• Sonuç bulunamadı

Mehmet Akif ve Çanakkale Zaferi

HAYATI VE ESERLERĐYLE MEHMET AKĐF ERSOY 2.1 HAYATI VE YAŞADIĞI DÖNEM (SĐYASĐ, SOSYO-KÜLTÜREL

2.4 MEHMET AKĐF’ĐN ŞĐĐRLERĐNDE SAVAŞ

2.4.1 Balkan Savaşı

2.4.2.1 Mehmet Akif ve Çanakkale Zaferi

Tabiatin kanunu olarak isimlendirilen savaş, şiir ve başka edebi şekil ve türlerle gelecek kuşakların dikkatlerine sunulmaktadır. Şiir ve savaş birbirine hiç

yakışmayan iki kavram olmasına rağmen, insanlık tarihi boyunca daima varlığını sürdürmüştür. Başka ifadeyle, tarih boyunca var olan savaşın, şiiri de yazılmıştır. Savaş şiirleri, bütün bir milletin savaş karşısındaki duygu ve düşüncelerinin ifadesi olarak kabul edilebilir. Đnsanoğlu, kendi benliğindeki kötü duygu ve tutkularla da daima savaş halindedir. Dolayısıyla savaş, tarih boyunca, barış gibi insanın tabiatıyla ilgili bir olgu olarak daima var olagelmiştir. Bilindiği gibi ilk insan Hz. Adem, nefsiyle; çocukları (Habil ve Kabil) da kendi aralarında mücadele etmiştir.

Đnsanlık tarihine baktığımız zaman, bütün milletlerin geçmişlerinde önemli dönüm noktaları bulunur. Bu dönüm noktalarının en önemlisi, kuşkusuz bağımsızlık üzerine verilen mücadelelerdir, Tarihte, bağımsızlık uğruna yapılmış pek çok fedakarlık örneklerini görmek mümkündür. Türk milletini diğer milletlerden ayıran önemli bir özellik, çok köklü bir tarihi geçmişe sahip olması ve bağımsızlık uğruna verdiği mücadelelerin çokluğudur.

Đnsanlık tarihinin seyrini çok derinden etkilemiş olan savaşların, özellikle son yüzyıllardaki etkileri, acımasız hale gelmiştir. Çanakkale Savaşları (zaferi), tarih boyunca bir çok zafer kazanmış olan Türk milletinin tarihinde de çok önemli dönüm noktalarından birisi olarak kabul edilir. Bunun için, Türk şiirleri, harp zamanından günümüze kadar, bu önemli dönüm noktasını ve bu acılı günleri şiirleştirmişlerdir. Dolayısıyla Çanakkale Zaferi’nin, Türk şiirine benzeri olmayan bir ilham kaynağı olduğu da söylenebilir.

Çanakkale muharebeleri, Türk tarihi ve edebiyatı açısından çok önemlidir. Çanakkale muharebesinden günümüze gelinceye kadar pek çok şiir yazılmıştır. Toplumun gözü, kulağı ve dili olan Türk şairleri, halkımızın bu savaş karşısındaki duygu ve düşüncelerini şiirleriyle ifade etmişlerdir.

Türk milleti, tarihin hiç bir döneminde bağımsızlıktan feragat etmemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, bu durumu “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” sözleriyle ortaya koymaktadır. Bağımsızlığına çok düşkün olan Türk milleti, 1915 yılında yine, canıyla ve kanıyla ölümsüz bir bağımsızlık destanı yazmıştır. Yüz binlerce insanımızı, şehit verdiğimiz Çanakkale Savaşları, sadece Türk tarihinin

değil, aynı zamanda dünya tarihinin de önemli dönüm noktalarından birisini oluşturmuştur.

Ayrılık, ölüm, savaş ve yoksulluk gibi durumlarda hemen irticalen birkaç mısra söyleyiveririz. Bu, bizim milli bir özelliğimizdir. Yüz binlerce insanımızı gül yaprağı gibi toprağa döken Çanakkale Savaşları için pek çok şairimiz, duygularını dile getiren şiirler söylemişlerdir. Şehit olan askerimizin, genç yaşlı Anadolu insanının destanını, mersiyesini ve fahriyesini de yine bu toprağın yetiştirdiği şairlerimiz ve yüreği duygu yüklü insanlarımız yazmışlardır. Batı şiirlerdeki ifade, anlam ve ruhi duyuş o kadar ince ve yüksektir ki onları tahlil etmek için, kitaplar bile az gelir.

