• Sonuç bulunamadı

3.2. Hikâyeleri

3.2.8. Mekân

Sanatçı, mensup olduğu dünyanın hususiyetlerini, muhayyilesinde tertip ettiği haliyle eserlerine yansıtmayı hedefler. Tahkiyeye dayalı metinler her ne kadar gerçeğin dışına çıksa da sahih ya da kurmaca mekânlara ihtiyaç duyar. Bu bakımdan Miyasoğlu, hikâyelerinde, anlatılanların gerçekliğini artırmak, olayları görünür kılmak maksadıyla çoğu zaman, içinde yaşadığımız dünyadaki bildiğimiz, gerçek isimleriyle anılan yerleri bilinçli ve kasıtlı bir seçimle işler. Yazarın, hikâyeleri için oluşturduğu mekânların tamamına yakını yaşadığı yerlerdir.

“Pancur”, “Tesbih”, “Geçmiş Zaman Aynası”, “Kaybolan Ev”, “Gece Kuşları”, “Dünür”, “Son Osmanlı”, “Kilisede Sersem Güvercinler”, “Her Devrin Velisi”, “Kül Tablası”, “Üç Odalı Yalnızlık”, “Bir Ev Bir Araba”, “Emânet Dolabı”, “İhbar Mektupları”, “Sınav Kâğıdında Gözyaşları” sanatçının İstanbul merkezli hikâyeleridir. Fındıkzade, Topkapı, Çapa, Şehzadebaşı, Karaköy, Galata Köprüsü, Eminönü, Sirkeci, Üsküdar, Vezneciler, Fatih, Haliç, Eyüp, Florya, Ortaköy, Boğaz, Taksim, Unkapanı, Aksaray, Beyazıt, Beşiktaş, Tophane, Akaretler, Gedikpaşa, Süleymaniye, Fatih Camii avlusu, İstiklal Caddesi, Edirnekapı Mezarlığı söz konusu hikâyelerin dış mekânlarıdır.

İç ve dış mekânların paralellik gösterdiği bu kurguların İstanbul’da geçmesi tesadüf değildir. Yaşantısını çeşitli yönleriyle eserlerine konu eden yazarın bu tür çalışmalarında farklı mekânlardan söz etmesi zor olsa gerek. Öyle ki İstanbul dışında tercih edilen yerler de Miyasoğlu’nun resmî görevlerle tayin edildiği İzmit, Pakistan ve memleketi Kayseri’dir.

Şehirlerin, kurmaca eserlerde kullanılan birtakım geleneksel temalara uygun düşen “kalabalık içinde yalnızlık”, “yeninin yüceltilmesi”, “çığ gibi büyüyen ahlaksızlık”, “her şeyin paraya dökülmesi” gibi nitelikleri barındırması (Çakır, 2002:251). Miyasoğlu’nun hikâyelerinde de karşılığını bulur. “Tesbih” ve “Gece

Kuşları” hikâyelerinin merkezî figürleri bu yalnızlığı yaşayan şahıslardır. Modern çağın gereklerine ayak uyduramayan Lütfiye Hanım, büyük şehrin şartları doğrultusunda hayatını ikame eden çocukları, gelini ve torunlarıyla çatışır.Beş yıllık büyük şehir hayatının silemediği bir taşralılıkla çevresinden hoşlanmayan insanlarda çok görülen bir geçmiş zaman hasretine sahip Lütfiye Hanım, Anadolu’daki günlerini, her şeyin kendisinden sorulduğu odaları, sofaları ve büyük avlulardaki hayatını özler. Bu ve benzeri mekânlarla özdeşleşmiş bir şahsın geleneksel bağlarından sıyırılarak tam tersi özellikler gösteren apartman yaşamına ayak uydurması ihtimal dışıdır. Bunu yaşlı kadının “Ben erkek olsaydım bir gün bile oturmazdım bu apartman katlarında. Dükkân rafları gibi odalarda oturulur mu? Subhanallah, subhanallah…” (1998b:41) şeklinde beliren iç monologlarından da anlayabiliriz.

