• Sonuç bulunamadı

1. LATİN AMERİKA’NIN GENEL SOSYAL KORUMA ve SOSYAL POLİTİKA

1.3. Latin Amerika’da Solun Yeniden Güç Kazanma Çabası 46 

Sol ve sağ doktrinler ile bunların öngördüğü ekonomi politikaları, 200 yılı aşkın bir süredir dünyanın farklı bölgelerinde birbirine üstünlük sağlama mücadelesi içindedir. Bilindiği gibi, başlarda uygulama yaygınlığı açısından liberalizm üstünken, 1930’lu yıllarla birlikte devletçilik ve müdahalecilik ön plana çıkmış ve liberalizmin adı daha az anılır olmuştur. Ancak 1970’li yıllardan itibaren liberalizm, bu kez “neoliberalizm” adı altında kendini yeniden göstermiş ve geniş bir uygulama alanı bulmuştur. İki doktrin arasındaki bu üstünlük mücadelesi kuralı bugün de bozulmamış ve sol fikirler, Latin Amerika’dan kaynaklanan yeni bir dinamizmle bir kez daha gündeme yerleşmiştir.

77Alvaro Garcia, “Latin America 1980-2005: Institutions, Growth And Poverty”, Beyond Transition

47

Latin Amerika’daki bu sol eğilimler üzerine son dönemlerde yapılan değerlendirmeler, aslında solda olmanın ne anlama geldiği konusundaki kafa karışıklığını da gözler önüne sermektedir. Belli bir coğrafyada sol eğilimin güçlü olmasının kesin göstergelerinin neler olduğu konusunda tam bir uzlaşı bulunmamasına paralel olarak, bu konu hakkında Latin Amerika özelinde yapılan incelemeler tek ve ortak bir sonuca ulaşamamıştır. Daha açık bir ifadeyle, Latin Amerika’nın artık sol görüşler için sağlam temellerinin ve enerjisinin bulunmadığı, son dönemlerdeki bazı gelişmelerin, öne sürülenin aksine, sadece geçici dalgalanmalardan kaynaklandığı şeklindeki iddialara karşılık, son dönemlerdeki seçim zaferlerinin ve diğer sosyal politika uygulamalarının solun yeniden güçlenmesinin kesin yansımaları olduğunu kabul eden görüşler de bulunmaktadır. Ancak görüşlerdeki çeşitlilik bununla son bulmamış; bu kez de, eğer bir sol yükseliş varsa, bunun kaynaklarının neler olduğu, yani bunların liberal başarısızlıklardan sonra halkların artık sol politikaları daha fazla tercih etmeye başlamasından mı, yoksa tam tersine liberal gelişme sürecinin son aşaması olan liberal düzenin temelleri atıldıktan sonra bunların uygulanmasını ve sürekliliğini garanti altına almak için verilen kontrollü sosyal ödünler mi oldukları konusu tartışılmaya başlamıştır.

Tartışmanın bu noktasında öne çıkan ve giderek yaygınlık kazanan bir görüş, Latin Amerika’da bir sol hareketlenmenin mevcut bulunduğu iddiasını kabul etmekle birlikte; bu hareketlenmenin, kapitalizmden ve onun serbest piyasa gibi temel öngörülerinden tamamen kopacak kadar geniş bir ufka sahip olmadığını da savunmaktadır.78 Daha doğrudan bir ifadeyle, bu yeni politikaların mevcut ekonomi modeli ve uluslararası dengeler içinde hareket ettiği, radikal bir dönüşüm getirmediği ve getirmeyeceği ileri sürülmektedir. Sosyalist hareketlerin 1970-80 döneminde askeri rejimler tarafından bastırılmış olmasının, bu sınırlı ufka sahip sol yapının doğmasında doğrudan etki yapmış olabileceği iddiası, bu görüşün en önemli dayanağını oluşturmaktadır.

