• Sonuç bulunamadı

1.4. Bir “Kültür Meselesi” Olarak Mahremiyet

1.4.3. Mekân ve Mahremiyet İlişkisi

Mekân kavramı Türkçe Sözlükte, “yer, bulunulan yer”, “ev, yurt”, “uzay” olarak tanımlamaktadır. Bu kapsamda, mekân ve mahremiyet ilişkisini daha iyi değerlendirebilmek adına öncelikle fiziksel ortamdan ve ortamın özelliklerinden bahsetmek faydalı görünmektedir. Temelde kamusal alanı da mahremiyet

bağlamında düşünmek gerektiğinden (Okumuş, 2015: 40) fiziksel ortam ile bu ortamın özelliklerini kavramak açısından akla gelen ilk yer kentlerdir. Kent, karakteristik bir ahlaki düzene sahip homojen bir toplumun içinde yaşadığı tabii alanlarla belirlenmiş ve ortak-yaşarlık temeli üzerine bir arada toplanmış insanların birlikte yaşadıkları yerdir (Yörükan, 2012: 22). Her kentin kendi tarihi olmasına rağmen insanlığın tarihi büyük ölçüde kentlerin ve kent yaşamının tarihi olarak görülmektedir. Kent, tarihsel süreçte bireylerin yaşamına pek çok yenilik getirmiştir (Hatt ve Reiss, 2002: 27). Bireyin yaşamına giren en önemli yeniliklerden birisi de mimaridir.

Fiziksel ortamı yansıtan mimari, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir (Cansever, 1997: 95). Bu yüzden başarılı bir mimari, kültürel oluşumun temel bir göstergesi sayılmaktadır. Yapılar, yaşam düzeninin çerçevesini oluştururken, yaşam tarzlarını da biçimlendirmektedir (Cansever, 2014: 7). Bu sebeple şehrin planlanma tarzını belirleyen şey, hem nesnel fiziksel mekân, araç ve gereçler hem de içinde yaşanılan gelenekler ve genel kabul görmüş değer yargılarıdır. Söz konusu yapıda yakınlık durumu “mahremiyetle”, uzaklık durumu “anonimlikle” tanımlanmaktadır. Mahremiyet ilişkilerine dâhil bireyler, birbirlerinin yaşam alanlarına girme özgülüğüne ve güvenine sahip olduklarından birbiri hakkında pek çok şeyi bilmekte ya da bildiğini varsaymaktadır. Diğer taraftan anonimlik ilişkilerine dâhil olan bireyler, bir mesafeden söz edilemeyecek kadar toplumsal mekânın ötesinde olduğundan, hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Bu iki ayrım bireyleri bütün toplumsal ve kişilerarası ilişkilerin rengini belirleyen iki genel sınıfa kategorize etmekte; mahremiyet ilişkisinde olanlar “biz”, anonimlik ilişkisinde olanlar “onlar” olarak konumlandırılmaktadır. Güvenilir ilişkiler yakınlıkla, buna karşılık tehlikeli ilişkiler uzaklıkla ilişkilendirilmektedir (Adugit, 2013: 10-11). Bir anlamda, mahremiyetle mekân ilişkisinde önemli olan nokta mekândan ziyade mekânlar arası ilişkidir. Çünkü bu ilişki biçimi yakınlıkla uzaklığı belirlemektedir.

Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, mahremiyet mimari ile yakından ilişkilidir ve tarihsel olarak mahremiyetin sınırlarını çoğunlukla mimari belirlemektedir. Bu

kapsamda mekânsal mahremiyet, bireyin yakın çevresini oluşturan özel alanını, dışarıdan gelecek müdahalelere karşı korumayı amaçlamaktadır. Bu alan, kişisel olabileceği gibi aynı zamanda bir grubu da kapsayabilmektedir. Mahremiyet tanımında da yer verildiği gibi, kişinin tek başına olabilmesi ya da istedikleriyle yalnız kalabilmesi gibi nitelendirmeler bu alanı içermektedir. Hatta Toprak ve arkadaşlarının (2014: 140) vurguladığı gibi korunma, ‘kapalılık’, güvenlik, rahatlık ve özgürlük sunmaktadır. Bu sebeple insanlar, yapılı mekânlar oluşturarak, mekânlar içinde bölmeler yaparak ilişkileri kontrol altına alabileceğini ve mahremiyetini bu yolla daha iyi sağlayabileceğini düşünmektedir. Ancak mahremiyetin yalnızca pencereler, kapılar, duvarlar ya da evin odalarını bölümlere ayırma ile sağlanmış olacağını da söylemek mümkün değildir (Sennett, 1999: 46; Yörükan, 2012: 295, 316, 320). Çünkü bir mekân olarak ev, yalnızca dört duvarla çevrilmiş bir alandan öte bir şeydir (Bağlı, 2008: 280). Söz konusu bu alan sadece mekânla ilişkili değildir. Bu sebeple mekân kavramı aynı zamanda, zaman-mekân bütünlüğüyle değerlendirilmelidir.