Lütfiye Hanım ve Aysel arasındaki geçimsizliği kuşak farkı yanında mekânlarda da aramak gerekir. Metinden alıntıladığımız şu cümleler bunun en somut örneğidir:

“… Lütfiye Hanımla pek anlaşamıyordu. O istese ne güzel geçinir gideriz diye düşünüp dururdu. Gel gelelim, Lütfiye Hanım bir türlü büyük sofalardaki hayatını, iki oğul anası, Kâmil Efendi’nin karısı olduğu günleri unutamıyordu bir türlü” (1998b:41).

Şehrin maddi zorlukları altında ezilen polis memuru Rıfat Bey’in, evdeki sorunlardan uzaklaşıp rahat bir nefes almak için dışarı çıkması kalabalıktan, mekânın boğucu stresinden arınma isteğinin neticesidir.

“Pancur”, “Dünür”, “Bir Ev Bir Araba” ve “Gazeteci Hâfız” hikâyelerinde paraya karşı takınılan tutum da mekândan ayrı düşünülemez. Zira ekonomik şartların güçlüğü ve bu durumun, şahısların kişiliğinde meydana getirdiği tahribat köy ve şehirlerde farklı tezahür eder.

Üniversite öğrencilerinin ön planda olduğu “Pancur”, “Üç Odalı Yalnızlık”, “Sınav Kâğıdında Göz Yaşları” metinlerinde karşılaştığımız üniversiteler, sahaflar, öğrenci yurtları kahramanların kişilik ve kimliklerinin, sosyal, kültürel, ekonomik konumlarının, sosyal yaşantılarının sunulup sergilendiği işlevsel mekânlardır.

“Geçmiş Zaman Aynası” ve “Kül Tablası”nda mekân tasvirine ilişkin olarak figürlerin ruhsal durumunu, iç dünyasını çözümlemeye yarayan işlevsel bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir.

“Bir iş hanının son katı. Biraz genişçe bir salon. Önünde uzun bir teras var. Buradan ileri doğru bakınca, Taksim’deki binaların çatılarıyla kiliselerin kubbeleri farklı görünüyordu” (2003a:76) şeklinde dekoratif tasvir cümleleriyle başlayan “Kül Tablası”, kahraman anlatıcının ruhsal durumuna bağlı olarak farklılaşır. Vakıf sekreteri Fehim Bey’in isteği üzerine ziyaretine gelen anlatıcı kişi, bir hafta önceki tartışmadan dolayı kendisine kırıldığını bildiği şahsın kırgınlığının geçmediğini anlar. Bu durum kahraman anlatıcının çevresine bakışını etkiler. İş hanına girdiğinde nesnel mahiyet taşıyan tasvirleri, karşılaştığı muameleyle öznelleşir. “Güz ikindisinin güneşi alabildiğine ısıtmıştı havayı. Buna rağmen pencereler özellikle kapalıydı” (2003a:76). Cümlesindeki vurgu, kahraman anlatıcının kendisine yönelik takınılan tavra karşı yorumudur.

“Geçmiş Zaman Aynası”ndan alıntıladığımız “Ben de şehrin sıcağından bıkmış, çiftliğin uçsuz bucaksız tarlalarını, alabildiğine uzayıp giden sazlıkları, suya girip bir türlü çıkmak bilmeyen malakları, delirince önüne geleni devirip geçen mandaların kaymağını, bakmakla doyamayıp her yıl bir yenisini sahiplendiğim yaban atlarını ve güzelim taylarını özlemiştim” (1998b:63). Cümleden hareketle kahraman anlatıcının, sıkıntılı bir süreçten geçtiğini, içinde bulunduğu olumsuz psikolojinin tesirinden kurtulmak amacıyla geçmişin acı tatlı hatıralarına yöneldiğini çıkarabiliriz. Geçmiş yaşantılara duyulan özlem bir yönüyle mevcut zamandan, mekândan duyulan memnuniyetsizliğin de ifadesidir.