Bununla birlikte, Latin Amerika’da solun mevcut durumuna ilişkin hararetli tartışmalar yapılırken gözden kaçırılmaması gereken bir başka nokta da, sol politika eğilimlerinin her zaman mükemmel bir doğrusallıkta olmayabileceğidir. Bunun

48

anlamı, dönem dönem bazı dalgalanmaların mümkün olduğu, ancak asıl belirleyici olanın genel eğilim olduğudur. Ayrıca politik yönü analiz edilmeye çalışılan bir ülkenin ya da yönetimin dış politikasını, yani jeopolitik sorunlardaki duruşunu ve iç politikalarını ayrı ayrı analiz etmek daha sağlıklı olacaktır. Bu çerçevede incelendiğinde Latin Amerika’da ana jeopolitik sorunun ABD’ye karşı olan tutum ve ilişkiler olduğu kesindir ve bu konuda gözle görülür bir mesafe kat edilmiş olduğu da ortadadır; ABD’nin adı bir zamanlar olduğu gibi artık korku ve zorunlu bir itibar uyandırmamaktadır. Bununla kastedilen ise, Chavez’in sert söylemlerinden daha fazlasıdır.79

Gerçekten de son dönemlerde, bölgede ABD’nin gücünün zayıfladığına ilişkin küçük, ancak somut bazı gelişmeler meydana gelmiştir. Bu doğrultuda, örneğin 2003 yılında ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin iki Latin Amerikan üyesi olan Şili ve Meksika’yı ABD’nin Irak’ı işgalini meşrulaştırma yönünde oy kullanmak üzere ikna edememiştir. Ayrıca Amerikan Devletleri Örgütü’nün (Organization of American States-OAS) son genel sekreter seçiminde daha önceleri görülmemiş bir olay yaşanmış ve ilk defa olarak ABD’nin desteklediği bir aday seçilememiştir. Öte yandan, ABD’nin bölgedeki kesin bir dostu olan Kolombiya 2008 yılında çeşitli konularda Venezüella ve Ekvator ile ciddi tartışmalara girmiş ve diğer bölge ülkeleri bu tartışmalarda, ABD’ye rağmen, Venezüella ve Ekvator’un tarafını tutmuştur. Daha da önemlisi, Ekvator sınırları içinde kurulu bulunan ABD askeri üssünün devamını reddetmiştir.80

Benzer bir gelişme olarak, ABD’nin bölgede bir serbest ticaret bölgesi (Free Trade Area of Americas-FTAA) oluşturma amacının çok güçlü bir muhalefetle karşılaşarak gerçekleşememesi de ABD’nin bölgedeki etkinliğini sarsmıştır. Bu konuda Meksika ABD’ye destek çıksa da Brezilya, Arjantin ve Venezüella gibi bölgenin olmazsa olmaz ekonomileri katılmayınca FTAA ölü doğmuştur.81 Latin

79 Immanuel Wallerstein (a), “How Has Latin America Moved Left”,

http://milfuegos.blogspot.com/2006/12/latin-america-how-has-latin-america.html, Erişim: 10 Ekim 2008.

80 Immanuel Wallerstein (b), “How Far Left Has Latin America Moved?”,

http://www.binghamton.edu/fbc/233en.htm, May 15, 2008, s. 1, Erişim:30/10/2008.

81 Immanuel Wallerstein (c), “The United States versus Latin America”,

49

Amerika’nın ABD’ye olan bağımlılığını azaltan bir başka gelişme, Avrupa Birliği’nin Aralık 2005 yılında, 1995 yılından bu yana yürürlükte bulunan, Latin Amerika Strateji Belgesini değiştirmesidir. Bu değişiklik, bir taraftan yeni ve daha güçlü bir işbirliğinin yolunu açarken, diğer taraftan bölge ülkelerinin ABD’ye olan ticari bağımlılığının azalmasını sağlamıştır.82 Bunun sonucunda, bölge içinde ABD ve AB arasındaki rekabet de iyiden iyiye kızışmaya başlamıştır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, siyasi ve akademik çevrelerde sol görüşlerin ağırlık ve güç kazandığı yönünde bir eğilimin oluşmasını sağlayan başlıca gelişmeler şunlardır;

• Castro’yu örnek aldığını ve hedefinin IMF ve ABD temelli liberal politikaları uygulamadan tamamen kaldırarak, ülkesine özgü bir sosyalist model kurmak olduğunu açıklayan Chavez’in Venezüella devlet başkanı seçilmesi,

• Morales’in 2006 yılı başında Bolivya’da iktidara geldikten sonra gazı kamulaştırmak için yabancı petrol şirketlerine tavır alması, doğal kaynakları kamulaştırması, IMF programlarından kopmayı kesin bir hedef olarak belirlemesi, toprak reformuyla köylüleri toprak sahibi yapması ve gazdan elde ettiği gelirlerle sosyal reformlar hayata geçirmeyi vaat etmesi,

