• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3. AHMET RASİM’İN YENİ GÜN (İSTANBUL DÖNEMİ)’DE

3.5. Neyzen

“Ne meyle, ne neva-yı neyle şimdi Gönül eğlenmiyor bir şeyle şimdi”

İşte size bir sima ki aramızda mest ü hoş-yâr gezinip duruyor, geçenlerde galiba “Zaman” vefatını, “Vakit”de tekziben haber-i hayatı yazmışlardı. Hâlbuki Neyzen’i ne zaman öldürebilmiş, ne de vakit ve hâl yaşatmakta bulunmuştur. Bu, fevk hayat ve taht el-memat yaşar insanı bir zü-l-maaşindir. Öldüğü demlerde teneffüsat, tasvirat, terennümat ile eser-i hayat gösterir, yaşadığı zamanlarda mahcup ve münfail, lâl ü sakit bir hücreye çekilir. Anda basü badel mevt, bu hücreden hurucunda mütehallidir.

Hayli zaman evvel idi “Kırıkçeşme” civarında, bir hanede müctemi’ idik. Mütevefa kemençeci “Vasil”, merhum Kanuni Hacı “Arif”, hatırımda kalmış bu iki üstad-ı hanendelerimizle beraber idi. Dediler ki:

—İzmir’den bir neyzen gelmiş... o da gelecek..

Filvaki biraz sonra geldi. Yine siyah fes üzerinde dil-dâde biçim bir sarık, onun altında yağız bir çehre, bunun üzerinde iki parlak göz, hurma bir burun, karanfil bir bıyık, müzellef denecek bir sakal, sırtında latami bir cübbe, koltuk da berna, ince bir beden, ortadan uzun bir kamet pişegâh-ı emirde belirdi.

Yine dediler ki:

—Neyzen Tevfik bey!.

Birinci fasıldan sonra “Vasil”e sordum: —Nasıl?

—Gelişecek dedi.

Bilmem ne oldu?. Zaman geçtikçe sarık çözüldü. Cübbe değişti... “Neyzen” hakkında türlü türlü rivayetler çıkmaya başladı. Bilhassa işrete fart-ı inhimakı mevzu oluyordu. Gün oldu ki kendisine sokakta, meyhanede mestane-reviş, ney koltukta, mey cepte veya elde tesadüf ettim. Gâh kıvırcık saçları fesinin etrafına tırmanıp bükülmüş, püskül azade, önde arkada yanda, tepede veya madum.. Giriban-ı çâk24. Esmer teni göğüs kıllarına

23 Eşkâl-i Zaman, 27 Eylül 1334/ 27 Eylül 1918, Sayı 23, Sayfa 1

kadar mekşuf... Gözler hadden ziyade açık, beyazları hun alut; bütün initafatı bihedef… Burun kanatları muhnikin, bıyıklar, nadiren yediği bir lokmanın bekıyye-i asarıyla mülemma, dudaklar şiş, dil büyümüş, lisan rekik, fakat yine koltukta <<ney>> yine cepte veya elde “mey”!.. Muttasıl bir bahis parçasının kendisince karar aldığı neticeden dem-güzar... Bir “fikr-i sabit” mütevaliyen aynı nakaratı mükerrer!.. Daima o söz, o bahis... Ağır söylediği halde gözler inim.. Bütün gubar-ı esvak omuzlarında, kollarında, üstünde, başında... Fakat hâke düşmüş bir cevher!...

Gâh neşedar terennüm... Ağzında bir beyit: “Nayın ki çıkar zemzeme-i sürahlarından” “Bülbüller öter sanki gülün şahlarından”

Bir rast, bir acem aşiran, bir neva, bir beste nigar, bir hicaz, bir suzinak, bir suzidil, bir hüseyni, bir sazkâr, bir sultaniyegâh, bir tahir buselik, bir şehnaz, bir evlaca yahut bir ferahnak, bir saba, latif ve kutsi bir eda lahuti bir meram ile nasik deliklerinden bir zülâl-i revhanzülâl-i gzülâl-ibzülâl-i fışkırır... Havl-zülâl-i ruh zülâl-içzülâl-inde donar fakat nasut-ı fzülâl-ikr-zülâl-i endzülâl-işeyzülâl-i ısındırır... Gâh o dimağ-ı ateşin müthiş rüyalarla çırpındıktan sonra nagihani bir iltima ile parlar. Bir şiir-i nev-hürrem kavrulmuş dudaklarında dönüp dolaşır... Meydana çıkamaz... O zaman gözler ilahi meşrebane zemine yahut gazap ve tehevvür ile asumana dikilir, söylemek isterken susar yahut susmak istedikçe söyler... İşte bu halde her hatıra yerinden uyanır, her sema onda bir aşina-yı ezeli hükmünü haiz görünür... Bu sermest-i müdam değil, mecnun değil, âkıl değil... Şarkın rind-bade-i peresti bu diyarların sanatkârı, metruk, mensi, üryan ve perişan, fakat cihana layık bir şair-i hubb-ı nefsidir... Tanır, anlar, bilir. Görür, hatta sezinler bir kalenderidir...

