• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.1.6. Küreselleşme Teorileri

1.1.6.5. Kuramların Değerlendirilmesi

Robetson’un küreselleşmeye yaklaşımı kültür eksenli olması nedeni ile küreselleşme süreci içinde dikkate alınması gereken siyasal, ekonomik olgu, ilişki ve sonuçlar konusunda fikir sahibi olması gereken araştırmacılara bir yöntem sunmakta eksik kalır (Özyurt, 2005:54).

Bauman’ın küreselleşmeye yaklaşımı için ilk söylenecek şey, onun küreselleşmeyi salt bilimsel ve kuramsal olarak ele almadığı ve insancıl değerleri ön plana çıkararak küreselleşmenin toplumsal sonuçları üzerinde durduğudur. Eleştirel yaklaşım açısından Bauman ile Wallerstein arasında belli bir oranda benzerlik görülebilir. Fakat Bauman’ın eleştirileri, hem kuramı haklı kılmanın sınırlayıcı etkilerinden hem de insanlığın belli bir kesimi ile ilgili olmanın sınırlayıcı etkilerinden uzaktır. Bauman’ın çalışmalarını Giddens ve Robertson’un çalışmalarından farklılaştıran şey ise, onun küreselleşme olgusuna bilim adamı kimliğinden daha çok bir “küresel aydın” kimliği ile yaklaşmakta oluşudur. Bauman’ın etik bir sorumluluk içinde “küresel tabakalaşma”, “küresel yoksulluk” gibi herkesi yakından ilgilendiren olgular üzerinde, yeni düşmanlıklara ve kamplaşmalara fırsat tanımayan bir tutum takınışı onun küresel aydın kimliğini öne çıkarmaktadır. Küreselleşmeyi, yapısal, ekonomik ve kültürel özellikleriyle açıklamaya çalışması, Bauman’ı diğer kuramcılardan ayırır.

Giddens, küreselleşmeyi modernlikle bağlantılı olarak açıklarken, 1980’lerde küreselleşme çalışmalarının ortaya çıkışını modernliğin radikalleşmesine; Batı-dışı modernliklerin gelişimine, bir başka deyişle modernliğin evrensel kabul görmesi ve tüm dünyada yeniden üretilmesine bağlar. Robertson, modernizmin hızlandırıcı etkilerini de kabul ederek, küreselleşmeyi daha çok düşünsel temellerle anlamaya çalışmakta ve tek

dünya bilincinin gelişimi olarak yorumlamaktadır. Wallerstein'in “dünya sistemi kuramı”, Batı’da ortaya çıkan kapitalizmin tüm dünya üzerinde kurduğu ekonomik bağlantılar üzerinde durarak, “kapitalist dünya-ekonomi”nin merkez, yarı çevre ve çevre olarak dünyayı ekonomik yönden bütünleştirmesi; bütünleşmenin giderek yoğunlaşması ve ekonomik bütünleşmeye katkıda bulunan maddi ve entelektüel araçlar üzerinde durur.

Bauman, küreselleşmenin tarihsel arka planından çok, günümüzde yaşanan sosyal sonuçları üzerinde durarak; ekonomi ve kültürün siyasetten ayrılarak küreselleştiği, siyasal alanın ise, parçalanarak ve zayıflayarak yerelleştiği günümüzde, küresel belirsizliklere ve ‘yenidünya düzensizliği’ne dikkat çeker (Özyurt, 2005:53).

Giddens, “düşünümsellik” kavramına verdiği aşırı değer ve dolayısıyla modernliğin üretmiş olduğu sorunların çözümünün yine modernlik içinde bulunacağı inancıyla, modernliğin evrimci biçimde algılanma geleneğinin yaşayan önemli temsilcileri arasında yer alır. Küreselleşmeye genel olarak olumlu ve umutlu bir bakışı vardır (Özyurt, 2005: 53).