• Arjantin’de 2001 – 2002 yıllarında yaşanan büyük ekonomik bunalımın ardından başkan Kirchner’in IMF’ye olan bağımlılıktan tamamen kurtulması, • Brezilya’da Lula, Uruguay’da Vazquez, Şili’de Bachelet, Nikaragua’da

Daniel Ortega, Bolivya’nın ardından bölgenin ikinci en yoksul ülkesi konumunda bulunan Paraguay’da “fakirlerin rahibi” olarak da anılan eski başpapaz Fernando Lugo’nun devlet başkanı seçilmesi ve Peru’da Ollanta Humalagibi birçok sol politika yanlısı hükümetin ya da başkanın iktidara gelmesi,

• Ne kadar koyu olduklarına bakılmaksızın, başa geçen sol hükümetlerin tamamının ABD karşıtı bir duruşu benimsemiş olması. Dolayısıyla artık Latin Amerika’yı basitçe, “ABD’nin arka bahçesi” olarak tanımlamak kolay değildir.

82 Deniz Yalçın, “ABD Emperyalizmi’nin Latin Amerika’da Çöküş Yılı”,

50

• Bölgedeki yerli halkın siyasi gücünün ve öneminin daha önceleri hiç görülmemiş bir biçimde yükselmiş olması. Bu durum esas olarak Meksika, Ekvator ve Bolivya’da belirgindir. Yerli halk, daha önceleri nüfusun en fazla baskıya maruz kalan ve siyasal alandan en fazla dışlanan grupları olmuş olsa da artık bu kesimler siyasal alana doğrudan katılmakta ve kararları doğrudan etkileyebilmektedir. Bunun en güzel örneği, nüfusun yaklaşık %65’inin yerli halktan oluşuyor olmasına karşın tarihinde ilk defa bir yerli başkanın başa geçtiği Bolivya’dır. Morales, Bolivya’da bir sosyal devrimi temsil etmektedir.83

Bir başka önemli nokta, Latin Amerika’daki bu sol hareketin tek tip olmaması ve bölge genelinde homojen bir yapı göstermemesidir. Gerçekten birçok bölge ülkesinde merkezin solunda bulunan hükümetlerin işbaşına geçmiş olmasına rağmen, bunların bazılarının merkeze daha yakın durduğu, bazılarının ise daha devrimci bir söyleme sahip olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bugün için ana tartışma konusu Latin Amerika’nın sola yönelip yönelmediğinden çok, kastedilen solun niteliğidir.

Bu açıdan bakıldığında Latin Amerika’nın bu solcu liderlerinin 2 gruba ayrıldığı görülmektedir:

• Küba, Venezüella ve Bolivya’nın başı çektiği, kapitalist sistemi tümüyle reddeden, Amerika karşıtı, halkçı ve solcu hükümetler,

• Şili’nin temsil ettiği, sosyalist değerleri vurgulayan, ancak belli liberal değerleri de göz ardı etmeyen, bu anlamda kendine özgü bir sentez oluşturmuş olan pragmatist hükümetler.84

Bu hükümetlerin işbaşına gelmesi kendiliğinden ve tesadüfi bir biçimde olmamıştır. Bilindiği üzere, 1980’li yıllarda sol görüşe karşı büyük bir ideolojik

83 Yıldız Sertel, “Latin Amerika’da İşbirliği”, Cumhuriyet Strateji, 19 Haziran 2006, ss. 12-13;

Hüseyin Baş, “Latin Amerika’da Değişim Rüzgarları”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2006, s. 10; Şerife Başaran, “Paraguay Seçimleri ve Latin Amerika’da Güçlenen Sol Dalga”, 25 Nisan 2008, http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=2146&kat1=&kat2=1, Erişim: 09/10/2008, s.1; Wallerstein (b), a.g.m., s. 1.

84 Cihan Dura, Derin Komplo; Türkiye’nin Yeniden İşgali, İleri Yayınları, İstanbul, 2008, s. 680.

Yalnız, 2010 yılı Ocak ayında Şili’de 20 yıldır sürmekte olan sol ittifak dönemi sona ermiştir. Bu tarihte, Şili devlet başkanlığı seçimlerini sağın adayı Sebastián Piñera’nın kazanmasıyla, Pinochet’den sonra ülkede ilk defa bir sağ hükümet başa geçmiştir. Ayrıntılı bilgi için; http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/silideki-baskanlik-secimlerinin-sonucu-neyi-ifade-ediyor-24241.

