• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3. AHMET RASİM’İN YENİ GÜN (İSTANBUL DÖNEMİ)’DE

3.46. Ermeniye-i Sugra

Bir hükümet-i müstakile teşkiliyle hukuk aramanın tamam-ı mahfuziyeti emrinde Düvel-i MütelDüvel-ife ve CemahDüvel-ir-Düvel-i MüttefDüvel-ike AmerDüvel-ika taraflarından masruf olan gayret ve hDüvel-immet en nihayet müsmir olmuş ve bu defa “Ermenistan Cumhuriyeti” namıyla vilayet-i şarkiye şarkında bir hükümet tesis eylemiş olduğu malum bulunmuştur. Ermenilerle öteden beri münasebetim olduğu gibi kitapçılık, matbaacılık, gazetecilik, hurufatçılık, aşçılık, meyhanecilik, terzilik, fescilik, gemicilik, balıkçılık, sarraflık, basmacılık, musiki, hâr-vardalık ve emsali alaik-i ticariye ve içtimaiye ile de bir dereceye kadar seciyelerine de vukufum vardır. Bahusus herhangi kıyafetinde olursa olsun, herhangi lisanla tekellüm edilirse edilsin bir Ermeni’yi teşhis etmek bence o kadar güç bir marifet değildir. Hatta

Osmanlı gazetelerinde çalışan Ermeni refiklerimden herhangi biri bir fıkra yazmış ve bu fıkrası tashih bile görmüş olsa onu gazete sütunları arasından derhal tefrik etmek bana mahsus gibidir.

İstanbul’da Devr-i Hamidi’de zuhur eden iki Ermeni vakasında hemen her tarafta bulunarak içlerinden bazılarına o devirde muh[a]berat-ı hafiyede bulunmuştum. Bizim gazetelerde muharrirlik edenleri arasında “Diran Kelekyan100”, “Vartan” “Karnik” Efendileri de pek yakından tanır, bu münasebetle de Ermeniliğe ait bir alaka sahibi sayılırım.

Binaenaleyh Ermeni Hükümeti’nin ahval-i içtimaiye nokta-i nazarından kimlere benzeyeceğini tahayyül edip dururken bunun bir misal musaggarını nasıl olur da görebilirim emeline düştüm! Soruşturup dururken rüfekadan biri:

—Seninle bu Pazar “Kınalı” Ada’ya gidelim. Dedi. —Ne olacak?

—İstediğini orada bulabilirsin. Çünkü cezire hemen Ermenilerle meskûndur. Hatta şu aralık “Ermeni Ada” bile diyorlar...

Evet fırsat, bu fırsat fakat aksilik de aksilik üstüne, o Pazar Kadıköyü’ ne uğrayıp doğruca “Kınalı” ya giden vapuru kaçırdık. Ertesi haftaya kaldı.

Hafta içinde maksadımı bizim bakkalcı “Karebet”e açtım ise de yüzüme güle güle baktı. Bir şey tınmadı.

Çarşıdaki aşçı “Migor” a sordum söyledikleri dükkândaki vaveylânın arasında kaynadı gitti.

Matbaada “Vartan” Efendi’ye bahsettim. O bütün bütün gülerek: —Ben kendimi bilemiyorum. Sen bana ne sual ediyorsun?

Diye kestirip attı. Hanende-i mahir “Hacı Karabet101” i söyletmek istedim, o bana: Müteveffa “Nikogus” un acemkürdi makamındaki:

“Sevdi gönlüm ey melek simasını”

100 1862-1915, gazeteci, yazar, siyaset tarihçisi

Şarkısının bende meyanı kaymış, sende var mı? Ben bundan anlarım, dedi.

Kitapçı “Parsih” Efendi’ye sormadım bile. Çünkü öteden beri söz söylemeye üşenir olduğunu bilirim. “Sabah” müdür-i mesulü “Aleksan” Efendi’ye de sormaya gelmez. Zira evvel Ermeniye’den tutturur, sonra bir türlü işin içinden çıkamam. Fesçi “Nasib” sağ olaydı bir dereceye kadar sadre şifa olacak malumat alabilirdim... Velhasıl öbür pazara kadar avare avare dolaştım.