Wallerstein’in “dünya sistemleri” kuramının en eksik yönü modern dönüşümlerin tek dayanak noktası olarak kapitalizmi görmesidir. Wallerstein, dünya sistemi kuramını açıklarken kapitalizmi dominat etken olarak gömüş ve kuramını kapitalizme dayandırarak açıklamıştır. Bu bağlamda dünya sistemler kuramı ağırlıklı olarak ekonomik etkilere dayanmaktadır ve ulus devlet gerçeğini yeterince dikkate almamıştır. Wallerstein aynı zamanda ekonomik farklılaşmaları kapitalist sistemle açıklarken siyasal ve askeri güçler konusunda yeterli açıklamalar yapmamıştır (Giddens,2006: 207). Wallerstein’ın “dünya sistemi” kuramıda küreselleşmeyi ekonomik çıkar arayışlarının dünya ölçeğinde yaygınlaşması ve bir “dünya sisteminin” kurulmasıyla açıklar. Siyasal ve kültürel küreselleşmeyi ekonomik küreselliğin bir sonucu olarak sunar ve merkez devletlerin ve sınıfların küreselleşme sürecinde elde ettiği çıkarları sergiler. Buna göre çıkar arayışlarının küreselleşme üzerinde önemli etkilerinin bulunmasına rağmen, küreselleşmeyi salt bu etkilerle açıklamanın toplumsal ilişkilerin anlamını daralttığını; toplumsal aktörlerin, kültürlerin ve değerlerin gücünü önemsizleştirdiğini söyleyebiliriz (Özyurt, 2005:53).

Özyurt’a (2005:55) göre bir bütün olarak küreselleşmenin çözümlenmesinde yetersizliklerin bulunmasına ragmen, toplumsal bütünleşme ve kimliğin oluşumunda kültürün ve ekonomik çıkar ilişkilerinin önemli oranda etkilerinin anlaşılması yönünde, Robertson ve Wallerstein’ın kuramları çeşitli yararlar sağlamakta; biri diğerinin eksiğini büyük ölçüde kapatmaktadır. Giddens’ın günümüzü radikal modernlik evresi olarak değerlendirmesi ve düşünümsellik kavramından hareketle gelecekle ilgili olumlu beklentilerinin olması uzun süre tartışılacaktır. Bununla birlikte, modern dönemin toplumsal yapısıyla ilgili çözümlemelerinin toplumsal bütünleşme ve kimlik üzerine yapılan çalışmalarda önemli veriler ve kuramsal dayanaklar sunacağı görülmektedir. 1.2. Kimlik

İnsan kendisini ve ya başkasını düşünürken iki değişik sorunun cevabını arar. Bu sorulardan biri “ben nasıl bir insanım”? Diğeri ise “ben kimim? Bu sorulardan ilki “benlik”, ikincisi ise “kimlik” ile ilgilidir. Benlik kişiyi özelliklerine göre tanımlayan, kişiyi diğer kişilerden ayırt eden ve kişiler arası farklılıkları vurgulayan bir kavramken, kimlik kavramı, kişiyi toplum içerisinde belli konumlara yerleştirir. Kişinin benliği farklı zaman ve ortamlarda farklı kişilerce farklı biçimde tanımlanır. Kişinin çok sayıda kimliği olabilir. Bu bağlamda hem benlik hemde kimlik dinamik bir nitelik taşır (Hortaçsu, 2007:11; Onur, 2008:411).

Benlik, daha çok kişilerin gözle görülebilen (siyah saçlı, ela gözlü) ve davranışlarından çıkarılan (çalışkan, dürüst) kişilik özellikleridir. Kişiyi bu sözlerle tanımlama onun belirgin özelliklerini öne çıkarır ve onu diğer kişilerden ayırt etmeyi sağlar. Kimlik ise kişinin toplumda belli özelliklerini ve işlevlerini çağrıştıran kategorileri, sınıflandırmaları (baba, öğretmen, Ankaralı) içerir. Kişinin böyle kategorilerle tanımlanması onun bireysel özelliklerini arka plana iter. Bu bağlamda kimlik kişiyi belli rol veya grubun özellikleriyle tanımlar (Hortaçsu, 2007:12).

Günümüz de en popüler kavramlarından biri olan kimlik, uzun bir tarihçesi ve arkaplanı olmasına rağmen, 20. yüzyıla kadar popüler bir terim olarak kullanılmamıştır. İngilizcedeki karşılığı “identity”, Fransızcada ki karşılığı ise “identite” olan “kimlik”, kısaca aynılığı/benzerliği ve sürekliliği içeren Latince “idem” kökünden gelen bir kavramdır. İngilizcedeki 'identity' sözcüğünün zihinde uyandırdığı kavram. Türkçedeki özdeşlik sözcüğünün zihinde uyandırdığı kavrama daha yakındır. Zira kimlik sözcüğü

