• Sonuç bulunamadı

5. İŞBİRLİĞİ ALANLAR

5.3. TerörizmeKarşı İşbirliği

5.3.1. Kürt Sorunu

5.3.1.1. Kuzey Irak ve Türkiye

Osmanlı’da Kürt ayaklanmaları esas olarak II. Mahmut döneminin merkezileşme çabalarına bir tepki olarak 1806-1843 yılları arasında gerçekleşti.

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Kürtlerin İmparatorluğa gösterdiği bağlılığın nedeni Ermenilerin ortak düşman sayılması ve hilafet bağıydı; ancak 1915’teki Tehcir ve 1924’te Halifeliğin kaldırılması bu bağlılığın temel taşlarının ortadan kaldırılmasına neden oldu.

Türk Cumhuriyeti kurulduğunda imparatorluğun en önemli etnik azınlığını da devralmış oluyordu. Kürtler, Cumhuriyetin kurulmasından yalnızca 16 ay sonra ayaklandılar ve genç Cumhuriyete karşı Kürt isyanları 1938’e kadar sürdü. Kürt sorunu; Ankara açısından bir istikrarsızlık kaynağı ve arkası getirilebilecek ciddi bir tehlike olarak görülüyordu. Bu açıdan Kürt sorunu 1930 ve 1940’larda Türkiye’nin doğusundaki devletlerle yaptığı tüm anlaşmaların temel hareket noktasını oluşturacaktır.

Kürt sorununun Türk Dış politikasında yarattığı baskı nedeniyle Türkiye, tüm resmi ilişkilerinde statükonun desteklenmesinden yana tavır koyacak ve sorunlu ülkelerdeki merkezkaç kuvvetleri destekleyemeyecektir. Bu noktada Türkiye’nin Kürt Sorunu karşısında neden bu kadar duyarlı olduğu sorusu akla gelebilir. Gerçekte Kürt milliyetçiliğinin itici gelmesinin nedeni Doğu Anadolu Bölgesi’nin Türkiye’ye sağladığı güvenlik açısından çok önemli ülke derinliğinin ortadan kalkacak olmasıdır (ORAN, 2002, s.24-28).

1925’teki meşhur Şeyh Sait Ayaklanmasından kaçanlar Ağrı Dağı’na sığınarak burada yeniden örgütlendiler ve sırası geldikçe ayaklandılar. İsyanlar 1926, 1927 ve 1930 yıllarında da gerçekleşti.

1930’daki Üçüncü Ağrı isyanı başladığında Ankara, artık Kürt sorunuyla uzunca bir süre uğraşmamaya karar vermişti. Bu amaca uygun olarak bölgeye asker sevkıyatını kolaylaştırmak için kara ve demir yolları yapıldı, karakollar sağlamlaştırıldı. 1934’te İskan Kanunu ve 1935’te Tunceli Kanunu çıkarıldı. Hatta bu amaca da hizmet eder biçimde 1937’de Sadabat Paktı yapıldı. 1937’de Seyit Rıza önderliğindeki ayaklanma Dersim’deki Tunceli Harekatıyla ortadan kaldırıldı; ancak harekata 1938 yılında da devam edildi. Böylece Kürt hareketi Türkiye’de yaklaşık 25 yıl sürecek bir uykuya daldı denebilir.

İlk uyanışlar 1960’lardaki yayınlar biçiminde ortaya çıktıktan sonra, 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının kurulmasıyla sol hareketten ayrılarak bağımsızlaştı.1970’lerde ciddi bir yayın faaliyetine girişen ve örgütler kuran Kürt milliyetçiliğinin kimi kolları Güneydoğu’da bazı Kürt aşiretlerine yönelik eylemlere girişiyordu. 12 Eylül darbesi ile bunlar yakalanmamak için Arap ülkelerine dağıldılar.

Kürt hareketini tekrar dirilten 60’larda ve 70’lerde Türkiye’nin yüz yüze kaldığı siyasal ortam ve dış etkilerdir denebilir. Bu açıdan ve Kürt sorununa Sovyetlerin verdiği desteği açıklığa kavuşturmamız bakımından kuzey Irak Kürtlerinin bugüne geliş öykülerine göz atmamız gerekiyor.

