• Sonuç bulunamadı

3.2. Hikâyeleri

3.2.3. Fikirler

Eserin bizzat sanatçısına ait mesaj olduğunu belirten Miyasoğlu, sanat eserini dünya görüşü ekseninde verilecek mesajlardan üstün tutar. Buna karşın hikâyelerinde estetik kaygıdan ziyade fikri önceleyen yazar, okuyucuyu kurmaca dünyanın atmosferinden uzaklaştırır.

Yerlilik, kültür, millî ve manevi değerler, yanlış batılılaşma sanatçının üzerinde durduğu meselelerin başında gelir. “Pancur”, “Devrim Otomobili”, “Kavun Meselesi”, “Son Osmanlı”, “Kilisede Sersem Güvercinler”, “Gazeteci Hâfız”, “Emânet Dolabı” bu esaslar üzerine kurulmuş hikâyelerdir.

“Pancur”da Kerem ile Aslı hikâyesinden yola çıkarak medeniyet problemi arasında benzerlik kuran Faruk, tespitini şu sözlerle dile getirir:

“-Bilirsin Kerem, Aslı’yı uzun bir arayıştan sonra bulur. Bunların birleşmesini istemeyen Aslı’nın babası Kesiş, bir beyin zoruyla razı olur. Kızına gerdek gecesi öyle bir gömlek giydirir ki, Kerem bir türlü “vuslata eremez”… O,

bu acıya dayanamayarak öyle bir “ah”çeker ki, yanar gider. Küllerini saçlarıyla toplayan Aslı da arkasından…” (1998b:16-17).

Ona göre Avrupa bize sunduğu, gerçekten ihtiyacımız olan şeylere öyle bir biçim vermiştir ki biz bir türlü içine giremeyiz. Bu sebeple yanıp yakılırız. Buradan hareketle yazar, insanla ilgili şeylerin; sosyal, psikolojik ve metafizik problemlerin, medeniyet ve kültür problemlerinden ayrı düşünülemeyeceğini vurgular. Batılı metotların kullanılabilirliği ve batılı yaşayış arasındaki farkı ortaya koyan Miyasoğlu, öne sürdüğü düşünceyi yine figürler vasıtasıyla gerçekleştirir. Faruk’un, öğrenci yurdunda bir araya geldiği arkadaşlarıyla bu husustaki tartışmaları tespitimizi örneklendirir.

Sağlam değerlerden yoksun, metafizik temelleri bulunmayan kimselerin olumsuzluklar karşısında varlık gösteremeyeceği; insanların birtakım menfaatler uğruna, şahsiyetlerinden, değerlerinden ödün vermelerinin kabul edilemez olduğu çeşitli misallerle ortaya konur.

Almanların da desteğiyle gerçekleştirilmeye çalışılan Devrim Otomobili projesinin fiyaskoyla neticelenmesi üzerine Şahin Usta gibi güngörmüş bir kimsenin söylediği şu sözler ülke ekonomisine katkı sağlayacak atılımların yerli kaynaklarla mümkün olabileceğinin ifadesidir:

“… - Ne çıkarsa şu nasırlaşmış ellerden, şu emektar tornadan çıkar. Sen bana projeyle malzemesini getir, ben sana araba da yaparım, tank da, uçak da… Yeter ki ne yapacağını iyi bilen bir kadro iş başına gelsin ve kararlı olsun. Para da bulunur, kalifiye işçi de” (2003a:12).

Cömertliğin, insanı yücelten manevi bir değer olduğunu vurgulayan yazar, “Kavun Meselesi”nde sevilen şeylerden harcanmadıkça insanların iyiliğe erişemeyeceği üzerinde durur. Cömertlik ne “desinler” kabilinden bir kavramdır ne de başkasıyla rekabet için takınılmış bir tavırdır. Tamamen içten gelen bir samimiyettir.

“Son Osmanlı”da evrensel değerlere sahip olan Osmanlılığın hiçbir şekilde son bulmayıp, nesilden nesile devam edeceği ve bu değerleri kendine şiar edinenlerin öldükten sonra dahi hatırlanacağı verilmek istenen düşüncedir.

“Kilisede Sersem Güvercinler”, bilgi eksikliğinin sebep olduğu manevi açlığı doyurma çabasıyla farklı mecralara sapan insanların bilinçlendirilerek

kazanılmasının sabır ve etkili iletişim ekseninde gerçekleşeceği fikri üzerine temellendirilmiştir.