tekil bir bütünlüğün varlığını çağrıştırırken, özdeşlik sözcüğü birbirinin aynısıdır. Aslında aynı olan iki bütünlüğün varlığını çağrıştırmaktadır. Bu iki bütünlükten biri ya da diğeri bir birey, somut bir nesne veya soyut bir kavram olabilir. Önemli olan, bu iki bütünlüğün en az tek bir özellikleri itibari ile tam olarak aynı olmalarıdır (Türkdoğan, 1998:74). Kısaca, kimlik bir tanımlamadır ve tanıma konu olan şeyin ve şüphesiz özellikle insanın veya insan topluluğunun başkalarıyla olan aynılıklarını-benzerliklerini ifade eder. İnsanın kendisini, kendi gözünde ve diğerlerinin aynasında nasıl gördüğünü dile getirir; bireyin kendisini toplumsal bir çevrede tanımlamasını ve konumlandırmasını içerir (Vatandaş, 2004:16). “Kimlik genel anlamda kişinin toplumsal, politik ve kültürel varlığını tanımlayan, ona başkalarından farklılık veya başkalrına benzerlik kazandıran yapı yada niteliktir” (Cevizci, 2010:940).

Kimlik, “hayattaki duruş yerimizi bildiren özelliklerin bir toplamıdır. İnsanlar toplum hayatında kimlikleriyle yer alırlar. Toplumsal ilişkilerde, meslek, gelir, yaş, cinsiyet gibi kimliğe ilişkin bazı ölçütlere atıfta bulunulur. Bunların yanı sıra dürüstlük, kabiliyet, cesaret, hoşgörü yardım severlik gibi daha görece değerler de kimliğin belirlenmesin de etken faktörlerdir. Kimlik kavramını kişinin kendisini nasıl tanımladığı ve toplumun kişiyi nasıl tanımladığı açısından iki şekilde ele almak mümkündür: Burada önemli nokta şudur; her ne kadar toplum bireyi belli bir kimlikle tanımlıyorsa da birey kendini söz konusu kimliği oluşturan topluluğa dahil hissetmiyorsa, o kimliğe sahip olduğu söylenemez. Toplum, kimliğin oluşumunda, kişiye birçok seçenek sunar. Birey ise kendi istek ve iradesiyle bir seçim yapar ve kendini bir kimlikle tanımlar. Bu seçimi yaparken kişi, çok da özgür değildir; çünkü toplum genel kabullerinden, değer yargılarından bağımsız bir seçim yapamaz. Kişinin sosyal hayatında kendini tek bir kimlikle ifade etme zorunluluğu yoktur. Örneğin; bir insan hem Türk, hem Müslüman, hem erkek ve ya kadın kimliğinde olabilir. Bu kimliklerin her biri farklı platformlarda ön plana çıkabilir. Danimarka’daki karikatür krizinde Müslüman kimlik unsuru öne çıkarken, Ermeni soykırım iddiaları karşısında Türk kimlik unsurunun öne çıkması doğaldır. Dini unsurlar, hemen her toplumda siyasi ve sosyal bir sorumluluk yüklenerek farklı bir kimliğin oluşmasına yol açabilmektedir (Gül, 2000:20-23).

Kimlik; bir özneyi tanımlamak için gerekli olan unsurların tümünü ve buna ek olarak aynılıkla ilgili olan ve içten gelen bir duyguyu ifade eder. Bu duygu, var olma iradesi

tarafından oluşturulur ve birlik, bağlantı, aynılık, özerklik gibi değerler ile ilgili daha alt kategorideki diğer bir dizi duyguların toplamını teşkil eder (Vatandaş, 2004:16). Kimlik kavramı, bir kişi veya grubun kendini tanımlama ve diğer kişi veya gruplara göre konumlama konusunda verdiği cevapların bütününü ifade etmektedir. Bu cümleden hareketle kimlik, bir yandan bir resim, öte yandan bir adrestir. Cinsel, etnik ve dinî ve bütün kolektif olanlar da dâhil olmak üzere, tüm kimlikler doğal değil, kültüreldir; özsel değil kurgusaldır. Normal olarak insanlar birbiriyle ilişki içinde bulunan, çoklu kimliklere sahiptir. Etnik gruplar, dinî cemaatler, milliyet, memleket, cinsiyet, yaş, meslek grupları, ailedeki roller, spor takımları ve bunlar gibi insanların aidiyetlerini belirten tüm gruplar bir kimlik ifade edebilir. Kimlik, kelime kuruluşundan görebileceğimiz gibi en derin anlamıyla kim olduğumuza ilişkindir. Kendimize ben kimim diye sorduğumuzda vereceğimiz her cevap kimliğimizi ortaya koyar. Biz toplumsal ilişkilerimizi kimliklerimiz ve onların tayin ettiği roller çerçevesinde kurarız. Dâhil olduğumuz her ilişkinin talep ettiği bir kimlik biçimi vardır. Markete giderken müşteri, okula giderken ya öğrenci ya da hoca, eve giderken eş, baba, oğul, kız gibi kimliklerimiz ve bunlara karşılık gelen rollerimiz vardır (Bostancı, 2006:100).