Kuzey Irak’taki Kürtler 1919-1930 yılları arasında İngiltere’ye, 1932-1935 yılları arasında ve 1943-45 yılları arasında da Haşimi Hanedanına karşı ayaklandılar. Ayaklanmaların başını Barzani ailesi çekiyordu. Aile adını Erbil’in 90 km kuzeyinde bulunan Barzan köyünden alıyordu (ÖZKAN, 2004, s.3).

Barzani ailesinin şimdiki lideri Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani, aşiretin liderliğini 1943 yılında eline aldı. Molla Mustafa Barzani’nin dedesi de Osmanlı İmparatorluğuna karşı en çok ayaklanan aşiret reisiydi.

Irak 1932’de İngiliz himayesinden kurtulup bağımsız olduğunda Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürtler hür Kürt Devleti istekleriyle ayaklandılar. Bağımsızlık talepleri Irak hükümeti tarafından bastırıldı ve Barzani Süleymaniye’ye sürgüne gönderildi.

1943’te buradan kaçıp yine kendi bölgesinde eylemlere girişen Barzani, 22 Ocak 1946’da SSCB’nin işgali altındaki İran’ın Kürt bölgesi Mahabad Kürt Cumhuriyeti kurulduğunda 10 bin silahlı aşiret mensubuyla bu bölgeye geçti.

11 ay sonra İran’ın bölgede kontrolü ele geçirip bu cumhuriyete son vermesi üzerine Molla Mustafa Barzani çareyi Sovyetlere sığınmakta buldu.

Barzani’nin yandaşları SSCB’de bir askeri kampa yerleştirildiler. Burada sokakları süpürme, karları küreme gibi işlerde çalıştırıldılar; ancak Barzani’nin Stalin ile görüşmesi üzerine Kürt peşmergelerden bir kısmına askeri eğitim verildi. Barzani SSCB’de siyasi mülteci sayılmıyordu. Bir süre sonra Stalin’in emriyle askeri akademiye kabul edildi ve general rütbesi alarak eğitimini tamamladı.

Stalin’in ölümünün ardından SSCB’nin Barzani’ye bakışında nispeten bir yumuşama oldu. Nikita Kruşçev, Barzani’ye bir ev tahsis etti ve Rusça öğrenmesini sağlamak için özel hocalar tuttu (ÖZKAN, 2004, s.7).

1958’de General Abdülkerim Kasım, Kral Faysal’ı devirdi ve geniş tabanlı halk desteği sağlamak için Kürtleri de yönetime ortak ettiğini ilan etti. Bunun üzerine Barzani Irak’a geri döndü.

Sınırındaki gelişmeleri kaygıyla izleyen Türkiye, General Kasım’ın iktidarını güçlendirmek için Kürtlerden ve Komünistlerden destek almasını ve SSCB ile ilişkilerini geliştirmesini yakından izliyordu. 27 Mayıs yönetimi bu gelişmeler karşısında içeride de bir takım önlemler aldı; 1960’ta göz altına alınan toplam 485 Kürt Sivas’ta bir kampa yerleştirildi ve burada 4 ay tutulduktan sonra bunlardan 55 aşiret ileri geleni ve ağası 19 Ekim 1960’ta sürgüne gönderildi. Temelde Irak’ta Kasım’ın Kürtlere yeni olanaklar tanımasının Türkiye’deki Kürtleri harekete geçirebileceğinden endişe ediliyordu (ORAN, 2003, s.786).

Kasım’ın verdiği sözleri tutmaması üzerine Kürtler 1962’de Barzani liderliğinde ayaklandılar. Kısa sürede bölgeyi ele geçirdiler ve amaçlarının Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt Devleti kurmak olduğunu açıkladılar. Türkiye Irak’ta yaşanan gelişmeler karşısında buruk bir sevinç yaşadı desek doğru olacaktır herhalde çünkü Kasım iktidarı zayıflıyor ama Türkiye’deki Kürtlerin Kuzey Irak’taki gelişmelerden etkilenebileceği düşünülüyordu. Neyse ki beklenen gerçekleşmedi Kuzey Irak’taki bağımsızlık istemleri Türkiye’ye yansımadı bu açıdan Türkiye gelişmeleri yalnızca izlemekle yetindi.

