• Sonuç bulunamadı

MÜLKİYET

B) Kur’an-ı Kerim’de Mülkiyet

3- Mülkiyetin kişilere ait olduğunu bildiren ayetler:

a) En’am Sûresi, VI. 152 ayet: “Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak rüşdüne erinceye kadar en güzel şekilde (ilgilenmek) başka.”

b) Kalem Sûresi, 10-14 ayetler: “Ve tanıma şunların hiç birini: Çok yemin edici; değersiz; gammaz koğuculukla gezer; hayır engeli; sal-dırgan (mütecaviz); vabal yüklü; zobu. Sonra da takma (zenim) ... mal sahibi olmuş ve oğulları var.. diye.”

c) Kehf Sûresi, 32-43 ayetler: Bu ayeti kerimelerde mealleri s. 138-139’da geçti.

d) Meryem Sûresi, 77. ayet: “Şimdi şu ayetlerimizi inkar edip de bana muhakkak mal ve evlat verilecek’ diyen herifi gördün a...”

e) Müddessir Sûresi, 12 ve 13. ayetler: “Bırak bana o herifi ki yarattım da hem tek, hem uzun boylu mal verdim ona.”

f) Hümeze Sûresi, (CIV), 1-3 ayetleri: “Veyl bütün hümeze lümeze güruhuna. O’na ki bir mal toplamış ve onu saymaktadır. Malı kendi-sini ölümsüz (muhalled) kılmış sanır..”

g) Bakara Sûresi, 264. ayet: “Malını insanlara gösteriş için harcayan kimse gibi (siz de) sadakalarınızı başa kakmak veya incitici sözler sarfetmek suretiyle boşa gidermeyiniz!”

h) Nuh Sûresi, (LXXI), 21. ayet: Yarabbi onlar bana karşı geldiler de malı ve çocuğu kendisine ziyandan başka bir şey kazandırmayan kimsenin peşine takıldılar.”

i) Leyl Sûresi, 1-21. ayetler: And olsun ki sizin sa’yiniz dağınıktır. Amma her kim vergi verir, korunur ve husnayı tasdik eylerse, biz onu yusraya muvaffak kılacağız. Ve amma her kim pahıllık eder ve istiğna gösterir ve husnayı tekzip eylerse onu da ‘usraya kolaylayacağız. Ve tepetaklak yuvarlandığı zaman onu malı kurtarmayacak. Her halde doğruyu göstermek bize. Ve herhalde sonu da bizim, önü de (Ahiret de dünya da). Ben size bir ateş haber verdim ki köpürdükçe köpürür. Ona ancak en şâki olan yaslanır. O ki tekzip etmiş ve tersine gitmiştir. O en muttaki olan ise ondan uzaklaştıkça uzaklaşatırılacaktır. O ki malını verir; tezekki eder; temizlenir ve onda hiç kimsenin mükafat edilecek bir nimeti yoktur. Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir. Ve elbette o rızaya erecektir.”

j) Mesed Sûresi, (CXI), 2. ayet: “Ne malı yarar sağladı ona, ne kazancı...”

k) Hakka Sûresi, 28. ayet: Malım, benden yana hiç bir şeye yaramadı.”

Görüldüğü gibi birinci grupta misallerini gördüğümüz ayetler, göklerde ve yerde ne varsa onların hepsinin Allah’a ait olduğunu bildir-mekte; ikinci gurupta misallerini verdiğimiz ayetler, malların topluma ait olduğunu ifade etbildir-mekte; üçüncü guruptaki ayetlerde ise “mal sahibi kişilerden ve kişilere mal verildiğinden” söz edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in üslubuna ve İslam’ın temel ilkelerine yabancı olanlar, bunu anlayamamakta; malın ve mülkün Allah’a mı, topluma mı yoksa kula mı ait olduğu mes’elesinin Kur’an-ı Kerim’e göre “kapalı” olduğu, en azından “açık” olmadığı kanaatine varmaktadırlar.[420]

Halbuki konuya İslam’ın Allah ve kainatla ilgili temel ilkeleri açısından bakıldığında, ortada “kapalı” olan veya “açık” olmayan bir hususun [420] Krş. Güriz, Adnan, age. s. 53 - 54; Cin, Halil, Mirî Arazi ve Bu Arazinin Mülk Haline Dönüşümü, Ankara 1961, s. 5-6.

bulunmadığı kolayca anlaşılabilir.

