• Sonuç bulunamadı

Kent Mekânında Yapısallaştırılmış İç Tutarlılığın İnşası ve Kentsel Planlama Planlamanın kurumsallaştığı dönem dikkate alındığında, disiplinin aslen modernite 

MEKÂNIN YENİDEN ORGANİZASYONUNDA TOPRAK MÜLKİYETİNİN İŞLEVİ 

5.2 Kent Mekânında Yapısallaştırılmış İç Tutarlılığın İnşası ve Kentsel Planlama Planlamanın kurumsallaştığı dönem dikkate alındığında, disiplinin aslen modernite 

projesinin  bir  aracı  olarak  ortaya  çıktığı  görülecektir.  Bu  projenin  mekânsal 

organizasyonu için gerekli araçlar bir disipline dönüşmüştür. Mekân organizasyonunda  temel  hedef  “düzenleme”dir.  Pragmatik  uygulamaların  yoğunlaştığı  ilk  dönemlerde  mekân  düzenlenirken,  aslında  ekonomik,  siyasal  ve  toplumsal  yapının  yeniden  düzenlendiği  ve  bu  müdahalelerin  son  derece  sert  ve  doğrudan  gerçekleştirildiği  görülmektedir.  Disiplinin  evrimiyle  bugüne  gelindiğinde  planlamanın  aslında  aynı  amaçları  daha  farklı  yollarla  gerçekleştirdiği,  doğrudan  müdahalelerine  halen  devam  ettiği,  yalnızca  dönem  dönem  ortaya  çıkan  toplumsal  reaksiyonlar  ve  düzenlemeye  karşı doğanın reaksiyonları doğrultusunda geri adımlar atıldığı görülecektir. 

Planlamanın  bugünkü  paradigmasını  Dölözyen  (Deleuzian)  bir  yaklaşımla  irdeleyecek  olursak,  aslen  iki  tür  planlama  tavrı  ya  da  ereğinden  söz  etmek  mümkündür.  Bu  iki  tavrın günümüz hâkim paradigması içinde süregelen eylemlerden oldukları göz önünde  bulundurulduğunda  ikisinin  de  postmodern  ve  neoliberal  algıların  ürünü  oldukları  söylenebilecektir. 

Tavırlardan ilki planlamanın bir “kâr makinesi (profit machine)” olduğu kategoridir. Bu  kategoride  planlama  daha  çok  ekonomik  büyümeyi  ve  verimliliği  arttıran,  mekânın  kodlarını  çözen  (decode)  ve  yeniden  kodlayan  (recode),  sermayenin  tüketerek  kâr  etmesine olanaklar yaratan bir planlama anlayışını ifade etmektedir.  

Diğer tavır ise planlamanın bir “arzu makinesi (Desire Machine) olduğu kategoridir. Bu  kategoride de planlama, kamunun verili refah düzeyini ve yaşam kalitesini arttırmaya  odaklanmış  bir  planlama  anlayışını  ifade  etmektedir.  Başka  bir  ifadeyle  bu  planlama  anlayışı “kamu yararı” gibi sınırları belirsiz bir amaca odaklanmıştır. 

“Kamu  yararı”  amacına  yönelik  bilinç  ve  istençle  hazırlanmış  olan  plan,  kişisel  ya  da  siyasi  öznelliklerden  kaçınmaya  özen  gösterir.  Planlamanın  esas  işlevi  kentte  yaşayan  insanların  temel  gereksinim  ve  arzularıyla,  var  olan  olanakları  sentezleyerek  beklentilere göre biçimlendirmektir. Bu yapılırken nitelik olarak mekanik bir anlayıştan  çok  insancıllık,  yarar  ve  mutluluk  getirme  ölçüsü  gibi  değerler  esas  alınmıştır.  Kent 

haritasının  bir  mutluluk  coğrafyası  olması  dilek  ve  beklentisiyle;  her  türlü  tasarruf  ve  tasarımın kamu yararına olması gereğine göre hareket edilmiştir1. 

Böyle bir kategorizasyon bizi şöyle bir soruyu sormaya itmektedir: mekân sermayenin  ençoklaştırılmasına yönelik mi, yoksa kamunun refah düzeyini arttırma ilkesine göre mi  biçimlenmektedir?  Bir  diğer  soru  da  şu  olmalıdır:  bu  iki  tavrın  uzlaştırılması  ya  da  ortaklaştırılması mümkün müdür? 

Elbette yukarıdaki sorulara çok farklı yanıtlar vermek mümkündür. Öte yandan bugün,  sözü geçen uzlaşının arandığı iddia edilen örneklerde sonucun yine sermayenin lehine  biçimlendiği görülecektir. Zira sermayeyle bir kez ilişki içine girildiğinde, onun mekânı  ve  kurumları  dönüştürücü  gücünün  daha  baskın  geldiği  belirtilmelidir.  Sermayenin  bütün  kodları  çözen  ve  yeniden  kodlayan  bu  gücü,  kurumları  ve  sistemleri  onun  gibi  düşünmeye zorlamaktadır. Bu noktada “kâr makinesi” güdümlü bir “arzu makinesi”nin  tek başına “kâr makinesi”nden bir farkı olmadığı belirtilmelidir. 