1970’e dek bastırılamayan ayaklanma ve İran’la ilişkilerin Şatüllarap nedeniyle gerginleşmesi Irak’ta darbe için uygun ortamı oluşturdu ve Baas rejimi 17 Temmuz 1968’de Kasım’ı devirerek iş başına geldi. Darbenin lideri Hasan El Bakr ve ikinci ismi Saddam Hüseyin’di.

1962’de başlayan ayaklanma Moskova’nın Saddam’ı Kürtlere özerklik tanıması yönünde ikna etmesi sayesinde 1970’te sona erdi. Bunun karşılığında Sovyetler, Bağdat yönetimini destekleyecekti. . Barzani’de Moskova’ya çağrılarak Bağdat hükümetine karşı ayaklanmaları durdurması konusunda uyarıldı.

Ayaklanmanın bastırılmasından iki yıl sonra Irak ile SSCB arasında Dostluk İyi Komşuluk anlaşması imzalandı. Aynı yıl Kuzey Irak Kürtleri yeniden ayaklandılar; ancak 1975’te işler değişti.

O zamana kadar Kuzey Irak Kürtlerinin ayrılıkçı hareketlerine en büyük desteği veren İran ve İsrail’di. Aynı zamanda Sovyetler de yardımda bulunuyordu. Bu tarihe kadar İran bölgede rekabet halinde bulunduğu ve Şattülarap konusunda anlaşmazlık yaşadığı komşusu Irak’ı zayıf düşürmek için Kürtleri kullanıyordu. İsrail’in Kürt hareketini desteklemesinin en büyük nedeni Orta Doğu’da kendisine karşı şekillenmekte olan Arap karşıtlığı idi. Eğer İsrail,

Kürt hareketini başarılı bir şekilde kullanabilirse Orta Doğu’nun iki güçlü devleti başka bir sorunla meşgul olacaklar ve böylece Arap- İsrail karşıtlığı ortadan kalkacaktı. Sovyetler ise Kürtleri bölgede kontrolü sağlayabilecek ve ideolojisini yayabilecek bir unsur olarak görüyordu.

Saddam Hüseyin, İran’a Şattülarap konusunda taviz vererek bu ülkeyle anlaşma yolunu seçti. 6 Mart 1975’te Cezayir Anlaşması imzalandı ve İran anlaşma gereği Kürtlere verdiği desteği kesti.

Bu gelişmeler üzerine 7 Martta Bağdat ordusu isyancıların üzerine yürüyebildi ve 15 yıl kadar süren Kürt ayaklanması bastırılabildi.

Yaşanan gelişmeler üzerine Barzani, ABD’nin desteğini almayı denediyse de başarılı olamadı.

1979 yılı Irak Kürt hareketinde önemli hareketlenmelerin yaşandığı bir yıl olmuştur. Kasımda KDP’nin (Kürdistan Demokratik Partisi) 9. kongresi toplandı. Parti başkanlığına oğlu Mesut Barzani seçildi ve İran’ın Rezaiye kentinde bulunan karargahın Irak’ın kuzeyindeki Revanduz kentine taşınması kararı alındı. İran destekli KDP’nin Bağdat’la mücadeleyi şiddetlendirmek üzere Irak’a yerleşme kararı, biraz daha güneyde yer alan Süleymaniye kenti ve civarında 1964’te KDP’den ayrılan ve Celal Talabani tarafından kurulan Suriye destekli KYB’nin (Kürdistan Yurtseverler Birliği) etkinliğini sürdürdüğü hatırlandığında Kuzey Irak’ta gelecekte yaşanacak güç mücadelesinin başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