“Gazeteci Hâfız”da verilmek istenen mesaj ise şu şekildedir: “İnsanların, maddi çıkarlar uğruna birtakım değerleri yok sayması, delil olmadan masum insanları karalaması tamiri mümkün olmayan sonuçlara sebep olabilir.” Alanında bilgi sahibi olmayan, hatta hiç anlamadığı konularda kulaktan dolma bilgilerle kitaplar yayımlayıp derlemeler yapan kimselerin yayınevleri tarafından teşvik edilmesi yardımcı fikir olarak eleştirilen bir diğer husustur.

“Emânet Dolabı”nda bir milletin dininin, kültürünün, kimliğinin simgesi olan kılık-kıyafet unsurunun bazı kesimlerce suç aleti sayılması, buna karşın Batı’ya özgü giyim kuşamın ilericilik noktasında değerlendirilmesi bir zihniyet hezeyanı olarak değerlendirilir. Fikir korkusu, düşünen insana düşmanlık, kılık-kıyafete müdahale gelişmenin önünde birer engeldir. Muasır medeniyetler seviyesine ancak geçmişin temelleri üzerinden dinî ve kültürel değerlere sahip çıkmakla mümkün olacağı vurgulanır.

Miyasoğlu’nun hikâyelerinde “içtimaî adaletsizliğin” birçok tezahürünü bulmak mümkündür. Yazar, “Kaybolan Ev”, “Emânet Dolabı”, “Sınav Kâğıdında Gözyaşları”nda iktidar sahiplerinin uygulamaları doğrultusunda meydana gelen ayrışmayı gözler önüne serer.

“Kaybolan Ev”de toplumsal tabakalaşmanın bir örneğini anlatıcı kişinin şu cümlelerinden takip edebiliriz:

“Hayır, efendim, fikir ayrılığı filan değil bu, sokak kavgası. Şu köşe senin, bu köşe benim davası. Bizim çocuklardan biliyorum. Yeğenimle kızımın büyük oğlu birbiriyle bir türlü anlaşamazlar küçükten beri. Yeğenim devrimci olunca, öteki de ona inat ülkücü olmuş. Ortanca oğlan ise nurcu…” (1998b:77).

“Ne kadar muzurluk varsa 60’tan sonra girdi memlekete. Aileye nifak girdi, gençler birbirine düştü. Yani gele gele Muhtıra devrine geldik” (1998b:80- 81).

“Emânet Dolabı”nda, eğitim kurumlarındaki çarpıklıklar ve dayatmacı anlayışla hiçbir gelişmenin sağlanamayacağı, üstelik bu tutumun ayrışmaya sebep olacağı üniversite hocasının hatıralarından şu cümlelerle nakledilir:

“Bu memleketin sahibi ve hâkimi gibi konuşanlara göre, tespih çekenle tetik çeken aynıdır, başörtülü ile terörist aynı kefededir. Onlara kalsa hepimizi emanet dolabına sokmak gerekir, çünkü her halimizle birer suç aletiyiz” (2003a:128).

Batılı yaşam tarzını yansıtacak birçok unsurun kurumlarımıza girmesine karşın bizi biz yapan değerlerin kapı dışarı edilerek yaşam hakkı tanınmaması anlaşılması güç bir çelişkidir. Bunun izahı içerde olduğu kadar dışarda da güçtür. Hikâyeden alıntılayacağımız şu bölüm bunun en güzel örneğidir:

“Avrupa’daki üniversiteli dostlarımız, bizdeki kıyafet devrimi merakını bir türlü anlayamazlardı. Bunlardan birini, Londra Türk Büyükelçiliği’ndeki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna götürdüm, bir türlü şaşkınlıktan kendini alamadı. İngiliz dostum, bizim görevlilerin ne batılı ne de doğulu, hiçbir millete mensup görünmediğini ifade etti. Türban ve şalvarın neden kullanılmadığı sorusuna, yasaklandığını söylediğimde dostum büsbütün şaşırdı” (2003a:127).

“Sınav Kâğıdında Gözyaşları” başörtüsünün öğretimle ilişkilendirilip siyasal bir simge gibi sunulması ve buna dayanarak öğrencilerin eğitim hakkının engellenmesinin yanlışlığı üzerinde duran bir hikâyedir. İnsan vicdanında kabul görmeyen kuralların uygulanmasının beraberinde birtakım problemleri getirmesi kaçınılmazdır. Öyle ki yasalara uymak zorunda kalan Okutman Refik Bey, başörtüsünü çıkarması şartıyla sınava girmesine müsaade ettiği Nalan’ın sınav süresince döktüğü gözyaşlarından etkilenerek mesleğinden istifa eder. Yazar, eserinde işlediği bu vaka ile haksızlık karşısında susmanın da zulme iştirak olduğu üzerinde durur.

