• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.2.3. Kimliğin Özellikleri

1.2.3.3. Kimliğin Objektif Öğeye ve Sübjektif Bilince Sahip Olması

Kimlik zaman içerisinde bu objektif ve subjektif öğelerle gelişir. Hiç bir ortak yanı bulunmayan, hiç bir şey paylaşmayan insanların bir grup kimliği oluşturmaları mümkün olmamaktadır. Bu nedenle de objektif öğeler ve sübjektif bilinç kimliğin önemli iki bileşeni olarak kabul edilmektedir. Dil, din, mit, tarih, coğrafya, yaşam pratiği, gelenek ve görenekler gibi objektif özelliklerin içselleştirilmesinin yanında, sübjektif bir bilinçle

bireylerin aynı unsurları paylaştıklarının farkında olmaları da gerekmektedir. Yani, kimlik, insan topluluklarına özgü bir varoluş olgusu olarak zaman içinde etkisini gösteren objektif ve sübjektif unsurlarla gelişmektedir. Ayrıca bu iki özellik birbirinden bağımsız düşünülememektedir; çünkü objektif özelliklerin varlığı, sübjektif bilincin de kendiliğinden kısmen ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu nedenle de objektif öğelere sahip bir kimlik grubunun sübjektif bir bilince sahip olmama gibi bir sorun yaşaması mümkün görünmemektedir. Meydana gelebilecek sorunlar, objektif öğelere sahip kimlik grubunun sübjektif bilince ne ölçüde sahip olup olmadığı hakkında ortaya çıkmaktadır (Canpolat, 1998:1; İnanç, 2006:21).

Dağı, objektif unsurlar ve sübjektif bilinç hakkında yaptığı belirlemede, “ulusal kimlik ortak dil, kültür, din, coğrafya ve tarih gibi öğelere dayansa da öteki ile temasın özel tarihidir ki, bir ulusu diğerlerinden farklılaştırır, eşsizleştirir” demektedir. Burada Dağı “öteki” ile temastan, ağırlıklı olarak savaşları kastetmektedir. Çünkü Dağı’ ya göre, bireysel kimlikler büyük ölçüde savaşlarla kolektif bir kimliğe dönüşmekte; birey, ulus ve devlet arasında kader ve duyuş birliği yaratılmaktadır. Yaratılan bu kader ve duyuş birliği, ortak dil, kültür, coğrafya ve tarih gibi öğelerden oluşan objektif unsurların ihtiyaç duyduğu sübjektif bilinçle çok yakın bir ilişki içerisinde bulunmaktadır. Bireylerin, Dağı’nın bahsetmiş olduğu kader ve duyuş birliğini savaşlar yardımıyla ortaya koyabilmeleri için, ortak dil, kültür, coğrafya ve tarih gibi ortak öğelere sahip olduklarının bilincinde olmaları gerekmektedir (Dağı, 2002:49; İnanç, 2006:20-21). 1.2.3.4. Kimlik Benzerlik ve Farklılık Esasına Dayanır

Kimliğin oluşumu aynı anda hem kapsayıcı hem de dışlayıcı bir süreçtir (Dağı, 2002: 46). Bu nedenle, kimlik edinen, farklı gördüklerini ötekileştirerek dışlarken, kendisiyle özdeş kabul ettiklerine de kucak açarak kimliğini inşa etmektedir. Kılıçbay’a göre kimlik; bu açıdan bir ayrışma değil, bir aynılaşma göstergesi olarak kabul edilmektedir (Kılıçbay, 2003:155). Yani bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, kimlik edinen, kimlik verenin değerlerini içselleştirerek öteki kimlikleri kapsam dışı bırakmaktadır. Paylaşılan bu değerlere örnek olarak yaşam tarzı, tarihsel tecrübe, gelenekler, görenekler ve özlemler verilebilmektedir.

Kimlik içermenin olduğu kadar dışlanmanın da ürünüdür. Bu noktadan hareketle etnik grubu öbür gruplar açısından tanımlayan şey, araya konulmuş olan toplumsal sınırlardır.

Bu yönüyle bakıldığında kolektif kimlik bellek süreçlerine bağlıdır. Herhangi bir grubun üyeleri kendilerini ortak geçmişlerinin aralarına dayanarak tanımlarlar. Bu bağlamda ulusal kimlik kolektif kimliğin özgül bir biçimidir. (Morley ve Robins, 1997: 74).

Hall’e göre (1998:41); “öteki ve biz ilişkisi, birbirini tamamlayan bir ilişkidir”. “Öteki”’ni dışlarken, “biz”’i, “biz”’i oluştururken de, “öteki”’ni biçimlendiririz. Biz, kendisinin nerede olduğunu, ne olduğunu bilir ve geri kalan her şeyi, buna göre konumlandırır. Kimlik gelişimi, ötekilere uygun yanıtlar bulabilme çabasına bağlıdır. Giddens’ın da aktardığı gibi, kişinin benliğini yitirip, kültür kalıplarının sunduğu kimliklerin benimsenmesinden söz etmiştir. Kültür söylem ile yansıtılır. Toplumsal yaşam, bu sürekli devingen söylem üretim ve yorumlama işlemleriyle akarken, özneler ortama göre konum ve yaşantılarını birey olarak korumak ya da yitirmek arasında sürdürürler (Ilgın, 2003:291). Sonuçta kimlik, ötekilerle kurulan ilişkilerle varlığını sürdürür. “Bu yönüyle öteki, varlığıyla potansiyel bir tehdit ve çatışma kaynağı olarak kolektif kimliğin kendini keşfetmesini sağlar” (Bostancı, 1999:38). Ötekilik, her şeyden önce, asgari bir benzerlik gerektirir; çünkü bu benzerlik, farklılaşırken kendini tanımak, onda kendini bulmak için zorunludur. Bu farklılık ya da ötekilik, bizim negatif garantimiz işlevindedir ve bizim kendimizi muhafaza edebilmemiz için, onun kendi yerinde durması gerekir. Kısaca öteki ilke olarak bize şu veya bu ölçüde karşıt bir konumda olmak zorunda olduğundan, biz’in yüceltilmesi onun alçaltılmasını içermektedir (Bilgin, 2007:179). Derrida’ya göre kimlik iki unsurdan ibarettir: “Tanımlayan ve tanımlanan”. Kimlik, anlamını ne olmadığından elde edilen bir değişim ve ötekilik ifadesidir. Nitekim Derrida’ya göre; “tüm kimlikler bir kimlik kategorisi oluşturduğunu ve bunun aynılıktan ve özdeşlikten kaynaklandığını, ama öte yandan farkında olmadan bu tanım yapılırken kendinden farklı bir kimlikte bütünleştirildiğini ve bu ikinci kimliğin de ayrılık yani kişinin kendini karşısındakine göre konumlandırmasından kaynaklandığını” ifade etmektedir. Eğer kimlik, sadece “ötekilik” üzerine kurgulanır, öteki yadsınır, göz ardı edilir ve farklılık çizgisi provakatif ve düşmanca çizgilerle çizilirse, bu tanım “öteki”ni yok etmeye, inkâra, aşağılamaya ve çatışmaya yol açar. Bu durum kimlik tanımlamasıyla ilgili iki gerçekliği açıkça ortaya koyar. Bu açıdan, tanımlayanın benzer parametrelere vurgu yaparak kendisiyle özdeş kabul ettiklerine kucak açarken farklı gördüklerini dışlar ve ötekileştirir (Derrida ve diğ. 2003:26-27).