Bireyin sahip olduğu kimliklerden bazıları ihtiyaca ve duruma göre öteki kimliklerden daha önemli bir hale gelebilir. Ayrıca bireyin böyle bir durumla karşılaştığında, ön plana çıkan kimliğinin, çoğu zaman en fazla saldırıya uğrayan kimlik olduğu görülmektedir. Örneğin, birey inancının tehdit altında olduğunu hissettiği durumda, bütün kimliklerini özetler gibi görünen şey dinsel kimlik olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat bireyin tehdit altındaki kimlik etnik olansa, kimlik sahibinin dindaşlarıyla dahi mücadele etmekten kaçınmadığı görülmektedir. Bu bağlamda kimlik duygusu, bir benzetmeyle söylemek gerekirse, “açık denizde yol alan gemiye yön gösteren pusula gibi” kabul edilmektedir (Güleç, 1992:15).

Kimlik, ferdin veya bir sosyal gurubun çeşitli mensubiyetlerini açıklayan, onun tanınmasını sağlayan ve dış gözlemle kavranan ve tanımlanabilen özellikleridir. Kimlik; siyasî, dinî, aile soyu, meslekî ve sosyal mensubiyetleri yansıtır (Köseoğlu, 2002: 43). Ancak sözlük anlamıyla, nüfus kâğıdı, ehliyet, vb. belgeleri de kapsar. Bu açıdan her kültür aynı zamanda bir kimliktir. Kimlikle ilgili olarak yapılan yorumlarda iki temel anlayış tespit etmekteyiz. Bunlar, kavramı tanımlarken ya kültürü ya da ferdi temel

almaktadırlar. Kimliği ferdi temel alarak tanımlayanlara göre, kimlik tamamen bireysel konumdadır. Ayrıca insanların tek bir kimliği yoktur, bir insanın birden fazla kimliği vardır, bu kimliklerden birini (tarihin, coğrafyanın, maneviyatın harmanından oluşturdukları) öne çıkarma ideolojik bir belirlemedir. Bu bağlamda kimlik, tamamen bireysel bir konumdur (Kılıçbay, 1995b:145).

Kimlik kavramına “farklılaşma” olarak baktığımızda, diğerlerinden faklı olma ve benzememe temel özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu Mualouf, şöyle ifade etmektedir: “Kimliğim, beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir” (Maalouf, 2000:16).

Kimlik kavramı toplumun ve dolayısıylada sosyal sisteminin en temel ve en önemli kökenini oluşturmaktadır. Kimlik, bireylerin gerek kültürel gerekse yaşadıkları çevrelerdeki sosyal konum ve statülerinin karşılığı olan çok boyutlu, inanç, tutum, değer yargıları gibi yaşam biçimini sembolize eden bir kapsama sahiptir. Kimlik, yüzeysel olarak kısaca kişilerin ve çeşitli büyüklük ve nitelikteki toplumsal grupların “kimsiniz, kimlerdensiniz”? Sorusuna verdikleri cevaplardır (Güvenç, 1993:3). Bu soruyla karşı karşıya kalanların kendilerine sordukları “ben kimim?” sorusunun kaynağı hayatı sorunsallaştırma biçimi olarak yaşamın içine aks etmektedir. Bireyin kim olduğuna dair sorulan sorulara verilen cevaplar, her şeyden önce sosyal bir ağ içinde oluşur. Kimliğimizi sarmalayan bu özellikler, toplumda yaşayan diğer bireylerle girdiğimiz sosyal ilişkiler ve etkileşimler içinde oluşan niteliklerdir. Bu sosyal ilişkiler temelinde kimlik, kültür içinde biçimlenir (Karaduman, 2010:2886).