“Bir kuşağın toprakla öpüştüğü mukaddes vatan parçası!” olan Çanakkale, Halide Edip Adıvar’ın tabiriyle, tam olarak “Türk’ün ateşle imtihanıdır.” Çanakkale, hayali destan olan bir milletin, en güzel destanlarından birisinin yazıldığı savaştır. Çanakkale, insanımızın duygularını şaha kaldıran, yanık bir ezgidir Çanakkale, bir güldestedir. Çanakkale, şehitlik mertebesine çıkılan bir basamaktır.

Destanlar, milletlerin yaşadığı olağaüstü felaket ve sevinçlerin edebi ürünleri olarak kabul edilirler. Geçmiş asırlardaki anonim destanlara karşılık, çağımızda da zengin bir kahramanlık edebiyatı meydana gelmiştir (Okay, 1998: 76). Buna rağmen, hamasi edebiyatımızın yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Geçmişte bu kadar zengin destanları olan bir milletin, bugün hamasi edebiyatını daha zengin olması gerekirdi.

Đnsanın en değerli şeyi, kıyamadığı tatlı canıdır. Bu milletin evlatları, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden milli haysiyet ve onurları için, seve seve canlarını vermişlerdir. Gelecek nesillerin rahat etmesi amacıyla kendi rahatını bozan atalarımız için bu nesil, hala ağıt yakmakta, şiir yazmaktadır.

Kanlı bir savaş, ağır kayıplar ve ardından hiçbir şeye değişilmeyecek olan bir bağımsızlık . Savaşın sonuçları ve boyutları o kadar ürkütücüdür ki yazılan şiirler de bir o kadar anlamlı ve hüzün doludur. Arkasından tarih, edebiyat, sosyoloji vb. bilim dallarında yeni bir hareketlenme. Bu savaştan sonra bizim, zengin bir Çanakkale

tarihimiz oluşmuştur.

Çanakkale hakkında yazılan o kadar şiir vb. edebi malzeme vardır ki bunlar toplanıp bir araya getirildiğinde, edebiyat tarihlerinde yeni bir bölüm “Çanakkale Edebiyatı” oluşacaktır. Türk şiiri için derin bir ilham kaynağı olan, sebep ve sonuçları itibarıyla önemli dönüm noktalarından birisi olan Çanakkale Savaşlarının ortaya çıkardığı acıklı vaziyetin, Türk şiirine kısmen yansıdığını söyleyebiliriz. Bu yansımanın yeterli olduğunu söylemek maalesef pek mümkün görülmemektedir.

Çanakkale Savaşları ile ilgili bir çok şiir yazılmasına rağmen bunlar arasında eşsiz bir şiir vardır. Bu şiir, aynı zamanda bir milli mücadele şairi olan Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınmıştır. Savaş alanına gitmediği halde Çanakkale şiirlerinin en güzelini, zafer destanını (Süleyman Nazif’e göre Mucize Şiir), Çanakkale edebiyatının pırıltılı sayfaları arasına, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy yazar.

Osmanlı Harbiye Nezareti, Çanakkale Muharebeleri’nin yapıldığı yerleri şairlere göstermek için on günlük gezi düzenledi. Bu şekilde Çanakkale’deki kahramanlık ve olağanüstü başarı, gelecek kuşaklara şiirle aktarılmak istenmişti. Şüphesiz Çanakkale şiiri yazanlar, yalnız bu edebi heyetle sınırlı kalmamıştır. Çanakkale’ye giden şair ve yazarlar arasında, Süleyman Nazif’in “Cihanın en büyük şairi” dediği Mehmet Akif yoktu.