Miyasoğlu’nun yukarıda belirlediğimiz yerlilik, kültür, millî ve manevi değerler, yanlış batılılaşma, toplumun ayrışması gibi dinamik temaların dışında özele indirgeyerek aile ekseninde ortaya koyduğu fikirler de söz konusu olup aşağıda incelememize tabi olacaktır.

“Tesbih”te gelin-kaynana meselesinin Havva anamızdan beri büyütülen bir karaçalı olarak gösterilmesinin yanlışlığı işlenerek, yaşlılığın herkesin başına gelebilecek bir durum olduğu, her nefsin bir gün ölümü tadacağı vurgulanır.

“Geçmiş Zaman Aynası”nda merkezî figür, sırları dökülmüş bir eski zaman aynası karşısında iç arınma yaşayarak “Kör olası şeytanın ayağını kırıp Allah’a,

verdiği nimetler için şükretmek gerekirken, üç günlük dünyada insanın, hırslarına kapılarak birbirinin hatırını kırması büyük günahtır.” düşüncesine ulaşır.

“Bulgur Pilavı”nda peşin hükümlü olmanın, insanı yanılgıya düşüreceği fikri üzerinde durulur.

“Dünür” ve “Beşinci Peygamber”de, “başkalarının mutluluğu için bulunduğumuz iyi niyetli girişimler felaketimiz olabilir” mesajı verilir. “Beşinci Peygamber”de Guguş’un, aşktır, fedakârlıktır diye yutturulan bir rezalete bilmeden ve daha da önemlisi iyi niyetle yardımda bulunması yaşamının alt üst olmasına sebep olur. Başına gelmedik iş kalmaz.

Birbirinin devamı niteliğindeki “Her Devrin Velisi” ve “Kül Tablası” hikâyelerinde, “mana veremediğimiz birtakım hadiselerin anlaşılmasının zaman alacağı” düşüncesine vurgu yapılır.

“Eleştiriye açık olmanın kişiye yeni bir perspektif kazandıracağı, eleştirinin bireyin gelişiminde yadsınamayacak bir öneme sahip olduğu” ana düşüncesinin hâkim olduğu “Üç Odalı Yalnızlık”ın yardımcı fikirleri ise darbe dönemlerinde eğitim kurumlarına yayılan korku ve panik havasının hür düşüncenin gelişmesini engellediğidir. Dış güçlerin Türkiye üzerindeki etkileri ve planları da verilmek istenen bir diğer fikirdir.

“Bir Ev Bir Araba”da akıl almaz hesaplarla enflasyonu bir toplum canavar haline getiren zihniyetin varlığıyla karşılaşmanın insana olan etkisine değinilir.

“Geçim kaygısı ve sorumluluklar insanları istemedikleri kararları almaya sevk edebilir” düşüncesinin ele alındığı “İhbar Mektupları”nda Emir’in içselleştiremediği hususlara tepki vermedeki kararsızlığı iç çatışmaya sebep olurken, “Sınav Kâğıdında Gözyaşları” ve “Pancur”da merkezî figürler benzer hadiseler karşısında tepkilerini ortaya koyarak bedel ödemişlerdir. Okutman Refik Bey, hiçbir kaygı gözetmeksizin istifa etmiş, Ekrem ise sevdiği kızı kaybetme pahasına değerlerinden taviz vermemiştir.

Mustafa Miyasoğlu’nun, hikâyelerini yazarken zihninde şekillenmiş, netleşmiş ön düşüncelerle yola çıktığı görülür. Okuyucuya vermek istediği mesaj, metinde alenen yer bulur. Yazarın bu tutumu sanat eserini düşünceye feda ettiğinin ifadesidir. Şevket Bulut, Geçmiş Zaman Aynası üzerine kaleme aldığı aynı başlıklı yazısında yazarın bu hikâyelere belli bir çevrenin görüş ve düşüncelerini zorla

sokuşturmaya çalıştığını, zaman zaman şahsi tasavvurlarını kapsayan, okuyucuyu ilgilendirmeyen paragrafların hikâyeden çıkarıldığı takdirde yazara bir kayıp verdirmeyeceğini belirtir (Bulut, 1977: 24). Buna örnek olarak ”Pancur”da Faruk ve arkadaşlarının yurttaki tartışmalarını gösterebiliriz. Yer verdiğimiz örnek, misal teşkil etmekle birlikte Bulut’un söz konusu tespitini Miyasoğlu’nun pek çok hikâyesi için genelleyebiliriz. Her hikâyenin birden fazla fikir ihtiva etmesi ve bunun kurgu dışında gerçekleştirilmesi sanatın estetik yönünü zedelemiştir.