• Sonuç bulunamadı

Konu, Özet, Vaka Kuruluşu

3.2. Hikâyeleri

3.2.2. Konu, Özet, Vaka Kuruluşu

Yazarın muhteva bakımından bütünlük gösteren hikâyelerinde ele aldığı konular aşağıdaki gibi tespit edilebilir:

“Pancur”da “Kerem ile Aslı hikâyesini yaşayan ve yazmaya çalışan iki gencin ilişkisinde, batılılaşmaya bakışın iki yönü birlikte ortaya konmuştur” (1999a: 133).

Diş tedavisi için hastaneye giden Ekrem yolda Fikri Ağabeyle karşılaşır. Üstatlara özenmesinden, her şeye gösterdiği ilgi yüzünden “Üstad” olarak isimlendirilen, önceleri tuhaf bir ciddiyetle dinlediği bu adamı daha sonra hissettirmemeye çalıştığı bir umursamazlıkla geçiştirir. Diş hekimliğinin önüne gelindiğinde, asistan arkadaşlarını görmek için Üstad’tan ayrılır. Asistan, Ekrem’e iki isim verir. Biri son, diğeri dördüncü sınıf öğrencisidir. Ekrem, kartını gösterip asistan arkadaşından söz ederek Asuman’ın sorularını cevaplandırır. Kızın geniş alnını, sevimli burnunu, kahverengi gözlerini dikkatle süzdükten sonra bu yüzü nereden tanıdığını hatırlamaya çalışır. Tedavisi bir sonraki güne ertelenince

hastaneden ayrılarak üniversiteye gelir. Evde kaldıkları lise arkadaşı, biricik dostu Faruk’la buluşur. Faruk büyük bir heyecanla, halk hikâyelerini yeniden yayımlamayı amaçlayan bir projenin içinde yer alacağından bahseder. Projedeki görevi ise Kerem ile Aslı’yı hazırlamaktır. Ekrem’i de bir başka hikâyeyi hazırlaması yönünde teşvik eder. Ekrem, işlerinin yoğunluğunu ileri sürerek bu teklifi reddeder. Faruk, uzun zamandır görmediği arkadaşlarını ziyaret etmek için yurda gider. Arkadaşlarını çeşitli konularda tartıştıklarına şahit olur. Konuyu Kerem ile Aslı hikâyesine getirerek onların bu konudaki bilgi ve önerilerinden faydalanmak ister. Gerekli bilgileri edinerek yurttan ayrılır. Öyle bir havaya girer ki gece gündüz bu konuyla ilgili okumalar yapar. Ertesi gün Ekrem, kapının önünde Asuman’ı bekler. Kız gülümseyerek onu buyur eder. Hazırlığını yaptıktan sonra Ekrem’in dişlerini gözden geçirir. Gözlerini kapamaktan utandığı için, ister istemez kızın yüzüne bakan Ekrem, mimiklerinden, gözlerinin kıpırdanışından onun, ilkokul arkadaşı Asuman olduğunu hatırlar. İkisi de son sınıf öğrencisi olup, Ekrem Hukuk, Asuman da Diş hekimliği fakültesinde okumaktadır. Tanıştıklarının haftası Asuman, Ekrem’i evlerine götürüp anne ve babasına sürpriz yapmak ister. Zira kızın ailesi Ekrem’i ilkokul yıllarından tanımaktadır. Ziyaretin gerçekleşmesiyle samimiyet ilerler. Ekrem sık sık bu eve gelip gider. Asuman’la ilişkileri duygusal bir hâl alır. Asuman’ın varlıklı olması, babasının usulsüz yollardan kazanç sağlaması Ekrem’i bu aileden soğutur ve Asuman’la görüşmeme kararı alır.