1979 yılı Türkiye’deki Kürt hareketi için de önemli bir dönemeç oldu. 1960’ın özgürlük ortamından yararlanarak iyice yaygınlaşan ve silahlanmaya başlayan Kürt hareketi, bu dönem içinde olmasa da 70’lerde kendi örgütünü kurdu. 1978’deki Kahramanmaraş olaylarından sonra Güneydoğu bölgesinde ilan edilen sıkı yönetim bu bölgeyi kendisine eylem alanı olarak seçen PKK’nın çalışmalarını zorlaştırınca Mayısta yurt dışına çıkma kararı alındı ve Temmuzda Abdullah Öcalan Suriye’ye geçti. Daha önce FKÖ ve Abu Cihad ile bağlantı kurulmuştu. Şam nezdinde yapılan girişimler sonucunda PKK’ya Bekaa Vadisinde bir yer verildi. Öcalan kısa sonra Suriye’yi terk ederek Lübnan’a geçti. Bir yandan Bekaa’da bulunan PKK’lılar Filistinli gerillalardan eğitim alırken, diğer yandan Talabani’yle kurulan bağlar sonuç veriyor ve KYB Libya’da PKK için mali yardım topluyordu. Böylece 1980’den itibaren bölgede yaşanacak güç boşluğunu doldurmak üzere mücadele edecek güçler bölgeye yerleşmiş oldular (ERHAN ve KÜRKÇÜOĞLU, 2003, s.130).

1980’de çıkan İran-Irak savaşı sadece savaşan tarafları değil, Türkiye’yi de etkiledi. Savaş süresince Türkiye tarafsız kaldı; ancak Bağdat yönetimi İran’la savaşabilmek için tüm kaynaklarını savaş cephesine kaydırdığından kuzeyde bir otorite boşluğu oluştu. Konjonktürden yararlanan KDP ve KYB peşmergeleri kuzeydeki bir çok bölgede denetimi ele geçirdiler. Gerek Irak’la savaşmakta olan İran gerek Irak’ın her alanda zayıflamasından yararlanarak Arap dünyasının liderliğini kazanmak isteyen Suriye bu durumun sürmesini sağlamak için Kürt örgütlerine maddi ve lojistik destek verdiler.

Gelişmeler üzerine Irak ile ilişkilerini geliştirmeye başlayan Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri de gerginleşiyordu. Türkiye PKK’nın Suriye’den destek alarak Lübnan’da faaliyetlerini sürdürmesinden son derece rahatsızdı. Mart 1983’te Şam’a düzenlenen ziyaretin ardından Türkiye tutumunu sertleştirdi ve eğer Suriye bu tutumunu sürdürürse güç kullanılabileceği mesajı verildi. Türkiye’nin bu tavrı karşısında Suriye geri adım atarak 1983 yılı sonunda PKK güçlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, kuzey Irak’a gönderdi.

PKK’nın Suriye’den ayrılarak kuzey Irak’a yerleşmesi Türkiye’yi rahatsız ediyordu. Irak ile yapılan görüşmelerin sonucunda Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından daha fazla petrol akıtılmasına ilişkin anlaşmanın hemen ardından Şubat 1983’te iki ülke arasında Sınır Güvenliği Ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. Söz konusu anlaşma iki devlete de birbirlerine önceden haber vermek koşuluyla birbirlerinin topraklarında sıcak takip yapma hakkını tanıyordu. Böylece, Türkiye PKK eylemlerine karşı yapacağı operasyonların hukuksal alt yapısını hazırlamış oluyordu. Nitekim Türkiye 26 Mayısta 7000 askerin katıldığı bir operasyon başlatarak Irak’ta yer alan Zaho ve Amadiye arasındaki bölgeye 5 km girdi. Aynı sırada Irak ordusu da güneyden kuzeye doğru bir harekat başlattı. Türkiye’nin kuzey Irak operasyonu sırasında PKK’dan çok daha fazla KDP ve KYB kampları zarar gördü. KDP, yaptığı açıklamada kendi güçleri yetersiz olan ve dikkatini İran’la savaşa yöneltmiş olan Irak’ın Kürt direnişini yok edemeyince Türkiye’den askeri destek aldığını ve zaten Türkiye’nin de amacının Irak Kürdistan’ındaki KDP üslerini vurmak olduğunu belirtti. KDP Ankara harekatını kınamakla kalmadı; Barzani Öcalan’a işbirliği önerdi ve Temmuz 1983’te KDP-PKK Dayanışma İlkeleri adı altında bir protokol imzalandı. Anlaşılan Türkiye’nin bölgeye müdahalede bulunması PKK ile diğer Kürt örgütlerini yakınlaştırıyordu.