Reel dünyada olduğu gibi, kurmaca evrenden süzülen düşüncelerin şekillendirdiği metinlerde de mekânlar kahramanların psikolojik ve ruhi hallerine göre değişiklik gösterir. Farklı kültür ve mizaca sahip bireylerin aynı mekâna yönelik değerlendirmelerinde benzer algılardan söz edilemez. Şahıslar, bulundukları dekorun mevcut görünümünden etkilendiği gibi, değişen psikoloji yapılarıyla mekân ve eşyayı ayrı boyutlarda konumlandırabilir. “Tesbih”te Engin’in yoğun bir mesainin ardından evde karşılaştığı manzaraya yönelik tepkisi bu hususu örneklendirecek niteliktedir:

“Aysel yemek masasını hazırlamak için mutfağa gitmişti. Engin de hastanede geçen hareketli bir günün yorgunluğuyla oturma odasındaki divana uzanmış, tavandaki nem lekelerine bakıyordu. Bunlar üst katın mutfağındaki su borusundan sızıyor galiba diye düşündü. Recep Bey’e söyleyim de yaptırsın şu boruyu. Ev ev değil ki birader, kaçak kat… Bir yıla kalmıyor, her taraftan bir şeyler bozuluyor. Adamlar müteahhit değil, hırsız” (1998b:43).

Mekân ve eşyanın en ince ayrıntısına kadar, hiç değiştirilmeden olduğu gibi anlatıldığı, kahramanların hususiyetlerinin dikkatlere sunulduğu tasvir örneğine “Pancur”da rastlarız:

“Odanın iki tarafı ucuz tahtalardan raf yapılmıştı. Bir taraf tamamen doluydu, diğerine de küme küme kitaplar konmuştu. Anlaşılan, üzerinde çalıştığı konuya göre ayırmıştı onları. En alttaki sırada da ders kitapları olmalıydı. Odada iki sandalye, bir masa ve somyadan başka bir şey yoktu. Terlikler, kirli gömlekler ve duvarda asılı bir takım elbise… Pencerenin bulunduğu duvarla tavan, tahta zarlarla kaplıydı. Ekrem’in odası da hemen hemen aynıydı” (1998b:30).

Bakılan mekândan hareketle bakış açısına sahip figürün kültür, mizaç ve konumu hakkında bilgi edinilebileceği gibi ayırt edici yanları da ortaya konulabilir. Bu uygulamanın güzel bir örneği “Üç Odalı Yalnızlık”ta karşımıza çıkar. Edebiyat ve teknik gibi farklı programlarda ihtisasını sürdüren bir grup gencin sabit bir konu üzerinde dahi ayrışan perspektifleri, farklı donanımlara sahip bireylerin değişen kişiliklerinin ortaya konması bakımından önemlidir.

“Kilisede Sersem Güvercinler”in muzip kahramanının İstanbul tutkusu millî, manevi duyarlılıktan ileri gelir. Şehrin tarihî, mimarî ve manevi dokusunun dikkatlere sunulduğu metinde kilise, patrikhane gibi mekânların karşıtlığından yararlanılarak İstanbul’un değerleri yüceltilir.

Mekânın farklı bir boyutla ele alındığı “Bir Ev Bir Araba”da ev amaçlanan bir unsur olarak karşımıza çıkar. Konut sahibi olma düşüncesiyle yola çıkan kahraman anlatıcı, maruz kaldığı güçlükleri öne sürerek toplumun aksayan yönlerini eleştirir. Kooperatif sistemiyle ev sahibi olmanın güçlükleri de yazarın yergilerinden nasibini alır.