Yer ve kişi tasvirleriyle başlayan hikâye birden fazla metin halkasından müteşekkildir. Bunlardan ilki, Ekrem’in diş rahatsızlığı sebebiyle hastaneye gitmesi şeklinde ifade edebileceğimiz vaka parçası etrafında şekillenir. İkincisi, eve döndüğünde yakın arkadaşı Faruk’un halk hikâyelerinin yeniden yayınlanmasına yönelik teşebbüste üstlendiği görevi anlatması takip eder. Üçüncü metin halkası ise, Faruk ve arkadaşlarının Batılılaşmayı değerlendirdiği sohbeti içerir. Çıkarıldığı takdirde vaka zincirinde herhangi bir aksamaya sebep olmayacak bu bölümde diyaloglardan yararlanılarak yanlış batılılaşmanın meydana getireceği sakıncalara dair düşünceler verilmiştir. Metnin son halkasını Ekrem’in hastanede tanıştığı Asuman’ın aslında ilkokul arkadaşı olduğunu öğrenmesi ve devamında yaşanan duygusal ilişkinin bazı sebeplerden dolayı sona ermesi oluşturur.

“Tesbih”, elli beş altmış yaşlarında bir Anadolu kadınının beş yıllık şehir hayatının silemediği bir taşralılıkla, çevresinden hoşlanmayan insanlarda çok görülen bir geçmiş zaman özlemi ve bu doğrultuda süre gelen gelin-kaynana çatışmasını konu eder.

Elinde doksan dokuzluk tespihiyle ne aradığını bilmeden odalarda dolaşan Lütfiye Hamım sandalyeden mindere, minderden koltuğa, koltuktan da divana oturur. Ama rahat edemez bir türlü. Gelini Aysel’den şikâyet edip söylenir. Aysel, Lütfiye Hanım’ın yarı içinden yarı dışından mırıldandığı sözleri pek anlamamış olarak çay ikram etmek ister. Bu tekliften de olumsuz anlamlar çıkaran yaşlı kadın ağzına geleni söyleyerek gelinini azarlar. Üç yıldır Lütfiye Hanım’la yaşadıkları günlerin bir kısmını çekilmez bir yük gibi taşıyan Aysel, artık bu kadarını fazla bulur. Eve gelen oğluyla gelininin birbirine söyledikleri güzel sözlere kulak kabartan Lütfiye Hanım’ın canı iyiden iyiye sıkılır. Aynı ilginin kendisine gösterilmediğinden yakınan yaşlı kadın, istenmediğini düşünerek büyük oğlu Kemal’in evine gitmek ister. Lütfiye Hanım hazırlanmak için yemek bitmeden kalkar ve valizini toplar. Yol boyunca hiç konuşmaz, büyük oğlunu, torunlarını düşünür. Engin, ağabeyi ile biraz konuşup kahvesini içtikten sonra ayrılır. Çıkarken de annesinin almadığı evin anahtarını yengesine verir. Yolda Aysel’in huzursuzluğu ve üzüntüsü aklına gelir. Karısının gönlünü almak için şakalar yapıp saçlarını çeker ama bir türlü güldüremez. Sonunda zorla arabaya bindirip Boğaz’a götürür. Güzel bir akşam geçiren çift eve döndüklerinde Lütfiye Hanım’ı, odasında Kur’an okurken bulur. Ağabeyini arayan Engin, annesinin çocuk gürültüsüne dayanamadığını, tespihini de evde unuttuğu için geri döndüğünü öğrenir.

Kişi tasviriyle başlayan hikâyede ilk olarak Lütfiye Hanım’ın iç monologlarıyla karşılaşırız. Lütfiye Hanım’ın, kendi zamanına ait farklı dünya görüşü ve kültürel donanımına uygun görmediği gelinine yönelik eleştirileri beraberinde çatışma meydana getirir. Bu sebeple soluğu büyük oğlunun evinde alan Lütfiye Hanım, burada da torunlarının gürültüsüne katlanamayıp tekrar küçük oğlunun evine döner.