51

saldırı başlatarak dünya çapında güç toplayan liberal politikalar, Latin Amerika’da da etkili olmuştur. Söz konusu liberal yükseliş, Latin Amerika’da yıpranan ve kitle mücadeleleri ile geriletilen askeri diktatörlüklerin tasfiyesiyle ve liberal demokrasiye geçişle paralel olarak yürümüştür. Sonuçta askeri rejimlerin uyguladığı dışa bağımlı parasalcı politikaların yol açtığı büyük yoksullaşma, Latin Amerika’da yeni siyasal arayışları ve değişimleri gündeme getirmiştir.85

Ancak sol görüşlerin yeniden canlanmasını sadece yoksulluğa bağlamak, eksik bir yorum olacaktır. Çünkü bu konuda en az yoksulluk kadar etkili başka faktörler de vardır. Bunların başında yerli halk ve toprak sorunu gelmektedir. Bilindiği üzere, Latin Amerika’da yerliler yasal ve idari engellemelerle karşılaşmakta ve hem iktisadi ve siyasi hem de kültürel anlamda ayrımcılığa uğramakta, hatta çoğu zaman yok sayılmaktadırlar. Bu nedenle, özellikle son dönemlerde yerli nüfusunun en az olduğu Şili gibi bölge ülkelerinde bile ayrımcılığa karşı bir politik duyarlılık yeniden canlanmıştır. Toprak sorunu açısından bakıldığında ise bu sorun her ne kadar esas olarak kıtadaki tarihsel çarpık mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanıyor olsa da IMF ve Dünya Bankası güdümünde uygulanan yeniden yapılanma ve istikrar programları topraksız köylü sayısının artmasına neden olmuş ve bu da halkın daha fazla tepkisine yol açmıştır.86

Sonuç olarak, tüm bu faktörlerin etkisiyle Latin Amerika’da hem düşünsel açıdan hem de uygulama açısından liberal politikalarda bir azalma; buna karşılık sosyal politikalarda ise bir artış eğilimi olduğu görülmektedir. Ancak farklı bir görüş, bu gelişmenin asıl kaynağının, Washington Mutabakatı adı altında uygulanan liberal politikaların başarılı sonuçlar vermemesinin ardından, bu politikaları hazırlayan ve teşvik eden, başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, önemli küresel kuruluşların ve ABD’nin, bundan sonra uygulanacak ekonomi politikalarında sosyal amaçlara belli ölçülerde yer vermeye başlaması olduğunu ileri sürmektedir. Daha açık bir ifadeyle, krizlerin sosyoekonomik alanda neden olduğu olumsuz etkiler, liberal dönüşümün güçlenerek yaygınlaşması önündeki bir engel olarak görülmüş ve buna karşı sosyal politika önlemleri arttırılmıştır. Bu nedenle bu kuruluşların önceliklerinin, bu

85 Özbudun, a.g.e., s. 47.

52

olumsuzlukları gidermeye yönelik sosyal politikalardan çok, liberal dönüşümün bir parçası olarak uygulamaya konan istikrar ve yapısal uyum programlarının ne pahasına

olursa olsun sürdürülmesini sağlamak olduğu söylenebilir.87 Öyle ki, bu kuruluşların

sosyoekonomik alandaki olumsuzluklara karşı gösterdiği duyarlılığın nedeni, toplumu tehdit etmelerinden değil, aslında liberal dönüşüm programları için risk oluşturmalarından kaynaklanmaktadır.

Ancak ister yoksulluk, ayrımcılık ya da başka bir nedenden ötürü halkın kendi içinden kaynaklansın, ister liberal politikaları bölgeye getiren IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların politika değişikliği tercihlerinden doğsun, bölgede son dönemlerde görülen gelişmeleri solun gerçekten yeniden canlanması olarak görmeyen başka bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre, gerçek bir sol hareketten bahsedebilmek için bazı ön koşuların gerçekleşmiş olması gereklidir. Bu anlamda, sol hareketlerin ortaya çıkması ve sosyal politikanın önem kazanması, her yerde olduğu gibi Latin Amerika’da da toplum içinde bu yönde geniş tabanlı bir talebin ve katılımın var olmasına bağlıdır. Nitekim geçmiş yıllara bakıldığında, sol hareketin öznesinin genellikle işçiler olduğu; belli bir yazar ve aydın kesimin de fikirleriyle bu harekete düşünsel temel oluşturduğu görülmektedir.