Türk milleti, tarihin en büyük devletlerinden birini kurmuş, her gittiği yere almak için değil vermek ve imar etmek için gitmiş, yenildiği savaşlardan en az zayiatla kurtularak el ele verip bir araya gelmeyi başarabilmiş bir millettir. Bu milletin kültüründe, derin manevi temeller vardır. Çünkü, tamamen somut sebeplerin sonucu gibi görünen olayların altında bile soyut, ruhi ve manevi birtakım yaptırımlar olduğu söylenebilir. Mehmet Akif, Đstiklal Marşı’nda bu manevi güce şöyle vurgu yapar:

Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar!

Batı orduları, çelikten bir duvar gibi tank ve toplarıyla üzerimize saldırıyorlarsa ne olmuş! Bunlar, bizi korkutmaz. Ben, onların karşısına, hepsinden daha üstün olan müthiş bir silahla çıkıyorum: Bu silah, benim iman dolu göğsümdür! Onların gürültüleri, homurtuları, ulumaları seni asla ürkütmesin! Medeniyet maskesi altında, insanları ezen, öldüren ve sömüren tek dişi kalmış bu canavar, böyle kuvvetli bir imanın sahiplerini asla mağlüp edemez!..

Bazı şiirler, seçilen konu veya şairlik gücünün icrası bakımından, diğerlerine göre daha güzel olabilir. Mehmet Akif’in Çanakkale şiiri de Đstiklal Marşı’ndan sonra en çok sevilen bir şiiridir Bu şiir, bu inanç ve azimle kazanılan Çanakkale muharebelerini ve buradaki savaş tablosunu, eşine az rastlanır bir şekilde, sımsıcak bir uslupla tasvir eden eşsiz bir şiirdir. Mehmet Akif, Çanakkale şiirini yazmamış olsaydı genç kuşaklara, bu Çanakkale ruhunu anlatmak ve aktarmak daha zor olabilirdi. Mehmet Akif, Çanakkale şiirini yazarak topyekun milletimizin his ve duygularının tercümanı olmuştur.

Çanakkale Şehitleri şiiri, Safahat’ın Asım adını taşıyan altıncı bölümünde (kitap) bulunmaktadır. Asım, “Kitap halinde, Ağustos 1924’te yayımlandı. Eserdeki Çanakkale Şehitleri, daha önce yayımlanmıştı.

Mehmet Akif’in üzerinde en fazla durduğu bu şaheserle ilgili olarak Đsmail Habib Sevük, şunları söyler: “Vecdi ve heyecanı olan Mehmet Akif, o kitapta, bilhassa Çanakkale harbinin tasvirine ait sayfalarda, bize yalnız kendi şiirinin son zirvesini değil, aynı zamanda edebiyatımızın da en mühim irtifalarından birini vermiştir. Asım’da bütün Mehmet Akif vardır. Elinde öyle bir cilt alan bir kimse de şiir mabedinin içine, her vakit kendi evi gibi girebilir.” (Düzdağ, 2002: 192)

Mehmet Akif, eşine pek rastlanmayan bu şiirini en yakın dostlarından birisi olan Fuat Şemsi’ye ithaf etmiştir. Akif, Fuat Bey’i çok severdi. Yeni yazdığı şiirleri, önce ona gönderirdi. Fuat Şemsi Bey, Akif’in şiirlerini ezbere okurdu. Akif, şiirlerini onun sesinden dinlemeyi severdi. Şiiri okurken tahlil ve tenkit eder, beğendiği yerleri de tekrar ederdi.

Mehmet Akif, bu şiirini Arabistan yolculuğu sırasında yazmıştır. Bu yolculukta, Eşref Sencer Kuşçubaşı da Akif’le beraberdir. Yolculuğun amacı, devlete baş kaldıran kabileleri ikna etmekti. O günün şartlarında, bu görev çok zorlu bir görevdi. Akif, bu benzersiz şiirini, önemli bir milli görevi ifa ederken Şam-Medine demiryolunun üzerinde bulunan El-muazzam istasyonunda yazdı. Bu küçük istasyonda bir memur birde bekleme odası vardı. Uçsuz bucaksız bir çölde, küçücük bir odaya muazzam adı verilmişti. Đstasyondaki memurun odasındaki telgraf makinesiyle şifreli görüşme yapıldı. Eşref Bey, müjdeli haberi alır almaz arkadaşlarına ve özellikle Akif’e haber vermek için sabırsızlandı.