Miyasoğlu, varlıklarının devamı noktasında kendilerine kimlik kazandıran mekânlar üzerinden hâkim ideolojinin dayatmasıyla toplumu ayrıştıran birtakım

kurumlara dönük göndermelerde bulunmayı ihmal etmez. Sunulan fikirlere dayanak oluşturan bu yerler “Emânet Dolabı” ve “Sınav Kâğıdında Gözyaşları”nda kendini gösterir. Söz konusu mekânlar asli işlevlerinin dışında anılır. “Emânet Dolabı”nın okutman figürü Refik Bey’in, sistem karşısındaki kararlı duruşu mensup olduğu üniversitenin farklı yönlerine ışık tutar. Düzenin kuralları gereğince öğrencisine yaptığı haksızlığı sindiremeyen kahramanın şu çıkışı mekânın bir başka boyutunu gözler önüne serer:

“Çünkü darbe ortamında memuriyet hukuku da kolayca çiğneniyordu. Bir çatışma çıkınca, öğretim görevlileri de öğrenciler gibi kapı dışarı edilebiliyordu. Bu bakımdan liseden farksızdı üniversiteler” (2003a:148).

Sıkıntılarına iyi geleceğini düşünerek, Sarıyer’deki balıkçı kahvesinde bir müddet dinlenen anlatıcı kişinin arınma sürecinin akabinde geleceğe dair hayallerine yer verildiği “Geçmiş Zaman Aynası”nda ütopik mekân tasviri bu değişimin meyvesi olarak kendini gösterir:

“Evimiz yeni atılımlar için bir üs, dost-arkadaş toplantıları için cömert bir sofra, her köşesinden sadelik ve temizlik tüten bir mabet, yorgunlukları kısa bir şekerlemeyle silip süpürecek bir cennet köşesi, balkonunu dolduracak saksılarla el değmemiş bir çiçek bahçesi, divan şairlerini imrendirecek kadar seçkin şiir kitaplarından oluşmuş bir kitaplık…” (1998b:64).

Sosyal hayatın önemli bir rüknü sayılan kahvehaneler, Miyasoğlu’nun hikâyelerinde kültür çevrelerinin devam ettiği ve belli vasıfta insanların dinleyici olduğu sohbet yerleri olarak dikkat çeker. Özellikle üniversite öğrencilerinin uğrak mekânları olarak zikredilen yerlerde çoğunlukla devlet, millet, memleket, sanat ve edebiyat meseleleri konuşulur. Gençler, yazarın “hasbî müderris” (Miyasoğlu, 1981:115) tabiriyle tanımladığı hemen her konuda köklü bilgilere sahip ağabeyleri can kulağıyla dinlerler. “Gece Kuşları”, Üç Odalı Yalnızlık”, “Sınav Kâğıdında Gözyaşları” kahvehanelerin bu fonksiyonlarıyla yer aldığı metinlerdir.

Ana mekânları kahvehane olan “Geçmiş Zaman Aynası” ve “Kaybolan Ev”de söz konusu yerler bahsettiğimiz işlevleri dışında şahısların, günlük yaşamın stresinden arınarak kafa dinlemek, ahbaplarla hoş vakit geçirmek için tercih yerleridir.

Kahramanların kimliklerinin çiziminde yararlanılan “dar” veya “kapalı” mekânlar eşya unsuruyla zenginleştirilir. Bu mekân modeliyle orada bulunan kişinin psiko/sosyal kimliğine açıklık getirilir (Tekin, 2012:158). Sanatçı, kapalı mekânların etkin olduğu “Geçmiş Zaman Aynası” ve “Kül Tablası”ndaki durağanlığı hikâye başlıklarında yer alan eşyalarla giderir. Kül tablası ve ayna, hikâyelerin oluşumuna zemin teşkil eden eşyalardır. Balıkçı kahvesindeki eski zaman aynası, çağrışımlarla olay örgüsünün gelişimine öncülük etmiş ve kahraman anlatıcının hayatına dair önemli bilgilerin gün yüzüne çıkmasına vesile olmuştur. Böylelikle şahsın kimliğine dair ayrıntılı bilgiler okuyucuya sunulmuştur. Bir iş hanında vakıf sekreterliği yapan Fehim Bey’in edebiyat alanındaki yetkinliğini kül tablası çevresinde gelişen tartışmalardan öğreniriz.