleti, sosyal adaleti temin ederek; ırk, dil, din ve mezhep ayırımı yapmadan bütün tebaaya eşit muamele uygulamıştır. Kişinin dini, ırkı, kültürü, maddi durumu ve ahlaki karakteri her ne olursa olsun, yani birey ister muti (itaat eden), isterse de asi olsun adalet herkesi kapsamaktadır.123 Bu kapsamda adalet, herkese hak ettiği vermek, kim neye müstahak ise karşılığını görmesiyken; bu durum hem suçlar hem de mükâfatlar için geçerlidir. Anadolu ve Rumeli Hıristiyan ahalisinin yanı sıra, devletin hâkimiyeti altında bulunan herkes; dini, ırkı, mezhebi ve sınıfı ne olursa olsun eşit muamele görmüş, adaletle yönetilmiş, müsamahayla karşılanmıştır.124

Tebaa arasında içtimaî adaleti tesis ederek bir denge oluşturulmuştur. Osmanlı devlet idaresinin adil bir sistem tesis etmesinin kökeninde Türk devlet geleneği ve İslam dinine olan bağlılık yatmaktadır.

Bu bakımdan söylenebileceği üzere Osmanlı adaletinin en temel kaynağı İslam‟dı ve İslamiyet de gerek kamu hayatını gerekse de özel hayattaki ilişkileri düzenleyen ve dini temellere dayanan Şeriat‟ı tanımaktaydı. İslam toplumundaki hiç kimse şer‟i kanunların dışına çıkamaz ve kendisi kanun koyamazdı. Ancak Osmanlı adaletindeki özgünlük ise şeri‟atın ötesinde daha ileri bir hukuk sistemi inşa etmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. Örfi Hukuk olarak adlandırılan bu sistem, şeriatın dışında kalan konularda hükümdarın kendi aklını kullanarak kuralları ve kanunları belirlemesiyle oluşmaktaydı. Bu durum da hükümdarın doğrudan doğruya devlet içerisinde mutlak bir mertebe kazanması ve devlet menfaatlerinin her şeyden üstün tutulması sonucunu doğurmuştur.125

İslamiyet‟in belirlemiş olduğu kuralları içeren şer‟i hukuk ve onun dışında kalan konuları içeren ama ona ters düşmeyen örfi hukukun uygulanması aşamasında ise, hâkimlerle birlikte yöneticilerin de halka adil bir şekilde davranmasını sağlamak padişahın başlıca görevlerinden kabul edilmiştir. Padişahlar da bu konudaki görevlerini ve iradelerini tahta çıkma dönemlerinde ve bunalım dönemlerinde

123

Fahri Unan, “Osmanlı İdare Felsefesinde Adalet”, ed. Bülent Arı ve Selim Aslantaş, Adalet Kitabı, TC Adalet Bakanlığı, Ankara, 2007, ss.106.

124 Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, Risale Yayınları, İstanbul, 1996, ss.24.

125

Halil İnalcık, Osmanlı Hukukuna Giriş Örfi-Sultani Hukuk ve Fatih Kanunları, AÜSBFD, XIII, 1958, ss.102-105.

yayınladıkları adaletnameler ile çoğu zaman ortaya koymuşlardır.126

Adaletname, devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname şeklinde bir Padişah hükmüdür.127

Adaletname yayınlama geleneği Osmanlı Padişahlarında bir adet olmuşken, Divan‟da Başkanlık vazifesi bittikten sonra, Kasr-i Adalet veya Adalet Köşkü denilen yerde, divana açılan pencere arkasından davaları takip etmeyi en önemli görevlerinden biri kabul etmişlerdir. Padişahın halkın şikâyetlerinin dinlemesi bir gelenek olmuşken, dinlememesi kötülenmiştir. Adalet Köşkü‟nde dinlenilen şikâyetler hem halkı tatmin etmiş hem de adaletnamelerin yazılmasına yardım etmiştir.128