Vakanın durağanlığı gelin-kaynana diyaloglarıyla aşılmaya çalışılır. Diyaloglarda hissedilen gelin-kaynana çatışması ve merak unsurları vakaya hareketlik katan unsurlar olarak göze çarpar. Yaşadığı zaman, mekân ve çevre

dolayısıyla şikâyetçi olan Lütfiye Hanım, üst üste gelen bunalımlar, sıkıntılar, yalnızlık hissiyle birlikte Aysel’i hasım/karşı güç olarak görür. Böylece olay örgüsünün teşekkülünde ihtiyaç duyulan çatışma sağlanmış olur.

Yazar, eserin temelini oluşturan gelin-kaynana geçimsizliğini, orta oyununa mensup İbiş’in söz oyunları, yanlış anlamalarıyla geliştirilen hikâyesinde anlatılan gelin-kaynana çekişmesiyle destekler. Bunu eserin akışını aksatmayacak bir vaka parçası içinde dikkatlere sunar.

“Geçmiş Zaman Aynası”nın konusunu kahraman anlatıcının Sarıyer’de bir balıkçı kahvesinde sırları yer yer dökülmüş bir eski zaman aynası karşısında geçmişin acı tatlı hatıralarını anımsaması meydana getirir.

Kahraman anlatıcı 1 Nisan gününü hem kendisi hem de hafakanlarıyla iyiden iyiye canını sıktığı arkadaşının bir süre dinlenmesi için ille de dışarıda, hiç değilse bir sahilde gezinerek geçirmek ister. Girdikleri bir balıkçı kahvesinde gözüne ilişen büyük boy ayna, kahramanı on beş yıl öncesine götürür. Büyükbabasının, teyzesinin çeyizleri yüzünden annesini kovmasını hayatının en zor günleri olarak hatırlar. Arkadaşının kendisini sarsmasıyla yeniden Sarıyer’deki balıkçı kahvesinde bulur kendini. Arkadaşının işaretiyle bir grup balıkçının kendi aralarında tartıştığını görür. Balıkçılardan birinin “ben alnımın teriyle kazandım o motoru, karı parasıyla değil” savunmasına karşın diğerlerinin “karının babadan kalma yalısı olmasaydı, ölünceye kadar zor görürdün böyle motoru.” Sözleriyle karşılık vermesi tartışmanın şiddetini artırır. Çocukluğunu anımsayan anlatıcı yedi yaşında işçilere direktif verdiği, ırgatların sevda hikâyelerini dinleyip onlarla dağlara kız kaldırdığı, biricik ikramları köylü sigarasını kırk yıllık tiryakiler gibi öksürmeden içtiği günleri hatırlar. Bu eski zaman aynasının önünde geçmişin muhasebesini yaparak bütün benliğini kavrar. Şiire, neşeye, hayata dair umutları artar. Eski zaman aynasının hatırlattığı büyükbaba, çocukluk dünyası görevlerini yerine getirerek kahraman anlatıcıya yeni bir dünyanın kapılarını aralar. Unutulmaz anlar yaşadığı bu kahveye bir daha dönmemeye, sırları dökülmüş aynalara artık bakmamaya ve kapalı havalarda sahil kahvelerinde hiçbir zaman bulunmamaya karar verir. Bunca yıldan sonra da olsa, hayatını yeniden gözden geçirerek bulanık sulardan kurtarır geleceğini.

Birinci tekil kişi (ben) anlatıcının kendine yönelik tasvirleriyle başlayan vakanın çerçevesi geriye dönüşlerle genişler. Geçmişe dönük hatırladığı teyzesinin

çeyiz alışverişi esnasında yaşanan heyecan, hareketlilik; buna bağlı olarak aile bireyleri arasındaki çatışmalar ve akabinde annesinin, büyük babası tarafından evden kovulması geriye dönüş tekniğine bağlı kalınarak hikâyeye dâhil edilen ritmik vaka parçalarıdır. Geçmiş ve hâl arasındaki geliş-gidişlerle örülü hikâyenin her iki zaman diliminde hareketli parçalar olmakla birlikte kısmen durağanlık da söz konusudur.