“Kınalı” ya yanaşırken gözüme iskele üzerinde bir iki matmazel ilişti. Bizim vapurda bulunan misafirlerini karşılamaya gelmişler, rüzgar, saçlarını dağıtıyor, siyah fiyonk bağlarını çözecek gibi zorluyor, nim dekolte, çizikli bluzlerini kabartıyor, kısa fistanlarını bacaklarına sarıyordu. Beklediklerini görünce ellerini birbirine vurdular, vapurdakiler bunlardan yaşlıca idiler. Başlarında kenarları geniş, hasırı ziftli gibi siyah morumsu çiçeklerle bir örnek şapkaları var idi. Kendi kendime eski dostum müteveffa “Agop” Ağa’nın zevcesi “Hançik” Hanım’ı hatırladım. Hatta:

—Neredesin! “Hançik” Hanım!... Sen düğüne de gitsen bile beyaz saçların üzerine bir şey kondurmaz idin. Soğuklarda omuzuna aldığın kahverengi örtüyü başına çekerdin! Dedim.

Gantalı eller uzandı. Birbirlerine sarılıp öpüştüler. Bu haller eskiden ne ayıp şeyler idi!. Geçtik. İskeleden yürüdük. Sola saptık. Ense ile bütün nevahi-i gerdan açık, ta tırnağa kadar beyaz, yalnız başına uzunlamasına kesilmiş yarım yumurta biçiminde koyu tirşe düz bir şapka tutturmuş bir kadın reftar-ı ahenktarıyla yerlilerin bile nazar-ı dikkatini celp eyliyordu. Eski tutilerimiz bunu göreydiler şıp diye bayılırlardı!

Yirmi, otuz adım ileride gittiği cihetle yüzünü göremiyordum. Bunda maada bu yegâne yamri yumru sokakta dalmaya da gelmiyordu! Gelip geçtikten sonra borusunu öttüren bir iki bisiklet süvar.

—Vay belim!..

Diye bükülmüş iki tarafa oynar gezinip duruyorlardı. Bizi karşılayan rüfekamız dedi ki:

—“Bahçe” ye gitmeden evvel şu madamdan bir yorgunluk kahvesi içelim! —Olur.

Sağında eski bir balıkçı meyhanesinden azme, temizce bir yer. Refikimiz iki iskemle kaptı. Dükkânın karşısındaki gölgesi yatkın büyücek bir binanın bahçe duvarı hizasına koydu. Oturduk, burası iyice havadar idi. Kahveleri ısmarladık. Ondan evvel suya sarıldık. Fakat cidden nefis bir kahve! İstanbul’da ne “Cenyo102”da ne rıhtımdaki “Bahri[y]e” gazinosunda, ne “Valide” kıraathanesinde; ne de belli başlı kıraathanelerde içmedim!. Maahaza rahat içmedim. Sekizer, dokuzar yaşlarında iki matmazel ellerinde “çaharak” dedikleri makara oyuncaklar, çevirip çevirip savuruyorlar!. Zeminde tam hızını aldıktan sonra, semaya fırlayan bu ucubenin hin-i sükûtunda evvelce havalandığı ipin üzerinde bir muvakkat daha icrasıyla yine fırlatılmak istidadında olması kahvenin keyfini kaçırıyordu. Bahusus çocuk elinde!