Akif, aylardan beri endişeliydi. Devamlı Çanakkale’yi soruyordu. Gözlerini, olayların içini bilebileceğini tahmin ettiği arkadaşlarının gözlerine dikip defalarca sormuştu. “Eşref Beyefendi... Đngiliz ve Fransızlar Çanakkale’yi geçebilecekler mi? Askerlik ilmine aklım ermiyor. Hissim ve imanım, bu muazzam Osmanlı kalesinin aşılamayacağını bana söylüyor. Ama karşımızdaki düşmanın kuvveti de müthiş. Siz ne dersiniz?”

Akif, kendi sorusuna, ruhunun özlediği cevabı almak istiyordu. Ümitli ve aynı zamanda endişeli bir bakışı vardı. Eşref Bey, tertemiz heyecanın akışına kendisini kaptırarak benliğinin derinliklerinden fışkıran bir hasretle şöyle dedi:

“Üzülmeyin üstat! Bu kadar samimiyet ve ihlas ile bağlı olduğunuz milli kahramanlık, payitahti düşmandan muhafaza edecektir. Bu milletin tarihinde mantığı durdurmuş olan az mı destan vardır?”

Akif, de sır söyler gibi, kısık bir sesle fısıldayarak Eşref Beye şunları söyledi:

“Đstanbul’un fethi de bir ilahi müjdenin sonucunda gerçekleşti. Bunun için Đstanbul düşman eline geçmeyecektir.”

Mehmet Akif, Safahat’ın üçüncü cildinden itibaren Balkan Harbi facialarından başlamak üzere şahidi olduğu, bu büyük facianın destanını yazmaya başlar. Bilindiği gibi bu maceranın sonu, Çanakkale Zaferi ile noktalanır. Mehmet Akif’in Çanakkale için yazdığı bu şiir, epik türün ve dünyanın en anlamlı şiirlerinden

biri olarak kabul edilir (Okay, 1998: 76). Türk edebiyatında bu konuda birçok şiir yazılmasına rağmen, Çanakkale deyince ilk aklımıza gelen şair olan Mehmet Akif, savaşla ilgili duyguları, bu şiiriyle ölümsüzleştirmiştir. Bu şiirın yazıldığı ortamla ilgili olarak Cemal Kutay da şu bilgileri verir:

Akif, Eşref Bey’i gördüğü anda bir şeyler olduğunu anlamıştı... Hem de her halde hayırlı bir şeyler... Hazır ol vaziyetine geçti:

“- Kafilemiz Allah’a şükürler olsun tam arızasız gelmişlerdir.” dedi. Eşref Bey şüphesiz ki yorgun ve dinlenmeye muhtaç olan şairin, hadiseleri daima ümit ve tevekkülle kucaklayan mizacına hayran, onu kucağına bastı:

“- Ustat... Aziz üstat... Size hayatımın en büyük müjdesini vereceğim. Bana bu mutluluğu veren yüce Allah’a nasıl şükredeceğimi bilemiyorum: Çanakkale’de muhteşem bir zafer kazandık. Sizin duanız makbul oldu. Düşman, o muazzam donanmasını da beraberine olarak mağlup ve mahkum, Boğaz’ı terletti. Đstanbul, kurtuldu, vatanın şeref ve haysiyeti halas oldu.”

Eşref Bey, konuştukça Mehmet Akıf’ten ne bir ses, hatta ne bir nefes duyuluyordu. Adeta donmuş kalmıştı. Eşref Bey, bu hal karşısında. ruhi bir ihtiyaçla bu güç inanılır müjdeyi, bu gerçekleşmesine ömürler adanan, kanla beslenmiş ve kahramanlıkla inşa edilmiş rüyanın hakikat olduğunu teyit etmek ihtiyacını duydu:

“- Müjdeyi bizzat Enver Paşa’dan aldım.” dedi.