“Kaybolan Ev”, yazarın Geçmiş Zaman Aynası adlı kitabında “Af Buyurun” adıyla yer alır.

Hikâyede yetmişli yaşlarda emekli bir memurun, üniversiteli bir gence monolog şeklinde yakınmaları, sonuca bağlanamayan bir ev meselesi anlatılır.

Kahveye giren yaşlı adam boş gördüğü masaya oturmak için müsaade ister. Gencin rızasıyla masasına oturur. Yaşlılığın getirdiği sorunlardan, hastalıklardan yakınıp hatıralarını dile getirerek geçmişle hâl arasında kıyaslamalarda bulunur. Ailesinden, Kurtuluş Savaşından, Kıbrıs harekâtından, öğrenci olaylarından bahsettikten sonra mahkemeye intikal eden bir ev meselesinden bahseder.

Tamamı monologlardan oluşan hikâye statik bir seyir izlemekle birlikte geriye dönüşlerle eserin bunaltıcı havası giderilmeye çalışılır. Buna karşın vakanın akışıyla uyumsuzluk gösteren birtakım ayrıntılar ve ilmî bilgiler anlatılanların tahkiye havasına gölge düşürür. Bu uyumsuzluklara örnek olarak verebileceğimiz Kıbrıs çıkartması, öğrenci hadiseleri, fikir ayrılıklarıyla gerçekleşen kamplaşmalar ve bunların isim isim telaffuz edilmesi yazarın güncel olayları eserinin bir köşesine iliştirme çabası olarak değerlendirilebilir.

“Gece Kuşları”nda sivil polis memuru Rıfat Bey’in Beyazıt’ta bir kahvede çoğu üniversiteli bir grup gençle olan ilişki ve çatışmalarına yer verilmektedir.

Gece vakti evde sıkılıp hava almak için kendini sokağa atan Rıfat Bey, arsa boşluğuna gelince gökyüzünü pırıl pırıl bulur. Göz attığı Yeni Kapı, insanı etkileyen bir güzelliğe sahipken yaşadığı Gedik Paşa yokuşu pislik ve çamur içindedir. Başka bir semte taşınma hayali kurar. Emniyette polis memuru olarak çalışan Rıfat Bey için bu mümkün görünmez. Zira yaşadığı ev, iş yerine oldukça yakındır. Eşi ve emekli Baş komiser kayınpederinin, mesleği bırakma yönündeki telkinlerine sinirlenen Rıfat Bey, zihnini meşgul eden bu düşüncelerle Beyazıt’ta bir kahveye gelir. Birden, Üsküdar’daki evlerinde babasının emekli maaşıyla yaşayan annesini ve bomboş

kalan, kiracıya verilmeyen iki odayı düşünür. Çocukların gürültüsü, karısının kendi hayatını yaşamak isteği ana-oğlu birbirinden ayırmıştır. Tüm bunları düşündükçe kendinden utanır. Kadın, kocasından kalan evde oturuyor, Adapazarı’ndaki kızına ara sıra gidip gelse de kimseye yük olmadan yaşıyordu. Ablasıyla etraflıca konuşup annesinin yanına taşınma fikrini ona açmayı düşünür. Bu sebeple ablasına mektup yazmaya başlar. Tam bu anda yanındaki masaya biri yedek subay bir grup üniversite öğrencisi gelir. Gençlerin masası birden hareketlenir. İçeriği tehlikeli, siyasi konularla alakalı tartışan gençler, mesleği üzerinden Rıfat Bey’e yüklenirler. Sebebi belirsiz karşıt tavırdan rahatsız olan polis memuru, memnuniyetsizliğini belirtmek amacıyla grupla iletişime geçer. Gençlerden birinin Rıfat Bey’in emniyetten olduğunu bilmesi ve yazdığı mektubu kendilerine yönelik bir fişleme faaliyeti olarak algılaması bu sözlü saldırının sebebi olarak belirir. Söz konusu durumun açıklığa kavuşmasıyla kahveden ayrılarak Gedik Paşa yokuşundan evine doğru ilerler.