Biz, derbent başında oturur gibi idik. Adada oldukça mütezahir bir hareket var idi. Hususi bir vapur kırk elli kadar İngiliz askeri getirdi, bunlar fahri kılavuzlar marifetiyle Burgaz Ada’sı istikametine doğru sevk ediliyorlardı. Baş açık gözde hafif vapur dumanı, kulağından takma gözlük, yağız çehre, küt bıyık, ya[p]ılmış sakal, sırtta redingot takımı lâbis olanlardan tutun da tüy tüsi olmayan yine açık baş, üzerinde askısı sarkmış beyaz ince gömleği, elleri gri, krem şeker, kahve.,... Renkli yazlık pantolonunun yan ceplerinde tutan ayaklarında üstleri delik, hafif tokalı sandal giyenlere varıncaya kadar cümlesi önümüzden geçiyorlardı. Fransızca “Rönesans” refikimizin burada pek ziyade zuhur-ı rağbet olduğunu görüyordum. Yevm-i tatil, buraya ayrı bir hayat vermişti. Zaten tavırlar, reftarlar birbirine benzer. Meselâ aşçı “Zenub”da pazar tuvaletini yaptı mı kuyumcu milyoner “Hacı Serkis”den yürüyüşçe, söz söyleyişçe fark edilemez, Ermeni demokratikliğinde bu tarz gayet muhkem temsil edilmiştir.

Bazılarını ben tanıyordum, bazıları da beni tanıyorlardı. Hatta bizim kitapçı müteveffa “Karabet”in oğulları, yeğeni, kayını, yine Babıali Caddesi’ndeki mücamele-i hukuk-perveriyeyi tekrar ettiler. Eskiden beri sarraflık ile müştehir .... bir aşinalık edip geçti. Efendi, bey unvanları da eski “ahbar” müstesna olmak üzere ağa, tuti; kokana tabirleri gibi mehcur olduğu için alelıtlak:

—Baron, Mumciyan!

Gibi sesler işitiliyordu. Buraya gelmeden evvel İstanbul’da garip bir “tercüme” meselesi duymuştum. Pasaport, tebdil-i tabiiyet meselelerinin netayicinden olmak üzere Ermeni isim ve lâkaplarının, Fransızca, İtalyanca mukabeleleriyle eda ettikleri söyleniyordu.

Meselâ evvelce “Beyazcıyan” şimdi Mösyö “Lublan”, Şemadancıyan, Mösyö “Dulakandala”, Kirkaryan Mösyö “Dokıriko”, Taşçıyan, Mösyö “Lapar”,.. ilh. Olmuş imiş ben buna ihtimal vermemekle beraber ahval-i fevkalâde tebdil-i esami edenler meyanında her millet ferdinden de mevcut olduğunu bildiğim için inanmak da istemedim. Kıyafet pek mahdut idi. Tuvalet de keza. Yakıştırmaktaki kabiliyet de keza. Beyaz, koyu krem örtülerinden iki parmak arzında siyah bir kurdele geçmiş hasır şapkalar bazılarının başlarında uçacak gibi bir vaziyet alıyordu. Düz siyah, yumuşak şapkalar pek nadir idi. Fes giyenler de var idi. İngiliz kabalaklı103, Fransız zabıt-ı ferması serpuşlu, “kepi”li, “kapela”lılar görünüyordu. Mütarekeden bir az sonra meydan alarak giyinenlerini Ermeni avamı arasında “kazak” diye çağrılmaya sebep olan siyah kalpak görünmüyordu. Hele ya Rabbi şükür!.. Bir tane düz koyu lacivert, kısa bonetalıya tesadüf ettim. Gençlerin, bahusus hem şık, hem de çevik görünmek isteyenlerin başları ekseriyetle açık idi. Ada sakininin yüzde doksanının Ermeni olduğuna göre kadın, erkek, çoluk çocuk kafalarının, yaya, ağır, telaşlı, bisiklet sever, çember çevirerek, ayağıyla eski toplara vurarak muttasıl bir tarafa akın etmeleri üzerine refikime sordum:

—Adanın bu tarafı mı daha ziyade meskûndur? —Hayır bu taraf bilakis açıklıktır.

—Bu tarafa doğru gidiyorlar?

—Sebebi var... Ermeniler İngilizlerle “futbol” oynayacaklar!.. Kazanan taraf iki yüz lira alacakmış!.. Adanın en zenginlerinden Taşcıyanzade İngiliz zabıtasından bazılarına da mükemmel bir ziyafet verecekmiş!...

—Ya!... —Evet!...

—Biz seyredebilecek miyiz? —Hay hay!..

—Öyle ise ne duruyoruz.