Acaba Mehmet Akif, bu son teyidi duydu mu? Bilinmez... Zaten o, karşısındaki insanı derinliğine tanıyordu. “Ey yüce Allah’ım! Demek Allah’ın adını yüceltmek için asırlarca dünyanın dört bucağında cömertçe kan dökmüş olan bu mert, kahraman, büyük milletin haysiyetinin ezilmesine müsaade etmedin.” Dedi. Eşref Beyin söze başladığı zamandan beri heykelleşmiş duran Mehmet Akif, birden coşarak dostunun boynuna atıldı.. Eşref Bey’in omzunda masum bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Bu gözyaşları, Çanakkale’de Mehmetçiğin oluk gibi döktuğü kan gibi cömert ve temizdi. Mehmet Akif’in sevincinin ne kadar sürdüğünü Eşref Bey hatırlamıyor. Çünkü o da, bu ilahi cezbenin tesiriyle kendinden

geçmiş ve gözyaşlarını tutamaz olmuştur. Daha sonra, o sakin insan, büyük bir duygu coşkunluğuyla Çanakkate Şehitleri adlı ölümsüz şiirini edebiyatımıza hediye edecektir.

Mehmet Akif’in davası, Çanakkale’de hayatını ebedileştiren şehitlerin davasıyla aynı dava değil miydi? Oğlunu Kafkasya’ya, Sina’ya, Galiçya’ya gönderip, kendisi tüyü bitmemiş torununu yanına alıp, tarlasında didinen ninenin çektikleri nedendi? Hepsi, vatan denen ve her şeyden aziz büyük varlığın devamı ve bekası için değil mi? Đşte bu şiirde bu aziz vatan için yazılmıştı.

Biraz ötede, artık göremeyen, tek gözünü eliyle kapatmış Mümtaz Bey’in erkek ve dik hıçkırıkları, haberi öğrenen Teşkilat-ı Mahsusa’nın sadık ve emektar kaptanlarının sesine karışıyordu. O küçücük El-Muazzam istasyonu, kurulduğundan beri, acaba böyle bir heyecan günü yaşamış mıydı, bir daha yaşayabilecek miydi?

Ne Mehmet Akif, ne Eşref Bey, o gece uyumadılar. Akif, daha sonra yine beraber geçen zamanlarda o geceyi daima hatırladı. Mehmet Akif, Çanakkale Destanı’nı yazmadan canını almaması için o gece, Allah’a çok yalvardı: Bu bir çocuk yakarışi idi. Masum, tertemiz, hiçbir fani hissin ucuna dokunamadığı bir yalvarış...

El-Muazzam istasyonundaki o çöl gecesi, heyecan ve edebi kudretini, vatanın ve milletin saadeti, istiklali, fazileti uğruna vakfetmiş büyük bir şairin, rabbani ve ilahi olduğuna şüphe olmayan heyecan ve vecdi andıran, kendinden geçişine tanık oldu. Cezbe halinde idi. Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayandı.

Mehmet Akif, Benimle değil, adeta kendi kendisiyle konuşuyordu: Milletin büyüklüğüne, kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. Đnanıyordu. Medeniyet ve teknik, Çanakkale’ye yiğilmişti. Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Sadece Mehmetçiğimizin imanı..! Asım’ın nesli, Birinci Dünya Harbinin (1914-1918) ve daha sonra Milli Mücadele (1918-1922) devrinin destanını yazan eşsiz, fedakar insanlardı. Çanakkale, Sarıkamış, Đnönü, Sakarya ve Dumlupınar’da kahramanlık destanlarını da yine bu yiğit nesil yani Asımın Nesli yazacaktı ve yazdı.

Mehmet Akif, o gece, bu neslin sesini, inancının gücünü, damarlarındaki asil kanın özelliklerini, maddi- manevi terkibini yani Çanakkale Destanını, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için, yüce Allah’a sabaha kadar dua etti. Kendi kendine şöyle and içti:

“- Ya Rabbi! Bana bu destanı yazma şerefini ver sonra emanetini al. Bana bu lutfu çok görme, ihsan ve ikramının sonsuz hazinesinden bu aciz kulunun duasını kabul eyle...”

Sabah oldu, onu sakinleştirmek mümkün değildi. Mehmet Akif, bu psikolojik durum içinde Çanakkale Destanını hicaz yolculuğu devam ederken, yolda yazmış oldu.