Bilindiği gibi İslam düşüncesinde:

a) Allah yaratan (halik), kainat yaratık (mahluk) tır:

“İşte size bu sıfatları ile işaret olunan yüce zattır, Rabbiniz Allah, başka tanrı yok ancak O, her şeyin Halik’ı O. O halde O’na kulluk ediniz...”

(En’am (VI), 102).

b) Her şeyi yaratan Allah, göklerde ve yerde ne varsa onların hepsini “insanlar” için yaratmıştır:

“O, O yaratıcıdır ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara Sûresi, 29. ayet); “Görmedin mi? Yüce Allah sizin için göklerdeki ve yerdekini musahhar kılmış, üzerinize zahiren ve batınan nimetlerini yağdırmakta...” (Lokman Sûresi 20. ayet).

c) Bütün her şeyi yaratan Allah, insanı, hayat için gerekli her şeyle donatılmış bu dünyaya, diğer yaratıklardan farklı olarak “imtihan”

için gördermiştir; insan için bütün bir dünya hayatı imtihandır:

“O, O’dur ki sizi Arz’ın halifeleri yaptı ve bazınızı bazınızın derecelerle üstüne çıkardı, bunun hikmeti ise sizi size verdiği şeylerde imtihan etmektir.” (En’am Sûresi, 165. ayet).

“Her can ölümü tadacak ve Sizi bir “imtihan” olarak şer ve hayır ile mübtela kılacağız, hepiniz de nihayet bize irca olunacaksınız.” (Enbiya Sûresi, 35. ayet).

“Biz yeryüzündeki şeyleri ona zinet yaptık ki insanları sınayalım, hangisi daha güzel bir amel yapacak?” (Kehf Sûresi, 7. ayet).

“Amma insan, her ne zaman Rabbı onu “imtihan” edip de ona ikram eyler, ona nimet verirse, o vakit Rabbim bana ikram etti, der. Amma her ne zaman da imtihan edip rızkını daraltırsa, o vakit de Rabbim bana ihanet etti, der.” (Fecr, 15-16).

“Elbetteki mallarınızdan ve canlarınızdan imtihan olunacaksınız.” (Âl-i İmran, (III), 186).

“Sizi mutlaka şu şeylerden biri ile imtihan edeceğiz: Korku; açlık; malda, canda ve üründe eksiklik...” (Bakara Sûresi, ayet 155).

İslam’ın ilkelerinden sadece bu üç ilkenin ışığında incelemek bile konuyu aydınlatmaya yeter.

Her şeyi yaratan Allah, aynı zamanda her şeyin sahibi ve malikidir.

Her şeyin sahibi ve maliki Allah, göktekileri ve yerdekileri insanların istifadesi için yarattığını bildirmiştir.

İnsan, imtihan için geldiği bu dünyada, sahibinin izni ile dünya nimetlerine sahip ve malik olabilecektir.

Bu hususları şu üç ayeti kerime açık bir şekilde ifade eder:

“De ki: Ey mülkün maliki Allah’ım, Mülkü istediğine verir; istediğinden de geri alırsın...” (Âl-i imrân, 26).

“Ve onlara Allah’ın size verdiği “malından” veriniz...” (Nur, 33).

“İman edin Allah’a ve Rasulü’ne de sizi “istihlaf” buyurduğu şeylerden infak eyleyin ki iman edip infak eyleyenleriniz için azim bir ecir vardır.” (Hadid, 7).

Görüldüğü gibi, her şeyi yaratan Allah aynı zamanda tek sahibi bulunduğu kainattaki varlıklardan göklerde ve yerdeki şeyleri, yani insanın dünya hayatını kuşatan çevredeki nimetleri, insanların istifadesine tahsis etmiş; bu tahsisin “istihlaf” mahiyetinde bir tahsis ol-duğuna işaret buyurmuştur. İnsan, esasen muhtaç olduğu bu nimetleri, sahibinin koyduğu kurallar çerçevesinde istediği kadar edinebilir.

Bizim mülkiyet dediğimiz şeyin ise bu edinmeden doğan ilişkiden ibaret olduğu açıktır. Her şeyin maliki olan Allah, kendisine ait mallar-dan bir kısmını belli şartlarla, insanlara vermektedir. Kendisine mal verilen insan, hesabını ahirette vermek üzere dünya hayatı boyunca bu malın “malik”i olur. Kendi rızası olmadıkça normal durumlarda malı kendi mülkiyetinden çıkmaz. İnsan maliki bulunduğu malında, kendisine tanınan sınırlar çerçevesinde tasarruf edebilir: Kullanır, değiştirir, tüketir, saklar, miras bırakır... Böylece ezeli ve ebedi gerçek Malik yanında, insanlar da Allah’ın koyduğu kanun çerçevesinde maliktirler. Ayrıca şunu da belirtelim ki, Allah’a ait mülkiyet yaratma ile ilgili mülkiyet iken, insanlara tanınan mülkiyet, ihtiyaç savma ve yararlanma ile ilgilidir.