Bu açılardan bakıldığında, teoride sol hareketin öznesi olarak görülen işçi sınıfının Latin Amerika’da halen toplumsal değişimin taşıyıcısı olup olmadığının bugün için oldukça tartışmalı bir hal aldığı görülmektedir. Gelişmiş sanayi ülkelerinde emekten tasarruf sağlayan yeni ve ileri teknolojilerin yaygınlaşması nedeniyle klasik anlamdaki işçi sayısının oldukça gerilediği günümüzde, Güney Amerika’da da bilgisayar temelli üretim yöntemlerinin henüz sadece Brezilya gibi belli bazı ülkelerde uygulanmaya başlamış olmasına rağmen, sanayi işçilerinin sayısının şimdiden neredeyse yarı yarıya düştüğü gözlenmektedir. Buna karşılık, sözleşmeli işçilerin, küçük işverenlerin ve kendi hesabına çalışanların sayısı ise yükselmiştir. Kısaca son dönemlerde tüm dünyada geçerli olan işçi statüsündeki değişim sürecinden, Güney Amerika da kendini uzak tutamamıştır. Sorunun tam da buradan kaynaklandığı ve bu değişime rağmen Güney Amerika’da solun, hâlâ büyük

87 Murat Koyuncu ve Fikret Şenses, “Kısa Dönem Krizlerin Sosyoekonomik Etkileri: Türkiye,

Endonezya ve Arjantin Deneyimleri”, ERC Working Papers in Economics 04/13, October 2004, s.5.

53

ölçüde geçmiş yüzyıla ait işçi tanımında ısrar ettiği ve toplumsal yönelmeler için bugünkü temelin kim olduğu sorusunu yeni baştan tartışmadığı ileri sürülmektedir.88

Bunun yanı sıra, Latin Amerika’da insanların, uzun yıllar boyunca sıkıntısını çektikleri baskıcı rejimler ve ekonomik güçlükler nedeniyle, artık hangi amaç uğruna olursa olsun, yeni güçlükler ve zor dönemler geçirmek istemediği de bilinmektedir. Kanlı darbelerin, baskıcı askeri ve diktatörlük rejimlerinin ve sürekli işkence görme tehdidinin, toplum tarafından adeta içselleştirildiği ve bir öz savunma olarak uyumlu bir sosyal davranışa yol açtığı da ileri sürülmektedir. Daha açık bir ifadeyle, sol görüş dinamizmini yitirmiş durumda bulunmaktadır.89 Bu koşullar altında memnuniyetsizliklerin de henüz isyana dönüşme potansiyeli taşımadığı belirtilebilir.

Dolayısıyla son dönemlerdeki sol söylem ve sosyal politika yöneliminin, tüm ısrarlı savunucularına rağmen, liberal tedbirlerin beklentilerin çok uzağında kalmasından ve yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmasından kaynaklandığı yaygın kabul görmektedir. Bu yeni yaklaşımın temel odak noktası ise Latin Amerika ülkelerinin hemen hemen tamamının yoksulluğu ve eşitsizliği azaltma amacını resmen duyurmasından sonra, bu taahhüdü yerine getirebilmek için atılması gereken adımların neler olabileceği konusu olmuştur.90 Daha açık bir ifadeyle, neredeyse tamamen ekonomik ve aşırı liberal amaçlar güden, bunların yanında sosyal gelişmeye hiç değinmeyen bir büyüme programının başarısızlığı görüldükten sonra, artık sosyal amaçlara da en az ekonomik amaçlar kadar önem ve yer veren yeni bir programın izlenmesine karar verilmiş ve ortaya yeni bir amaç çıkmıştır: “Büyümeden

ödün vermeden yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmak.”