Türkiye’nin dış politikası 1980’lerde PKK ya da Kürt faktörünü önemsemiyordu çünkü bu terör dönemin ikinci yarısında başlamıştı, küçük başarılar elde ettiği için kamuoyunun dikkatini çekmiyordu; ayrıca terör eylemi olduğu için açıkça Batı desteği alamıyordu. 12 Eylül yönetimi uyanmakta olan Kürt ayrılıkçılığına karşı da İslamiyet motifini

kullanmayı tercih etmişti. “80’li yıllar boyunca devlet Kürtleri bir Türk boyu.Kürt sorununu da yalnızca PKK terörü olarak algıladı. Devlet sorunu salt güvenlik sorunu olarak gördü, bölgenin az gelişmişliğinden kaynaklanan sosyo- ekonomik sorunları görmezden geldi. Doğal olarak önlemler de buna uygun önlemlerdi.

PKK, 84’ten itibaren siyasallaşmaya başlamıştı, 1985’te ise çoktan Türkiye içine sızmış durumdaydı.

PKK, 1985’te siyasal bürosu ERNK’yı (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) kurdu. Bu büro Türkiye’nin sert askeri önlemlerinden yararlanarak bölge halkını kazanma çalışması yürütmekle sorumlu olacaktı. Gerçekten de PKK’nın 1985’ten itibaren giderek kitleselleştiği görülecektir. PKK’yı Türkiye içine çeken nedenlerden biri de işte bu Ankara’nın bölge halkını itici politikaları, diğeri ise kuzey Irak’ta PKK ile Irak’lı Kürt peşmergeler arasında yaşanan silahlı çatışmalar sonucunda KDP’nin PKK ile ilişkilerini askıya almasıydı. PKK’nın bölgede güçlenmesinden rahatsız olan ve sıcak takip tehditleriyle Türkiye’nin baskısını üzerinde hisseden KDP, PKK’ya ilk uyarısını yaptı; örgüt ya Türkiye içine çekilecek ya daha güneye inerek bölgeyi terk edecekti.

Türkiye, 1986’da ikinci bir kuzey Irak operasyonu düzenledi. Bu operasyon KYB ve KDP arasındaki işbirliğini güçlendirdi, dayanışmayı artırdı. KDP gibi KYB de Tahran’dan mali yardım almaya başladı. Operasyon kuzey Irak Kürtleri arasındaki dayanışmayı artırken KDP -PKK ilişkisinin bozulmasında büyük rol oynamış oldu. “Türk uçaklarının bombalamasından büyük zarar gören KDP ve KYB artık PKK’nın yükünü taşımak istemiyordu.

PKK açısından KDP’nin boşluğunu KYB doldurdu ve 1988 yılında iki ülke arasında ittifak yapıldı. İttifakın ardından yapılan açıklamada eylem sahalarının kuzey Irakla sınırlı olmadığı, Türkiye’de de eylem yapabilecekleri belirtiliyordu (ERHAN ve KÜRKÇÜOĞLU, 2003, s.130-136).

PKK, 1990-1994 arasında Türkiye’nin en büyük iç ve dış sorunu haline geldi. Böylece Türkiye’nin söz konusu dönemdeki tüm dış politik açılımlarına etki etti. PKK’nın ülke içinde güçlenmesinin nedenlerini öncelikle Türkiye’de aramak gereklidir. Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu böylesi bir gelişimin nedenlerini şöyle açıklıyor; “12 Eylül yönetiminin cezaevlerinde izin verdiği işkencelere ek olarak uyguladığı Türkçü ve İslamcı Şartlandırmalara tepki sayesinde güçlenen PKK, aynı yönetimin güneydoğudaki insan hakları ihlalleri yüzünden gittikçe devlete yabancılaşan bölge halkını etkisi altına aldı”(ERHAN ve KÜRKÇÜOĞLU, 2003, s.219).

Güney doğuda uygulanan sert askeri önlemler, yürütülen bölgesel ya da bölge dışı operasyonlar her şeye rağmen 1993’te doruğa çıkan terör eylemlerini 94 sonlarına doğru durdurabilmişti.1997’ye gelindiğinde ise PKK terörü ya da Kürt Ayaklanması artık bütünüyle askeri denetim altına alınabilmişti.