O  halde,  kentsel  mekân  sermayenin  lehine  sonuçlanan  eylemler  aracılığıyla  düzenleniyorsa bu mekânı kullanacak olan toplumun bu mekâna bağımlı gereksinimleri  de  önemli  bir  tartışma  alanıdır.  Zira  kentlerde  yaşayan  nüfusun  büyük  bir  kısmının  sermayenin itkisiyle uyuşmayan gereksinimleri vardır.  

Neoliberal sistemin kentsel mekân organizasyonuna bu gözle bakıldığında, sermayeye 

ve kaynaklara erişimi olan sınıfların büyük mekânları tek başlarına kullanabildikleri, öte 

yandan  bu  kaynaklara  erişimi  olmayan  kesimlerinse  bu  mekânlara  ancak  kaynaklarını 

birleştirmek suretiyle erişebildikleri görülecektir.  

Diğer  bir  deyişle,  tarih  boyunca,  kaynaklara  erişimi  olmayan  sınıflar,  bir  mekânı  kullanabilme  şansına  ancak  o  mekânı  yönetecek  bir  mekanizma  kurdukları  takdirde  erişebilmişlerdir.  Bu  sınıflar,  belediyelere  ya  da  devlete  vergi  vererek  aslında  kaynaklarını  birleştirmiş  olurlar.  Bu  kurumlar  da  bir  mekânı  bu  kaynaklarla  düzenleyerek  kamu  kullanımına  açarlar.  Böylece  kamunun  kullanımına  açık  parklar,  eğitim tesisleri vb. hizmetler sağlanır.  

Özetle  büyük  bir  alanı  kamu  kullandığında  bu  kitlesel  bir  fayda  sağlarken,  sermaye  kullandığında  o  alan  bir  ‘şey’e  ait  kılınmış  olmaktadır.  Günümüzde  bu  eşitsiz  coğrafi  arazi kullanımı giderek derinleşmektedir. 

Planlama  eylemi  bir  dönem,  bu  eşitsizlik  üreten  sermayenin  açtığı  yarayı  tedavi  eden  bir  roldeyken,  bugün  eşitsizliği  bizzat  üreten  bir  araç  haline  gelmiştir.  Bu  sebeple  planlamanın  bu  rol  değişiminin  tartışılması  gerekmektedir.  Bu  rol  değişiminin  mekândaki izlerine bakmak gerekmektedir. 

Planlama  özü  itibariyle  mekânı  yeniden  organize  ederek  aslında  mülkiyeti  ve  rantı  yeniden  dağıtmaktadır.  Bu  dağıtımı  yaparken  eşitlik  ilkesini  hedefleyebilir.  Bu  ilkenin  gerçekleştirilebilmesi  için  çeşitli  araçlar  kullanabilir.  Öte  yandan  planlama,  ekonomik  büyüme  ve sermaye yatırımlarının  artmasına yönelik  olanaklar  da yaratacaktır.  Ancak  bu  olanakları  yaratırken  kurguladığı  mekânsal  çözümler,  kamunun  ya  da  toplumun  geniş kesimlerinin gereksinimleriyle örtüşmeyebilmektedir.  

Tam  bu  noktada  Harvey’in  “yapısallaştırılmış  iç  tutarlılık  (structured  coherence)”  kavramı devreye sokulabilir. 

Harvey  bu  kavramı  aslen  makro  iktisadi  bir  ölçek  üzerinden  kurgulamıştır.  Yapısallaştırılmış  iç  tutarlılık,  zamanda  ve  mekânda  sonsuz  birikim  için  devinen  sermayenin uluslararası sıçramalarına1 olanak tanıyan yapının hazır hale getirilmesidir.  Bu,  siyasal,  ekonomik,  hukuki  vb.  sistemlerin  yıkılıp  yeniden  kurulması  anlamını  taşıyabilir. 

Öte  yandan,  bu  kavram  kentsel  ölçeğe  oturtulduğunda,  onu  sahiplenen  tek  kurumun  planlama  kurumu  olduğu  görülecektir2.    Planlama,  sözü  edilen  iç  tutarlılığı  mekân  üzerinde organize eden yegâne kurumdur. Bu organizasyon için türlü araçlara sahiptir.          1 Harvey buna “flight of capital” demektedir. Zira sermaye, amiyane bir tabirle “işine gelmediğinde”  başka coğrafyalara kaçmakta / sıçramaktadır.  2  Burada aslen, yukarıda tanımlandığı gibi, “bir kâr makinesi olarak” planlama kastedilmektedir. Başka bir  ifadeyle, indirgemeci bir yaklaşımla, planlamayı yalnızca “sermayeye hizmet eden”, bir yerde “onun  kölesi olan” bir kurum olarak tanımlamak elbette yanlış olacaktır. Planlama toplumlara eşitliği getirecek  bir araç olarak pekâlâ ele alınabilecektir. Lakin bunun gerçekleştirilmesi sistemin dinamikleri ve  otoritesin ahlakıyla doğrudan bir bağ taşımaktadır. Bu bağ, ancak toplumların lehine işleyecek, eşitlikçi  bir sistem kurulduğu anda olumlu bir yönde işlerlik kazanacaktır. 