Böylece sadece söylem bazında değil, gündem bazında da önemli bir dönüşüm gerçekleşmiştir; artık hükümet ve devlet başkanları gelişmenin anahtar unsurları olarak, ekonomik büyüme amacını söylemlerden tamamen çıkarmadan, kesin ve kararlı bir biçimde eşitlik ve yoksulluk vurguları da yapmaya başlamıştır. Bu dönüşüm esas olarak üç sebepten gerçekleşmiştir: Dönem boyunca Latin Amerika’da

88 Weber, a.g.e., s.32. 89 Weber, a.g.e., s.31.

90 Nancy Birdsall, Augusto de la Torre ve Rachel Menezes, “Washington Contentious Economic

Policies for Social Equity in Latin America”,Carnegie Endowment for International Peace and Inter-American Dialogue, 2001, s.iii (foreword içinde)

54

yoksulluğa karşı çok az, neredeyse hiç başarı sağlanamamış olunması, küreselleşmeye karşı ilginin artması ve küreselleşmenin bazı kazanımlar getirse bile esas olarak istikrarsızlığı, iş güvencesizliğini ve vasıfsız işçiler için ücret kaybını arttırdığı yönündeki görüşlerin üstünlük kazanması ve son olarak da Latin Amerika’da yüksek yoksulluk oranlarının ve toprak, eğitim ve diğer mülk sahiplikleri bakımından eşitsiz bir dağılımın bulunmasının düşük büyümenin sonuçları olmaktan çok, bizzat düşük büyümenin nedenleri olduğunun çeşitli araştırmalarla kanıtlanması.91

Kısaca Güney Amerika bir taraftan sol bir hareket için gerekli dinamizmin eksikliğini hissetmekte, diğer taraftan da, her ne kadar başka amaçlar için olsa da, sosyal politikaların dozunu arttırmak için gerekli ortam bizzat sağ ve liberal kanat tarafından oluşturulmaktadır. Birbiriyle çelişen bu iki karşıt güç karşısında kesin olan bir durum, bölge genelinde kamu harcama oranlarının artma eğiliminde oluşudur. Nitekim 1990’lı yıllarda Latin Amerika ülkeleri, eğitime yönelik kamu harcamalarını ciddi biçimde artırmıştır; 1990 yılından 1996 yılına kadar %22’lik bir artış olmuştur. En düşük temel ve orta eğitim devam oranlarına sahip Brezilya’nın da aralarında bulunduğu bazı bölge ülkeleri, yoksullar arasındaki bu düşük devam oranını yükseltmeye öncelik vermeye başlamıştır. Bu doğrultuda, Meksika ve Brezilya üniversite öğretimine yönelik ciddi kaynaklar ayırmıştır.92

Bununla birlikte, son yıllarda Latin Amerika’da görülen sol politikaya ilişkin bir genelleme yapmak açısından, iki temel eğilim belirlenebilir. Bunlardan birincisi, toplumsal hareketler olarak ifade edilen, tepkilerini doğrudan eylemler aracılığıyla koyan Topraksız Köylü Hareketi, İşsiz İşçi Hareketi gibi örgütlenmelerdir. Diğeri ise halkçı-ulusalcı bir çizgide yer alan, Chavez ve Morales öncülüğünde merkez konumuna yükselen harekettir.93

Chavez’in iddiası, “21. yüzyıl sosyalizmini” oluşturma vaadine dayanması açısından önemlidir ve oldukça dikkat çekmiştir. Bunun anlamı hem liberal düzenin tamamen ortadan kaldırılacağı hem de klasik sosyalizm teorisinde de bir takım

91 Birdsall, Torre ve Menezes, a.g.m., s.9. 92 Birdsall, Torre ve Menezes, a.g.m., s.31. 93 Özbudun, a.g.e., s. 73.

55

yenilemeler olacağıdır. Bu anlamda, devrimin ülkedeki çekirdeğini “Nucleo”lar oluşturmaktadır. Nucleo, en yalın anlatımla, yoksul halkın en yaygın bulunduğu gecekondu bölgelerinde kurulmuş, kooperatif odaklı toplum merkezleridir. Nucleo’lar içinde, özyönetimin tam bir 21. yüzyıl versiyonu uygulanmaktadır; o yöre halkı hem neyin üretileceğine kendisi karar vermekte hem de bir emir-komuta zinciri olmaksızın eşit koşullarda ve kendisi için çalışmaktadır. Bu Nucleo’lar şu anda devlete ait petrol tekeli olan ve sosyal fonların dağıtımından sorumlu PDVSA (Petroles de Venezuela) tarafından finanse edilmektedir. Bu desteğin Nucleo’lar kendi kendilerine yeterli hale gelene kadar devam etmesi planlanmaktadır.94

Aslında bu Nucleo’lar sadece üretim örgütlenmesi olmaları açısından değil, toplumun kendi gücünün farkına varmasını sağlamaları açısından önemlidir. Bir anlamda, sol hareketlere yönelik gerekli ön koşullardan biri olan geniş taban