Hakkında neler söyleniyor, —Serhoş

—Bedmest —Derbeder —Biçare —Çekilmez

Bu müsemmalarla da alakası yoktur. O halde nedir? O, bu suale şöyle cevap veriyor: “Zat-ı sultan-ı bekayı yani maâna-yı hüsrevî

“Saz ve söz ahengin aşka bürhan kavî

“Ben ezel sermestiyim, meydanım arş-ı müstevâ “Aks edince gönlüme şems-i hakikat-i pertevî

“Mey” de Bektaşi göründüm, “ney” de oldum Mevlevî ⃰ ⃰

Nur-ı hüsnün, nâr-ı aşkın şemine pervâne var Ömrümü vakf eyledim, birdir bana mehd ü mezar Varsa kalmış sırr-ı hilkatten yegâne yadigâr İşve-i ney, neşve-i mey zatımda etmiştir karar Gûş edince bezm-i vahdette rumuz-ı bişnevî

⃰ ⃰ Hubb-ı haydar bu tarikin hem sonu hem başıdır Cavidan ü mesnevî, misbah-ı şule-pâşındır Suret-i manada hünkârın sır kardaşıdır

Meşrebim molla-yı rumî, mezhebim bektaşidir Ta ezelden yandı dilde bu çerağ-ı manevi

⃰ ⃰ Rişte-i ömrüm rebab-ı cismimin evtarıdır, Her rek-i can perde dest-i hecr, bestegârıdır, Zahm-ı sinem lâledir gözyaşlarını enhârıdır, Hamse-i al-i abâ güllerinin esrarıdır

⃰ ⃰ Olmadım meftunu malın, rütbenin, sim ü zerin Zekvi, şevki neyle meydir rind-i azade-serin Dest-i cudundan çekip kallaviyi Peygamberin

Mazhar oldum feyzine <<neyzen>>e Cenab-ı Haydarın Kilk-i irfan ü beyanım yazdı bu şi’r-i nevi

3.6. “Kamet-i yâra kimi dal dedi kimi elif, Herkesin maksadı şimdi bir değildir muhtelif”25

“Li Namıka”

Bu beyiti aslında irca etmek için filanca şairin divanında şöyle mukayyettir, isterseniz Beyazıt kütüphanesindeki aslına müracaat edebilirsiniz gibi sözlerin ehemmiyeti olamaz. Başka bir şey istiyor. Emektar, biraz tecrübe-dide yazıcı olmak haysiyetiyle, sırf kendi zumum olmak üzere arz ediyorum ki “ittihad-ı aklam” dan maadası muktedir olamaz. Bittabi bu ittihadı husule getirecek de “sansür” den başka bir mahlûk değildir. Fakat ben Devr-i İstibdat’ ta yirmi dört, Meşrutiyet’te de üç buçuk sene sansüre uğradığım için bunun çirkin bir şekilde husule getirdiği ittihat tamamen muvafık hallolamayacağına iman-ı kâmilim vardır. Maahaza canım yine sansür istiyor.Sansürsüz yazamıyorum. Çünkü mevzu bulamıyorum. Kafam öyle alışmış. Sansür oldu mu her taraftan bin mevzu gözüme fırlıyor.

Benim bildiğim bir felâketin etrafında bir fikir olur. Bu da, o felâketin tahkikini istilzam eden metin bir gönül ittihadıdır. Bunu bize anasır-ı muhtelifenin seneler, belki asırlardan beri her meselede izhar ettikleri tavır ve hal pek güzel ispat etmektedir. Buna bir zamanlar parola derlerdi. Verildi mi yek parelik o anda görülürdü.

İhtilâf-ı efkâr, felâket savuştuktan sonra yenisine uğramamak için aynı ittihadın inkişafından, tenevvüatından başka bir şey olmamalıdır. Olursa o felâket yine tazelenir.

25 Eşkâl-i Zaman, 29 Ekim 1918/ 29 Teşrinievvel 1334, Sayı 55, Sayfa 1

Esasen bir millete musallat olacak felâket, her zaman yevmi bir savlet halinde tecelli eder. Bunu teşdide, bunu idameye, bunu istikbale doğru temdit ancak hariciler, düşmanlar, her ne suret, her ne menfaat saikasıyla olursa olsun ayrılmış olanlar çalışabilirler.

Zaten “Osmanlı muharrirleri” denilince adedi-burasını siz söyleyin-.. geçmez. Bu fie-i kalilenin maksad-ı muazzez-i millî etrafından muhtelif, zıt, muarız istikametlere dağılmasını görmek hepimizin ağzından söylediği halde nasılsa fikirde iyice beslemediği haysiyete bile dokunur. Çünkü bu türlü dağılmak ile çoluk çocuk, hamal, kunduracı, kopuk, serseri, esafil, eclaftan yükselerek kendi halinde, musalli, hatta mutekif olanları bile “politikacı” yapıp salıveriyoruz. Sözü ayağa düşürmekten ise başta saklamak evlâdır.