Osmanlı adaletinin bu şer‟i ve örfi hukuk karma sisteminin mevcudiyetinin ve padişahların bu sistemin korunması için yayınlamış oldukları adaletnamelerin yanında Osmanlı‟da adalet sağlanabilmesi için teorik temeller de atılmaya çalışılmıştır. Bu konuda akla ilk gelecek isim Kınalı-zade Ali Çelebi‟dir. Ona göre kâmil bir padişah, doktor gibiyken; reaya ise cesede benzemektedir. Doktor nasıl bir bedenin özelliklerini, hastalıklarını, bu hastalıkların sebeplerini ve çarelerini bilmekle mükellefse; aynı şekilde padişah da ülkesinin sağlığını, hastalıklarını ve hastalıklarının reçetesini bilmek zorundadır. Devletin iyi durumda olmasını itidal sınırında olmak olarak gören Kınalızade, kötü durumda olmasını ise itidalin yerini hastalığın gelmiş olması olarak görmektedir. Burada adaletle aynı çerçevede kullanılan itidal, orta yol anlamına gelmektedir. İyi veya kötü, hak edenin hakkını, kötülük yapanın da karşılığını alması anlamına gelen adaletin sağlanması için, sosyal tabakalar arasında da denge güdülerek adaletin gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla aşırılığın ve eksikliğin devre dışı bırakılarak orta yolun bulunması nasıl itidal ise, herkese eşit mesafede davranılması da bir taraftan itidal, diğer taraftan ise adalettir. Bu doğrultuda nasıl insan vücudu itidal sınırında bütün hastalıklardan

126 Halil İnalcık, Adaletnameler, Belgeler-Türk Tarihi Belgeleri Dergisi, Ankara, 1967, ss.49-142. 127

Halil İnalcık, “Osmanlı Hukuk Sisteminde Adaletin Üstünlüğü”, ed. Bülent Arı ve Selim Aslantaş,

Adalet Kitabı, TC Adalet Bakanlığı, Ankara, 2007, ss.139.

128

arındırılmak zorundaysa, devlette kargaşa ve huzursuzluğa karşı temkinli olmalı ve sistemini devam ettirmelidir.129

Kınalı-zade‟ye göre farklı dini, kültürel, etnik toplumlardan oluşan cemiyet (temeddün), herkesin layık olduğu yerde tutulmasını, hususi bir işle meşgul olmasını, hak ettiği mal ve mevkiye ulaşmasını gerektirmektedir. Adaletin ta kendisini teşkil eden bu durum ile, cemiyetin ve mizac-ı alemin devamı ancak sağlanabilinir. Kınalı- zade‟nin Ahlak-ı Alai isimli eserinde ele aldığı tüm bu görüşleri, Osmanlı düzeninin içersinde yer alan adaletin önemini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Kınalı-zade kitabında tüm bu adalet görüşlerini Daire-i Adliye veya Adalet Dairesi olarak anılan bir formülle ifade etmeye çalışmıştır. Devlet idaresinin ayrılmaz bir parçası olan Adalet Dairesi, adalet ile açılıp adalet ile kapanmaktadır. Adalet, cihanın salahının

teminatıdır; cihan, duvarı devlet olan bir bahçe gibidir; devletin işlerini tanzim eden Şeri’at (kanun)tır; Şeri’atı mülk (hükümdarlık)ten başka bir şey koruyamaz; ancak mülkün hakimi olan hükümdar bunu asker olmadan başaramaz; asker ise ancak mal (para) ile sağlanır; malı kazanan reayadır; raiyyeti alemin padişahına kul eden, ona bağlı kılan ise sadece ve sadece adalettir.130

Bu formülde de görüldüğü üzere Osmanlı, toplumun içerisinde yer alan farklı sınıf ve kesimler arasındaki ilişkiler ile din, devlet ve toplum arasındaki ilişkilerde bir bağlantı kurmuş ve birbirleri ile devletin bekası için çıkar ilişkisi içinde olduğunu saptamıştır. Bu doğrultuda Osmanlı yöneticilerinin başta padişah olmak üzere en önemli görevi ülkede adaleti uygulamakken, devletin temel görevi ise toplumu adalet üzerine inşa etmektir.

Osmanlı‟nın devletlerarasındaki münasebetlerinde ise İslam hukukundaki ilkelere riayet edilmiştir. Buna göre Osmanlı‟da ülkeler Dar‟ul-İslam ve Dar‟ul-harb olarak ikiye ayrılmışlardır. İslam Savaş Hukuku geçerli olduğu için kendi toprakları Dar‟ul-İslam; gayrimüslimlerin hâkimiyetinde bulunanlar ise Dar‟ul-harb olarak tanımlanmış ve buralarda yaşayan insanlara da harbi adı verilmişti.131

Dar‟ul-harb‟e

129

Fahri Unan, a.g.e.,ss.106. 130

A.g.e., ss.107. 131

yapılacak cihad ya da gaza olarak tanımlanan harp ise, aslında toprak kazanmak, ganimet elde etmek, gayrimüslimleri Müslüman yapmak için yapılmamaktayken, müdafaayı takiben cihad sebebi konu ise, zulmü durdurmaktır.132

132

İKİNCİ BÖLÜM