Mekân tasvirleriyle başlayan hikâyede polis memuru Rıfat Bey’in Gedikpaşa yokuşundan başlayan gezintisi Çemberlitaş’ı içine alıp Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’ne kadar devam eder. Bu süre boyunca gerek kahramanın iç monologlarından gerekse geriye dönüşlerle yaşamına dair sunduğu kesitlerden eğitimine, aile hayatına, hayıflanmalarına, mesleğine yönelik memnuniyetsizliğe tanık oluruz.

Rıfat Bey, mevcut yaşantısı ile idealleri arasındaki zıtlıklardan dolayı iç çatışma yaşamaktadır. Bu duruma maruz kalan polis memuru iç muhasebe yapar, kararsız kalır, bocalar ve kendi kendisiyle sürekli hesaplaşma içindedir. Pişmanlıklar yaşayıp özeleştiride bulunur, kendini suçlar.

Yazarın çoğu hikâyesinde olduğu gibi siyasi ve sosyal meseleler burada da söz konusu edilir.

“Devrim Otomobili”nde tek başına millî bir mesele olarak basına uzun zaman malzeme, halka da büyük bir heyecan kaynağı olmasına karşın hüsranla sonuçlanan ilk Türk otomobili teşebbüsü vasıtasıyla bir devrin panoraması gözler önüne serilir.

Devrim Otomobili projesi, 27 Mayıs İhtilali sonrası komite yönetimi sözcülerinin “Emir demiri keser” sözleriyle başlayıp 130 gün gibi kısa bir sürede tamamlanır. Amerika’ya inat, Almanların desteklediği proje yurtta büyük bir heyecan uyandırır. Ancak bu büyük atılım Amerikalı uzman ve Şahin Usta gibi güngörmüş

yaşlıları kuşkulandırır. Başından beri bu faaliyete destek veren kahraman anlatıcı yalnız Amerikalı uzmana değil, tasarıdan kuşkulu olduğunu açıkça söyleyen Şahin Usta’ya da düşman olur. İlk Türk otomobili, devletin öncülüğüne yaraşır bir ciddiyetle ortaya çıkmakta, gazetelerin manşetleri de bu konuya ayrılmaktadır. Türkiye’nin gündemini işgal eden bir tasarının ihtilalcilerin aldatmacası olacağına ihtimal dahi verilmez. Nihayet beklenen gün gelir ve 100 kilometreye varan test sürüşlerinden sonra, otomobil Ankara’ya getirilir. 130 günde yapıldığı söylenen iki Devrim Otomobilinden birine Cemal Gürsel biner. Bütün basın, devlet erkânı ve yabancı davetliler önünde araba çalıştırılır. 100 m kadar ilerledikten sonra motordan tuhaf sesler gelir, dumanlar çıkar ve araç durur. Şahin Usta gibi güngörmüş yaşlılar Devrim Otomobilinim başına gelenlere ne üzülür ne de şaşırırlar. O ve arkadaşları Türk sanayisinin bağırıp çağırmalarla değil, küçük küçük ama yerli denemelerle gelişeceğini söylerler.

Hikâyeye 27 Mayıs İhtilâli’nin sonuçlarından bahsederek giriş yapan yazar, tarihî gerçekliği bir grup insanın bakışından devrim otomobiline kaydırarak kırmaya çalışır. Bu durumu sağlamada Devrim Otomobili projesinin başarılı olup olmayacağı noktasında yaşanan çatışmalar etkili olur.