Dedik. Herkesin akın akın gittiği tarafa yürümeye başladık. Dar bir sokaktan geniş bir sahaya çıktık ki İngiliz efradı “futbol” kalelerini yapıyorlar, oyun sahasını iple çeviriyorlardı. Biraz daha yürüyünce az yapraklı, eğri büğrü, gölgeleri hafif beş on çamdan müteşekkil bir [a]ğaçlık alanına geldik. Buraya “bahçe” deniyormuş! Adi bir kır gazinosu iki üç bina-yı köhneden ibaret bir semt. Bu gazino “Doktor” namında orta boylu, az kıranta, etine dolgun, eski tarz ve kıyafetinde yani baş açık, mintanlı, kuşaklı, boz [re]nkte iş pantolonlu, basık ökçe yemenili, mükerrer perdahtına rağmen yine tıraş yerinde, koyu kurşuni arsası mütebariz biri güler yüzü, tatlı dili ile karşıladı.

Refikim bizi doktora taktim etti. Her birimizi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra cümlemizin hastalığının bir olduğunu, kendisinde bu hastalık için gayetle müessir bir ilaç bulunduğunu, şimdi giderek ma-teferruat getireceğini [be]yan ederek çekilirken iki neferin ayakta duramayacak bir halde arkadaşları tarafından sürüklendiğini gördü. Bize doğru dönerek:

—Nah! Benim ilacın müşterileri!.. Ne de çabuk oldular!.. Hiç dayanmıyorlar. Bunlara ka[r]şıdan asma dalı göstersek çakır keyif olurlar!..

Diyerek başını sallaya sallaya gitti.

Filhakika “futbol” merakı adalıları bu tarafa celp ediyordu. Bu sebeple oturduğumuz muhitte elsine-i meşhurdan Türkçe, Ermenice, Rumca, İngilizce, Fransızca, tek tük İtalyanca tedavül etmeye başladı. Bizimkine üç lisandan mürekkep olduğu için çetin diyen ecanib-i müşterekin bu altı lisandan mahlût kesik muhavereleri işitirseler acaba ne derler?

Çoğu Ermenice söylüyor. Anası; lisan küçük yaşta öğrenilir nazariyesine uymuş, şimdiden İngilizce cevap veriyor. Baba Ermenice, Fransızca karışık tarifat ile kadının nazar-ı dikkatini oyun meydanına celp etmeğe çalışıyor, yanlarında oturan bildikleri Rumca soruyorlardı: —Veve! —Hamme! —Yes! —Vevi! —Si!

Hatta “peki” yerine “evet” en ziyade kulağa çarpan nidayat ve kelimattan ibaret kalıyordu. Çocuklar; pür neşe, fındıkçı, fıstıkçı, şeftaliciler pür-avaz, oyun yeri masa[ri]lerle pür heyecan, bir iki İngiliz borazanı pür-heybet, koşuşma, itişme, vuruşma, düşme, topa tos vurma, çelme, kaleye doğru “şut”lar, kale-i müdafaanın “kik”leri, gayri ihtiyarı yapılan “aut”lar, topu kendi kalesi hizasına aşırmadan ibaret olan “korner”ler, kolları tesadüf neticesi olarak topun durduğuna işaret eden “[s]emboller”, on iki “pas”dan kaleye çekilen “penaltı”lar alelumum “pas”lar, “hakem”lerin etvar-ı mütecellid-anesi, her iki “tim”de terleyenler, yorgunluk gösterenlerin çoğalması arasında idi ki:

—Gol!

Yapıldı. İngilizler bir gol ile galip gelmişlerdi. Kaleler yıkılıyor, ipler çözülüyor, çaharaklar havada uçuşuyor, piyasa başlıyor, el ele, kol kola, yan yana avdet ediliyordu. Galiba rida-ı bonetalar, garbi, siyah fistolar esmer, Hind çehre simalı çocuklar, “maren” robalılar, elde Fransız bayrağı motosikletçiler, aralarında siyah yemeni, siyah ceket, siyah fistan, eski yarım kundura tarzında iskarpin giyen ihtiyarlar mazileri unutmuş, bugün yetiştiklerine müteşekkir ve mütebessim geçiyorlardı...