Bu  araçlarsa  aslen  mülkiyet  parametresine  müdahale  üzerinden  işlerlik  kazanan  araçlardır. 

Planlama,  ham  toprağı  (raw  land)  geliştirir.  Mekânı,  dolayısıyla  mülkiyeti  parçalar  (parselasyon  ‐  subdivision);  kimi  durumlarda  bir  araya  getirir  ve  büyük  kullanımlara  açar. Mülkiyetin el değiştirmesini örgütler.  

Ancak  planlamanın  belki  de  en  önemli  işlevi  ham  toprağa  ne  dozda  ve  hangi  türde  sermayenin  sabitleneceğini  belirlemesidir.  Planlama  yarattığı  imar  haklarıyla  rantın  dozunu belirler. Özel bir mülk üzerinde verilen imar hakları yalnızca o mülkün değerini  arttırmakla kalmaz, çevre mülkleri de etkiler. 

Devlet  mülkünün  özel  mülkiyete  dönüştürülmesi  sürecinde  ise  el  koyarak  birikim  devreye  girer.  Sistemin  dışındaki  varlıklar  sisteme  dâhil  edilir.  Bu  yolla  daha  önce  olmayan  bir  “mutlak  rant”  üretilmiş  olur1.  Arazinin  imar  haklarıyla  donatılması  sonrasında  ise  bu  rant  “farklılık  rantı”na  dönüşür2.  Bu  durum  arazinin  aynı  zamanda  satış sürecinde bir pazarlık unsuru olarak kullanılmasına da yol açar3. 

Planlama  hem  bütünle  hem  de  bütünün  parçalarıyla  farklı  türlerde  yapılanmalar  organize  ederek  ilişki  içerisine  girebilir.  Örneğin,  bütün  bir  yapının  içine  sızıp,  onu  değiştirebilir; ya da o yapıya eklemlenebilir. Yapıyı yeni baştan ele almak gerektiğinde  onun doğasını değiştirebilir; ya da rahatlıkla onun ötesinde örgütlenebilir4.          1  Marx’a göre toprakta özel mülkiyet söz konusu olduğu sürece, toprağın sahibi başkasının onu bedava  kullanmasına izin vermeyecektir. Bu sebeple en kötü, en verimsiz toprak bile bir rant değerine sahip  olacaktır. Dolayısıyla en kötüsü de dahil olmak üzere, tüm topraklar için ödenmesi gereken ranta mutlak  rant denmektedir (Eaton, [115]:156). Bu örnekte dikkat edilmesi gereken durum, kamu arazilerinin  kapitalistler için yalnızca potansiyel bir mutlak rant unsuru olmasıdır. Bu arazilerin piyasaya dahil  edilmesi söz konusu olmadığı sürece mutlak rant değerleri sıfırdır.  2  Farklılık ya da diferansiyel rant ilk kez Ricardo tarafından tanımlanmıştır. Toprakların farklı özellikler  taşımasından kaynaklanan ve mutlak rantın üzerinde bir ranttır. Bu rant yer üstünlükleri ya da verimlilik  üstünlüklerinden kaynaklanabilmektedir. Ayrıca toprağa yapılan yatırımların mevyaları yatırımcıya  farklılık rantı olarak geri dönebilmektedir (Eaton, [115]:158). Ancak burada belirtilmesi gereken önemli  nokta, üretilen imar haklarının çoğu durumda sermayeye hiçbir maliyetinin olmaması ve bu rantın  harcanmış bir emek karşılığının olmamasıdır.  3 Turan, [113]:107.  4  Türkiye örneğinde özel plan türleri düşünülecek olursa, bunların tümünün sözü edilen farklı durumlara  adapte edilmiş özel yapılanmalar oldukları görülecektir. Buna göre plan revizyonları, plan değişiklikleri, 

Özetlenecek  olursa,  “bir  kâr  makinesi”  olarak  planlama,  aslen  sermayenin  mekânsal  zamansal sabiteler kurabilmesi için gerekli olan iç tutarlılığı örgütlemektedir. Ancak bu  mekanizmanın  çalışabilmesi  sermayenin  beklentileri  ve  piyasa  dinamiklerine  bağlıdır.  Planlama  bu  yönüyle  yatırımlar  adına  bir  ön  görü,  bir  varsayımdır.  Öte  yandan  yatırımların  planlandığı  gibi  gerçekleşmemesi,  ya  da  gerçekleşmesine  rağmen  sermayenin  beklentilerine  karşılık  gelmemesi  ve  hatta  beklenen  iç  tutarlılığın  sağlanması halinde bile bu iç tutarlılığın piyasa dinamiklerinin ters etkileriyle bozulması  pekâla mümkündür. 

İlerleyen bölümlerde bu etkilere ve arayışlara çözümler üzerinde durulacaktır.