Örneğin tarihsel izleğe bakıldığında Osmanlı şehirlerinde, kişilerin aidiyetlerinin mahalleleri bazında yani mekânlarına göre belirlendiği bilinmektedir. Gayrimüslimler, Müslümanlar, farklı etnisite ya da meslekten olanlar bir mahallede buluşabiliyordu. Aynı mahallede yaşamanın temel belirleyicisi ise rıza ve şükrandı. Bu mekânda bulunanların birbirinden hoşnut olmaları ve birbirine şükran duymaları gerekiyordu. Bu, mahallenin bir mekân içinde mahremiyet alanı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu alan her girenin nüfuz edemeyeceği ve doğrudan giremeyeceği bir mahremiyet alanı olarak görülmektedir. Bir anlamda mahalle, içinde yaşayanları rahat ettiren bir mekândır ama bu kadar da değildir. Mahallenin içinde ev kümeleri ve ev kümelerinden de eve kadar inen bir alan bulunmaktadır. Bu bölüm içinde de evler vardır. Evler, başlı başına mahrem ilişkilerin dışarıdan hiçbir şekilde müdahale edilemediği bir alan olarak görülmektedir (Ergen, 2015: 16-17). Bu sebeple evler çoğunlukla tek katlıdır ve geniş avlulara sahiptir (Can, 1995: 150).

Yine tarihsel izlekte mekânsal mahremiyetin dönüşümüne Türk modernleşmesi temelinde bakıldığında, geleneksel bir özelliğe işaret eden haremlik-selamlık uygulamasının büyük oranda kalkarak mekânsal mahremiyetin sınırlarının değiştiği gözlenmektedir. Yeni mimarinin getirdiği modern ve batılı ev içi düzenlemeleri, geleneksel mahremiyet algısını değiştirmiş ve yeni sınırların oluşmasına neden olmuştur (Bozdoğan, 2002: 213-214). Aydın’a (2015: 287-290) göre, bu değişimlerden birini özellikle gençler arasında, evin mahrem bir alan olarak görülmemeye başlaması oluşturmuştur. Ona göre bireyler –özellikle gençler- artık ev içlerinin başkaları tarafından görülmesinden rahatsızlık duymamaktadır. Hatta haremlik-selamlık uygulamasının kalkmasıyla birlikte perde kapama alışkanlığı azalmaya başlamış, insanlar evin dışarıdaki parçasını oluşturan balkonlarda geçmişe oranla daha rahat bir davranış kalıbı sergilemeye ve etraflarındaki insanları herhangi bir çekinceye girmeksizin izlemeye başlamışlardır. Bu sebeple geleneksel olarak mahremiyeti sağlama, sığınma, korunma ve gizlenme mekânı olarak görülen ev algısında müphemlikler yaşanmaktadır. Bir anlamda Habermas’ın (2014: 272-273) söylediği gibi ailenin mahremiyet alanının gizliden gizliye oyulması mimari yapı içinde kendini göstermektedir.

Söz konusu müphemlik durumunun artmasına neden olan yapılardan biri de bireylerin hayatlarını idame ettirdikleri toplu konutlardır. Çok sayıda konut biriminden oluşan bir yapılanmaya işaret eden toplu konutlar birey ve bireyin mahremiyeti üzerinde oldukça önemli bir etkiye sahiptir. Bu sebeple toplu konutlara Aktaş’ın da (1992: 279) işaret ettiği gibi “insan siloları”, “hücre”, “kafes” ya da “kümes” gibi isimlerin takılması boşuna değildir. Zamanla ailenin özel yaşamıyla topluluk arasındaki ilişkileri belirleyen mahremiyetin yerini bu konutlarla birlikte ev hayatının dış dünyaya büyük bir duyarsızlık ve umursamazlıkla kapalılığı anlamına gelen yalıtılmışlıkla içe dönüklük almıştır. Özellikle bu modern aile biçiminde ev içerisinde harcanan vaktin ve birey sayısının azalmasından dolayı doğrudan ilişkiler de söz konusu olmaya başlamıştır (Sözen, 1999: 95). Bu -küçük- konutlar içinde hem birbiriyle içli dışlı hem de birbirlerine tahammülsüz bireyler yaşar hale gelmiştir. Bu tarz mimarlık sorunları ise kültürel kimlik bunalımını beraberinde getirerek dengesizlik ve karmaşaya sebebiyet vermiştir (Aktaş, 1992: 280-289).

Unutulmamalıdır ki, içinde yaşadığımız mekân yalnızca eylemlerimizin cereyan ettiği bir alan değil aynı zamanda, eylemlerimize de şekil veren bir alandır. Mekânın bizim üzerimizde büyük bir etkisi bulunmaktadır. Belirlenimci teoriye göre yaşanılan mekânlar, bireylerin sosyal yaşamlarına doğrudan etkide bulunarak onların kişiliklerini belirlemektedir. Ayrıca kalabalık sayısı arttıkça daha fazla mahremiyet isteği de ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden mekân ve mimari kullanımıyla mahremiyetin dolaylı olarak sağlanacağı düşünülmektedir (Yörükan, 2012: 20, 55, 242, 252).

Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi temelde fiziksel mekânlarda mahremiyetin düzenlenmesi dönem, toplum ve kültür açısından farklılık göstermektedir. Günümüze bakıldığında açık bir şekilde görülmektedir ki, teknolojik gelişmelerin abartılı kullanımı ile birlikte mahremiyet alanları gün geçtikçe daha çok aleniyet alanına dönüşmektedir. Özellikle zaman ve mekân arasındaki klasik ilişkinin değişmesiyle birlikte mekânsal mahremiyet yalnızca fiziksel bir alan olarak değil aynı zamanda, sanal ortamda kişiye ait bir alan olarak görülmeye başlamıştır. Özel yaşamı kamusal bir niteliğe büründüren sanal ortam ise sınırların daha da muğlaklaşmasına neden olmuştur. Bu sebeple gelişen teknolojilere bağlı olarak bu ilişkinin değişimine ve sınırlarına yönelik tartışmalara her geçen gün yenisi eklenmektedir.