Hakkı Süha Gezgin, Mehmet Akif ve Çanakkale şiiri için şöyle der: Çanakkale’ye giden heyette o yoktu. Fakat şanlı savaş sırtlarının Homer’i o oldu. Kaynağı ne olursa olsun, eseri büyük, adamı yaratıcı yapan heyecandır. Ondaki sanat gücüne hiç imrenmedim. Çünkü bu, bence kanatsız uçmak gibi bir şeydi. Mehmet Akif ve şiiri hakkında, Hüseyin Cahit Yalçın’ın söyledikleri de oldukça düşündürücüdür. Đhmal edilmiş bir halde vefat eden şaire, Türk gençliği hürmet gösterdi ve onu hayırla andı. O, gür bir pınar gibi çağladı ve bize bütün duyduklarını anlattı. Onun hayatı, şiirinden daha büyüktür.

Her edebi eser, meydana geldiği ekonomik, kültürel ve sosyo-politik şartların ürünü olarak kabul edilir. Aynı durum sanatkar için de geçerlidir. Đlhamını tamamen içinde yaşadığı hayattan alan bu şiir için, devir, eser-toplum ilişkisi oldukça önemlidir. Bu şiir, herhangi bir şairin sıradan duygularını dile getiren herhangi bir şiir değil, milli bir destan olarak kabul edilir.

Bilindiği gibi destanlar, milletlerin hayatında olağanüstü olayların yaşandığı dönemlerin ürünüdür. Bu ürünler, genellikle bir şairin veya sanatkarın dili ve kalemiyle ifade edilir. Zamanla milletin bütün bireyleri tarafından benimsenerek destanlaşırlar. Destanlar, milletlerin ruhu, hayatı ve ideallerinin ifadesidir. Çanakkale Destanı da bu türden bir destan olup Türk milletinin vatan, hürriyet ve bayrak aşkıyla, neler yapabileceğinin bir haykırışıdır (Çetişli, 2004: 155-156).

Mehmet Akif’in, Berlin Hatıraları adlı şiirinin sonunda, Korkma! hıtabıyla başlayan bir bölüm bulunmaktadır. Mehmet Akif, bu şiiri yazarken Đtilaf devletleri, son kale olan Çanakkale’yi alma peşindeydiler. Osmanlı aslanı ,bir kere daha kükredi ve en kötü şartlarda ülkesini savunarak namusunu çiğnetmedi.

Mehmet Akif, Avrupalıların başarılı olamayacağını zaten biliyordu. Korkma! hıtabıyla başlayan bu şiirde, Türk’ün asil ruhunun heyecanını dile getirdi (Doğan, 1998: 66). Đşte, genç Türkiye Cumhuriyetini de bu ruh doğurdu. Mehmet Akif, Berlin’de iken daima Çanakkale’yi düşünüyor ve cephe ile ilgili düşünce ve duygularını şu mısralarla dile getirdi:

Korkma!

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz: Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Mehmet Akif, görevli olarak gittiği Arabistan’dan dönerken Çanakkale’de düşmanın sonuçtan ümidini kesecek şekilde mağlubiyetini ve Türk’ün zafer haberini, küçük bir istasyon olan El-Muazzam’da öğrendiği zaman şehitlerimize şöyle seslendi:

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor! Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökden ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmazsın.

Bu mısralarda, idealist bir insan ruhu yaşamaktadır. Akif, en kötü zamanlarda bile bütün varlığıyla yaşayan ve ümidini kaybetmeyen bir şairdir. Onun sanatındaki sır, milli duyguları, hayallerinin renkleriyle yoğurup ihtişamlı bir levha çizebilmesidir.

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tüfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk; Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindü, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...

Đkinci bölümde, düşmanın Türk milletine acımasızca saldırışı, bu saldırı karşısında insanüstü bir gayret, azim, heyecan ve inançla yurdunu koruyan askerimizin kahramanlıkları, şöyle dile getirilir.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer: O ne müdhiş tipidir: Savrulur ankaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak. el, ayak, Boşanır sırtlara vadilere, sağanak sağanak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller, Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Üçüncü bölümde şehitler, dördüncü bölümde de zaferin tarihteki yeri ve önemi üzerinde durulur (Uğurcan, 1986: 284).