“Bulgur Pilavı”, üzerine kuma getirilme ihtimaline karşın bir Anadolu kadınının rahatsızlığını, telaşını, çaresizliğini ve bu eksende gelişen bir yanlış anlama bağlamında ortaya konan İnönü döneminin baskısını ele alan bir hikâyedir.

Akşam yemeğini hazırlayıp kocasının yolunu gözleyen Gelin Hanım, kayınvalidesinin sesiyle başını kaldırıp yola doğru bakar. Mehmet Ağa’nın geldiğini görür. Üç beş adım arkasından çarşafa bürünmüş bir kadının da aynı doğrultuda ilerlediğini fark eder. Büyük kayını Şükrü Ağabey’in garip bir kadını sekiz on gün misafir etmelerini istediğini hatırlar. Ağabeyin isteğini kayınvalidesinden duyunca, kadının odalık olduğuna hükmederek kesin bir dille reddeder. Gelin Hanım, bağ evinin önündeki düzlükte, kuyunun etrafında dört dönerek “Bulgur pilavını yedirmem ben bu kadına!” diye söylenip durur. Komşuları Ali Dayı ile selamlaşıp hâl hatır soran Mehmet biraz oyalanınca, arkadan gelen çarşaflı kadın yandaki yola sapıp gider. Havva Ana ve gelini rahat bir nefes alır. Gelin Hanım, yemekten sonra Ali Dayı ile yengeyi kuyu başına çağırıp Lüks lambayı yakarak ikramlarda bulunmayı ve bu akşamın mutluluğunu onlarla paylaşmayı düşünür. Çocuklar

toplanır, güzel bir havada yemekler yenir, eski zaman hikâyeleri dinlenir, şakalar yapılır ve herkes gülüşerek evlerine dağılır. Gecenin bir vakti, herkes uykuya vardıktan bir süre sonra, Şükrü, yanında bir kadınla çıkagelir. Havva Ana’yı uyandırır. Yaşlı kadının korktuğu başına gelir. Komşular ne söyleyeceğini, genç gelini nasıl susturacağını düşünür. Anne ve oğulun konuşmalarından kocası, İnönü’ye silah sıkan adamın arkadaşı olup nezarete atıldığından kadının bir süre misafir edileceği anlaşılır. Gecenin sessizliğinde konuşulanları duyan Gelin Hanım, durumu anlayışla karşılar ve misafirlerine ikramlarda bulunur.

Mekân tasvirlerinin ardından diyaloglarla sürdürülen vaka, kazandığı tempoyu merak unsurlarıyla arttırarak ilerler. Gelin Hanım’ın kocası Mehmet Ağa’nın, üzerine kuma getireceği yönündeki endişesi iç monologlarına yansır. “Bulgur pilavını yedirmem ben bu kadına!” şeklinde söze dönüşen endişenin diyalog ve iç monologlar halinde defaten tekrarı heyecanı üst seviyede tutması bakımından önemlidir. Gelin Hanım’ın, endişesinin yersiz olduğunu fark etmesi ve kayınvalidesinin teskin edici sözleri gelişen olayların seyrini normalleştirir. Vakanın devamında büyük oğlu Şükrü’nün gecenin bir vakti, yanında bir kadınla gelmesi Havva Ana’yı telaşlandırır. Şükrü ile Havva Ana’nın diyaloglarından doğan çatışma gerilimi artırmasına karşılık ana düğümün çözümünde belirleyici olur. Böylece paralel bir anlatımla İnönü dönemi rahatsızlıkları da dile getirilir.

“Trampet Sopaları”nda CHP’nin despot idaresi, ihtilal muhaliflerine karşı yürütülen caydırıcı politika, devlet yönetimindeki çarpıklıklar, görevini kötüye kullanan yöneticiler, basının yanlı tutumu ve davalarına sahip çıkmayan insanlar ironik bir dille eleştirilir.