Bilgin, (2007:78) kimliği bir kişi veya grubun kendisini tanımlaması ve kendini diğer kişi ve gruplar arasında konumlaması olarak tanımlar. Ona göre kimlik kavramı, psikolojik düzeyde, bir kişinin kendini o kişi olarak tanımlaması olarak nitelendirilebilir. Burada kimlik, kendimiz hakkında sahip olduğumuz çeşitli temsilleri (görüşler, tanımlar, imajlar, bilgiler vs.) kapsamaktadır. Dolayısıyla kimlik insanın kendini kavrayışının bir ifadesidir. Kendinin bilincine varmak, belirli bir anda aniden ortaya çıkan veya miras alınan değişmez bir kavrayış değil, insanın gelişim süreci boyunca diğerleriyle etkileşim içinde öğrenilen, geliştirilen bir kavrayış ve kazanımlardır

Smith'e (2005:323-324) göre ise; "Kimlik, ya bireysel ya da kolektif olarak kendilerinin ne olduğunu düşünen insanların kim olduğunu ve bunun kültürel olarak nasıl kurulduğunu ifade eder. “Farklılık'a ilişkin fikirler, çeşitli insan kimliği ve deneyim biçimlerini kavramaya çalışır. Bu hemen hemen her zaman “evrensel” olana karşıttır". Kimlik, küresel ve yerel materyal, tarihi ve kültürel söylemler ve koşullar ile deneyimler bağlamında sürekli olarak kurulan, sahip çıkılan, üstlenilen, bir yandan güven ve özdeşleşme hissini temin etmeye yönelik olarak konumlama istemi ile öte yandan farklı öğeler arasında süregelen müzakereler ve etkileşimler sonucu ortaya çıkan gerilimin biçimlendirdiği aidiyet tasarımı olarak tanımlanabilir (Karaduman, 2010:2887).

Kimlik, çok boyutlu ve çeşitli bir kavramdır. İnsanlar birden fazla kimliğe sahip olabilirler. Hepimiz, içimizde bağlılık için savaşan, potansiyel olarak çelişik bir dizi kimlikle yaşarız. Erkek-kadın, normal ya da eşcinsel, milliyetçi, çevreci, Asyalı ya da Avrupalı... Bu liste dilediğimiz kadar uzatılabilir, dolayısıyla muhtemel aidiyetlerimiz de bu şekildedir... Dolayısıyla kimlik, bazı insanlarla nelerinizin ortak olduğuna ve sizi başkalarından neyin farklılaştırdığına ilişkin ait olma sorunudur. Kimlik içinde çeşitli soruları barındıran bir sorunsaldır. Bu durumda soruların odak noktasında, “bireyin kendisini ne olarak tanımladığı ve konumlandırdığı ya da “kendisini diğerlerinden ayırt eden özelliklerin neler olduğu” bulunur. Bu soruların özünde yatan şey ait olma ihtiyacıdır. Aitlik, kişinin özsaygısını yükseltebilmek adına önemli bir ihtiyaçtır. Bir grup aidiyeti temelinde oluşan kolektif kimlikler, beraberinde bağlanmayı ve bütünleşmeyi getirir. Sosyal ilişkilerin devamlılığın sağlanmasında kimlik, bu anlamda insanları bir arada tutan bir sosyal bağ ve çimento özelliği gösteren bir nitelik taşır (Karaduman, 2010:2887).

En temel düzeyde kimlikler, Smith’in (2002:139) de önerdiği gibi; iki boyutta incelenebilir; Bireysel ve kolektif kimlikler. Bireysel kimlikler çok yönlü (aile, toplumsal cinsiyet, sınıf, bölge, din, etnik ve millet) ve sıklıkla durumsal olup, farklı zamanlarda koşullara bağlı olarak önem dereceleri değişen kimliklerdir. Bununla birlikte, kolektif kimlikler, (etnik ve milli bağlar) çoğu zaman “durumsal” değil, “kapsayıcı”dır. Kolektif düzeyde önemli olan, bireylerin seçenek ve hisleri değil, kolektif bağın niteliğidir. Kolektif kimliğin versiyonlarından olan etnik, dinsel ve ulusal kimliklerin esasında, farklılaşma eğilimi yatmaktadır. Diğer gruplardan farklarını ortaya koymaya çalışan kolektif kimlik, sosyal kimliklerin topluluk düzeyindeki ifadesi şeklinde nitelendirilebilir. “Bireysel ve kolektif kimlik ihtiyacı, bir kişi veya grubun kendisinde duyduğu ve duyurmaya çalıştığı bir ihtiyaç olmaktan ziyade, toplumsal yapı ve örgütlenmelerle, çevresel norm ve değerlerle, dünyanın ve çağın havasıyla ilişkili olarak gelişen ve yaşanan bir ihtiyaçtır. Kimliklerin bu bağlamsal özelliği, birey ve