Geriye malların “salih kullar” (Enbiya, 105); “Eski sahipler” (A’raf, 100); “Arza varis olan kimseler” (Araf, 137); gibi toplum manası ifade eden tabirler ile “sizin” (Bakara, 188; 186...) “onların” (Bakara, 261...) gibi çoğul zamirlerine nisbet edilmesinin izahı kalıyor. Mesela

“Allah’ın hayat sebebiniz olarak yarattığı mallarınızı beyinsizlere teslim etmeyiniz.” (Nisa, 5) ayetinde olduğu gibi. Burada, İslam Hukuk sisteminin, yukarıda tetkik ettiğimiz ilkeler çerçevesinde, “mal” telakkisinin özelliği ile karşılaşıyoruz.

Malın yaratıcı sahibi Allah, sahibi bulunduğu mallardan bir kısmını, meşru sınırlar çerçevesinde istedikleri gibi yararlanmaları için insanlara verir. Ancak, Allah vergisi olan ve insanların hepsine ortak mubah olarak verilen malın, mülkiyeti iktisap sebepleriyle bir kulun mülkiyetine girmesi, o malın, malikinin mutlak tasarrufu altına girmesi anlamını taşımaz. Nasıl malın kazanılması “meşruiyet” şartı ile sınırlı ise mülkde tasarruf da meşruiyet şartı ile sınırlıdır.

Din, akıl, can, mal ve neslin korunması, İslam’ın temel amaçlarını meydana getirir.[421]

Bunlardan mesela aklın korunması, yanlış ve batıl inançlardan korunması anlamını taşıdığı kadar, akla zarar verecek uyuşturucu mad-de ve alkollü içkiler gibi zararlı şeylermad-den mad-de korunmasını içerdiği gibi, malın korunması ilkesi mad-de, mülkiyetin korunması yanında bizzat malın da korunması ilkesini de içerir. Aynı zamanda gerçekçi olan İslam Hukuk sistemine göre mal, insan için hayat şartıdır. Hayat şartı olan mal, “mal” olarak da korunmalıdır. Bu sebepledir ki, “Allah’ın hayat şartınız olarak yarattığı mallarınızı beyinsizlere teslim etmeyiniz.”

(Nisa, 5) buyurulmak suretiyle, haddi zatında kendilerine ait olan malların bile, sefih (beyinsiz) olup onları koruyamayacak ve telef ede-ceklerse, bizzat sahiplerine bile teslim edilmemesini emretmektedir. Bu emir verilirken, haddi zatında kişilere ait olan mal, “mallarınızı”

diye buyurulmak suretiyle “topluma” nisbet edilmiştir. Bu nisbet, insanlar için hayat şartı ve esasen temelde bütün insanlara ortak mübah olan mal, özel mülkiyete konu olmuş da olsa, o mal üzerinde başkalarının hakkının devam etmekte olduğunu açıklar.

[421] Krş. Gazzâlî, el-Mustasfa, s. 105; Şatibi, el-Muvafakât, II, 5.

Mülkiyetin meşruiyyeti ile ilgili bu bahsi tamamlamadan önce bir noktayı daha aydınlatmamız gerekiyor:

Bazı Maliki ve Hanbeli hukukçular, mülkiyetin sadece menfaatler üzerinde söz konusu olacağını, ayn’da söz konusu olmayacağını, yani insanların ancak “intifa” mülkiyeti hakkına sahip olduklarını, rakaba mülkiyetine (çıplak mülkiyet) Allah’tan başkasının sahip olmayaca-ğını savunmaktadır. Bunların izahları şöyledir:

İnsanların işine yarayan, sadece menfaatlerdir. Yoksa o menfaatin kaynağı olan eşya (ayn) nın insana bir faydası yoktur. Mesela arazi, hane, elbise ve paraya sahip olan kimseyi düşünelim, bu kişinin sahip olduğu bu şeylerin aynlarından bir menfaati yoktur. Onun menfaati ancak arazisini ekip biçme, hanesinde oturma, elbisesini giyme ve parası ile kendisine menfaat sağlayacak şeyleri satın alma gibi eşyadan yararlanmaya yönelik faaliyetler ile gerçekleşir. Ekilip biçilmeyen arazi sahibinin karnını doyurmadığı gibi giyilmeyen elbise de adamı soğuktan, sıcaktan korumaz. Hal böyle olunca eşyanın çıplak mülkiyetinin insana ait olmasının bir manası yoktur. Esasen mülkiyet, bir tasarruf yetki ve iktidarıdır. Bu ise eşyanın menfaatlerinden ileriye, zatına ve özüne uzanmaz. Çünkü tasarruf eşyanın kendisi ile ilgili de-ğildir. İlgili olmasının bir anlamı da yoktur. Kaldı ki eşyanın bizzat kendileri (ayn) ile ilişik tasarruf, eşyayı varetme ve yoketme ile ilgilidir.

Ki bunlar insanın tasarruf yetki ve iktadarı alanına girmez. İnsanoğlunun tasarrufu, nihayet menfaatler çerçevesinde ve eşyanın elden ele geçmesinden ibarettir. Bunun ise eşyanın mahiyet ve özü ile uzaktan veya yakından bir ilgisi olmamak gerektir.

Özetlemeye çalıştığımız böyle bir felsefi izah[422] ortaya atılmışsa da konu biraz daha yakından incelendiğinde görülür ki bu yaklaşım terminolojik (ıstılahi) bir ihtilaftan ibarettir. Şöyle ki:

1- Her şeyin hakiki maliki Allah Teala’dır. Bunda şüphe yok. Ne var ki Allah bazı şeyleri kullarına temlik etmiştir. Elbetteki bu temlik kula, kulluğuna uygun bir nitelik ve özellikte olacaktır. Yani kulun malik olduğu şey üzerindeki tasarruf yetki ve iktidarı yaradanın yetki ve iktidarına elbetteki benzemeyecek, hatta mukayese bile edilmeyecektir. Zira yaratıcının tasarrufu esasa ilişkindir: Var etme yok etme mertebesindedir. Kulun tasarrufu ise kullanma, gelirlerinden yararlanma, tüketim ve yapma - yıkma; terkip, tahlil (analiz - sentez) ve nihayet elden ele nakil gibi tasarruflardan ibarettir. Nitekim insanın sadece eşya ve menfaatleri hakkında değil kendi fiilleri hakkında bile durumu bu manada böyledir. Yani eşyanın kendisi (zat, ayn) ve menfaatleri ne kadar insanın kendisine ait ise kendi fiilleri de ancak o kadar kendisine aittir.

Fiiller, nasıl insanlara izafe ediliyorsa, eşyanın aynı ve menfaati de o şekilde insana izafe edilebilir. Bir farkla ki, insanın yaptığı iş kendi müktesebidir. Ama eşya ve menfaatleri kendi müktesebi değildir. Düşünülürse görülür ki bize kazanç olarak izafe edilen yani kazancımız (kesb) dediğimiz şey haddi zatında yarar ve zarar dediğimiz şeylerin meydana gelmesine yol açan sebeplerden ibarettir. Birşeyin meydana gelmesinde insanın yaptığı iş (fiil) sebepten başka bir şey değildir. İnsan yemek yer ve karnını doyurur. İnsanın yaptığı iş karnının doy-masına sebep olacak fiili işlemekten ibarettir. Yoksa karnının doyması kişiye ait bir iş değildir. Ama bu onun yaptığı “yemek yeme” fiili neticesinde olduğu, yani yemek yemesi buna sebep olduğu için, karnını doyurma işi kişiye izafe edilir: Karnını doyurdu deriz.

Bunu bir motoru çalıştırma işi güzel açıklar. Motoru çalıştıran kişinin, motorun çalışması için yaptığı iş bellidir: Ya bir kol çevirmekten veya marşa basmaktan ibarettir. Ama kişi bu işi yapmadan motor çalışmadığı ve bu işi yaptığı zaman motor çalıştığı için -kişinin yaptığı işin motoru çalıştırmak değil, motorun çalışmasına sebep olan bir iş olduğunu bile bile- motoru çalıştırma işini o kişiye izafe eder, “motoru çalıştırdı” deriz.

İşte insan, kendisine ait bu kısım ile yani istediği neticelerin doğmasına sebep olan “sebeplere yapışma” ile mükelleftir ve mükellefiyeti bununla sınırlıdır.