Telefon diyaloglarından müteşekkil bu hikâyede iki metin halkası mevcuttur. Bunların ilki yazım kuralları kapsamında değerlendirilebilecek teknik bir hususun konu edildiği vaka parçası etrafında teşekkül eder. İkincisi ise geriye dönüşlerle lise yıllarına giden figürün, bu döneme denk gelen 1960 ihtilaline dair hatıralarını ve düşüncelerini içerir.

İlk metin halkasında ele aldığımız vaka teknik bir konunun aydınlanmasına yönelik diyaloglardan oluştuğu için okuyucuya sıkıcı gelebilir. Buna karşın yazarın geçiş yaptığı ikinci vaka parçasında geriye dönüşlerle oluşturduğu dinamizm beraberinde hareketliliği getirir. Özellikle, lise bando takımında bulunan figürün

ekipçe köy ve kasabalarda dolaştırılması ve halkın ilgisi, vakanın en hareketli kısımlarıdır.

“Dünür”de istemeye istemeye iki kez dünür gitme tecrübesini yaşayan bir gencin karşılaştığı güçlükler ve mağduriyetler hikâye edilir.

Kahraman anlatıcı, bir yaz günü mesai bitiminde derdini dinlediği Zeki’nin sevdasını öğrendikten sonra ona dünürcü olmaktan başka çare bulamaz. Şehre on kilometre mesafedeki bağ evine geldiklerinde arkadaşı kızın annesinin hırçınlığına karşı dikkatli olması gerektiği hususunda uyarır. Kapıyı evin kızı açar. Kapının açılmasıyla yakasından tutulup içeri çekilen merkezî figür neye uğradığını bilemeden kendini gözleri çakmak çakmak orta yaşlı bir kadının karşısında bulur. Kadının “Sen kimsin de kızıma dünür oluyorsun ha!.. Söyle bakalım…” gibi ağır sözlerine dayanamayan kahraman anlatıcı kendini evden dışarı atar. İkinci gün, mesai arkadaşının umursamaz tavırlarıyla karşılaşır. Düştüğü durumdan dolayı kendine kızarak Zeki’nin düğün-nikâh davetine gitmez.

Böylesine ürkütücü bir tecrübe yaşadıktan sonra “dünür” lafından bile ürken merkezî figür, ne zaman kız istemek, dünür gitmek söz konusu olsa, bu işi başından atabilmek için bin bir bahane bulur fakat her defasında birilerinin itiraz edemeyeceği gerekçelerine karşı koyamayarak bu tür işlere bulaşır. İşte böyle unutulmaz tecrübelerden birini de kendi gibi yufka yürekli eşi yüzünden yaşar. Evlenmeye niyetli bir genç arkadaşının, tanıştığı gün konuyu ilk olarak eşine söylemesi benzer bir hadiseye daha sebep olur. İstanbul’da yaşayan, başörtüsü yüzünden hem hocaları hem de ailesi ile çatışan bir kızla bu genç tanıştırılır ve nihayetinde dünür olarak kızın ailesiyle görüşülür. Sonunda nişan ve nikâhın birlikte yapılacağı, düğünün daha sonraya ertelendiğini anlatan bir mektupla davetiye gelir. Evli çift, karlı bir bahar gününe rastlayan davete iştirak edemez. Nişan ve nikâh gününde de kızın ailesine telefon edilir. Telefona çıkan kızın annesi ağıza alınmayacak hakaretlerde bulunur.

Kadın, paranın tek değer olduğu bir dönemde bir sürü masraf ederek üniversite okuttuğu kızını beş parasız bir memura vermek istemez. Bu sebeple iki gencin arasını maharetle bozar ve nikâhtan sonra gençler düğün yapamadan ayrılırlar. Nişanlı gençlerin ilişkileri mahkemede biter. Siyasete vâkıf genç, kız tarafını haksız