grupların kimliklerinde bir değişkenlik olarak yansırken, öte yandan kimliklerde bir çeşitlenmeye yol açmakta ve kimlikler çoklu birlik olarak görünmektedir. Nasıl ki, bireysel kimliklerin oluşumu ancak kişiler arası ilişkiler bağlamında mümkünse, kolektif kimliklerin oluşumu da gruplar arası ilişkiler bağlamında söz konusudur (Bilgin, 2007:14). Bireysel ya da kolektif kimlik arayışı, değişen bir dünyada güvenli bir liman arayışı olarak özetlenebilir. Üzerimize doğru patlayan bu üst üste yığılmış mekansal imgeler kimliği önemli bir konu haline getirir. Çünkü herkes kendini başkalarından ayıran bir mekanı işgal eder (bir beden, bir oda, bir ev, insanı biçimlendiren bir topluluk, bir ülke); kendimizi başkalarından değerlerimiz kimliğimizi belirler. (Karaduman, 2010:2888).

Hall’a göre kimlik; “daima kısmen bir anlatı, kısmen bir tür temsildir. Kimlik, dışarıda biçimlenen ve sonra bizim hakkında öyküler anlattığımız bir şey değildir. Kişinin kendi benliğinde öykülenen bir şeydir”. Kimlik, daima müdahaleyi kaldırmak için duyguların süregelen kavrayışına ve çeşitliliği sağlamak için ruh, kendi ve cisim kavramlarına başvurmasının gerçek dışı hayaline atfedilir (Hall, 1998:72).

Türkdoğan'a, (1998:75) göre, kimlik ya da özdeşlik konusunu günümüzde sosyologlar için ilginç kılan gelişme, bireylerin artık kendilerini sadece bir başkası ya da bir grup veya bir kategori ile özdeşleştirmekle yetinmemeleridir. Fakat kendileri ile o bütünler arasındaki bağlantıyı mümkün kılan instruman ile kendilerini özdeşleştirmeye başlamış olmalarıdır. Ona göre; “bu dolayım, bu instruman bireyin etnisi ise, örneğin bir Türk kendini artık sadece diğer Türk'lerle 'tam aynı görmenin ötesine gidip kendini “Türklük” “Türk olma” dolayımının kendisi ile özdeş görmekte ve kendini sonuçta “Türk” olarak tanımlamaktadır. Bu dolayım, bu instruman bireyin dini ise, örneğin bir Müslüman kendini artık diğer Müslümanlarla “tam aynı” görmenin ötesine gidip, kendini Müslüman olma, Müslümanlık dolayımı ile özdeş görmekte ve kendini sonuçta “Müslüman” olarak tanımlamaktadır".

Felsefî bakımdan kimlik ise, konuşan ve düşünen bir varlığın bizzat kendisiyle, varoluş şartlarının ve çeşitli hallerinin değişmesi esnasında yahut farklı realitelerde ve görüşlerdeki şu veya bu ilişkilerde benzer ve farklı değerde süreklilik, devamlılık gösterebilmesidir. Bu, insanın kendisine olan şuurunu ifade etmektedir. Hegel "Varlık ve kendilik şuuru aynı özdür" derken kimlik kavramı ile ilgili olarak, insanın özüyle

birliği ve özdeşliğini bahis konusu yapmaktadır. Hem sözlük anlamlarıyla, hem de felsefi ve psikolojik ve sosyolojik tanımlarıyla kimlik kavramı, bireyin evren içerisinde kendini konumlandırdığı ontolojik zemine ve toplum içerisindeki sosyal role atıfta bulunmaktadır. Buna göre kimlik, ontolojik tanımlamalarla ortaya çıkan ve bireyin sosyal ilişkilerinde anlamını bulan bir gerçekliktir. (Asman, 2001:134).

Sosyal gerçekliği algılamada ve anlamlandırmada birer filtre görevi gördüğünü kolaylıkla söyleyebildiğimiz kimlik olgusu, toplumsal bir inşa sürecine işaret eder. Kimliğin yapılanması uzun bir süreç olduğu kadar, değişken de bir süreçtir. Sonuçta tarihsel, psiko-sosyal süreçlere bağlı olarak inşa edilen kimlikler bu nedenle “özsel gerçeklikten uzaktır ve esnek ve geçişken bir karakteristiğe sahiptir” diyebiliriz.