Eşyanın kendisine ve menfaatine malik olma mes’elesi de temelde böyledir. Evet, sadece ayn’ların ve zatların değil, menfaatlerin de ha-kiki maliki, onları var eden, üreten ve çoğaltan Allah’tır. Ama Allah kullarına bazı şeylerde belli sebeplere bağlı olarak muhtelif ölçülerde tasarruf yetki ve iktidarını bahşetmiştir. Bu yetki ve iktidardır ki adına “mülkiyet” diyoruz. Ve biliyoruz ki bu yetki ve iktidar, sadece men-faatlere inhisar etmemektedir. Ayn’lara şamildir. Zira her eşyadan kullanılmakla yararlanılmaz. Bazı eşya vardır ki ondan ancak tüketilerek (istihlak) yararlanılabilir.

Şayet tenkidi ile meşgul olduğumuz felsefe doğru olsa, kişinin sahip olduğu binayı yıkamaması, yıktığı takdirde enkazından çıkan odunu yakamaması hatta bir ağacı kesememesi, biçememesi, bir dalını bile budayamaması, daha da enteresanı yetiştirdiği veya satın aldığı meyvayı ve yiyecek maddelerini yiyememesi; davarını, sığırını kesememesi... gerekirdi. Zira bu nevi işler eşyanın menfaatlerinde değil aynlarında tasarruftur. Halbuki bunların İslam Hukuk Nizamına göre meşruiyyetinde şüphe yoktur.

Etlerini yemek ve derilerinden yararlanmak için ehli hayvanları boğazlamak; av hayvanlarını öldürerek avlamak; yiyecek, içecek ve giyecekleri yeme, içme ve giyinme yolu ile tüketmek ve benzeri tasarrufların mubah olması; bir zaruret ve hatta bir ihtiyaç olmadığı halde bile sırf daha bol ışık almak için evimizin veya tarlamızın kıyısındaki ağaçları budama veya kesmenin mubah olması, bütün bunlar, eşyanın ayn’larında da tasarrufun caiz olduğunu gösterir.

Bu saydıklarımızın meşru ve mubah olduğuna -tenkidi ile meşgul olduğumuz felsefenin sahipleri de dahil olmak üzere- hiç bir İslam Hukukçusu karşı gelmediğine göre[423] bu felsefe, pratik değeri olmayan lafzi mahiyette bir ihtilafı temsil etmiş olur.

Esasen bu görüşün sahipleri konuya ait bu felsefi yaklaşım yanında, söz konusu menfaat mülkiyetinin, kazanılma sebebine bağlı olarak, ya tam ya sınırlı olduğu üzerinde durmakta ve şu açıklamayı yapmaktadırlar:

Alım - satım akdi ve hibe gibi sebepler, kişiye eşyanın menfaati üzerinde, bir zamanla sınırlı olmayan ve sonunda eski sahibine geri vermeyi gerektirmeyen nitelikte daimi (mutlak) bir tasarruf yetki ve iktidari bahşederken; icare, iare ve menfaatleri vasiyyet gibi diğer bazı [422] Böyle bir felsefi görüşü Ebû Zehrâ, age. s. 63’te ve Şâtibî, el-Muvâfakât, III, 110-113’te nakleder ve münakaşasını yaparlar.

[423] Şâtibi, el-Muvafakât, III, 113.

sebepler, uzun veya kısa ama mutlaka sınırlı bir zaman için menfaat mülkiyeti hakkını vermekte; müddetin sonunda mutlaka aynın sahi-bine (menfaatlerin mutlak malikine -felsefelerine göre ifade etmek icabederse asli zilyedine-) iadesini gerektirir.

Bu telakki tarzını şöylece sadeleştirebiliriz:

Mülkiyeti kazandıran sebepler ikiye ayrılır:

1- Kayıtsız şartsız (mutlak) menfaat mülkiyetini gerektiren sebepler: Alım - satım ve hibe akdi gibi akidlerle miras gibi.

2- Bir süre ile sınırlı menfaat mülkiyetini gerektiren ve sürenin sonunda menfaatlerin kaynağı aynın -menfaatin mutlak malikine- geri verilmesini içeren sebepler: İcare, iare ve menfaatin vasiyyeti gibi.

Lafzi ihtilaflar bir yana, doğrusu odur ki, mülkiyetin sebepleri mutlak mülkiyet sebeplerindense aynı da ilgilendirir. Şayet sadece men-faat mülkiyeti sebebi ise o zaman sadece menmen-faatleri ilgilendirir.

Mülkiyet kavramının bütünüyle hukuki, dolayısıyla itibari bir kavram olduğu dikkate alınınca, bu yetki de “Hukuk” tarafından bahşe-dilince, ağırlığı Maliki Hukukçu Mazeri’ye ait bu felsefeye gerek kalmaz.