• Sonuç bulunamadı

B. KAPSAM VE YÖNTEM

VI. Çalışmanın Niteliği

4.2. Geleneksel İslam Anlayışında Olumsuz Kadın Algısının Oluşmasında Etkenler

4.2.3. Klasik Literatürde Olumsuz Kadın İmajı

İslami Kaynaklardan toplumda en yaygın ve itibar gören Gazali ‘nin İhya’ u Ulum’id-Din adlı eserini incelediğimizde klasik metinlerde kadın konusunun nasıl işlendiğini ve genel olarak kadına nasıl bakıldığına dair ciddi veriler elde etmek mümkündür.

Nikâh akdi bölümünde, evlenmeye engel durumlar, evlenilecek kadında aranılacak özellikler, kadının güzel huylu olması, kadının yüzünün güzelliği vb. başlıkların tamamı kadına yönelik değerlendirmeler ve bu değerlendirmeler yapılırken de sadece kadın üzerinden gidilmekte, erkeğe uygun bir kadın portresi çizilip, erkeğe dair olumsuz herhangi bir değerlendirme yapılmamaktadır. Bütün

71

kusurların kadına yüklenip erkeğin aklanıp paklandığı bir düşünce biçimini görmek mümkündür.174

Kitabın devamındaki bölümlerde ise yapılan değerlendirmeler yine kadının eksikliği üzerinden devam etmektedir. Kocanın görevleri adlı başlık altında bile yapılan değerlendirmeler de yine olumsuz kadın düşüncesi üzerinden gitmektedir. Kadınla iyi geçinmek bahsinde; “akılları eksik olduğu için kadınlara acıyıp sıkıntılarına katlanmak, kendilerine güzel muamelede bulunmak kocanın dikkat edeceği hususlardan bir diğeridir.”175

Aynı konunun devamında bir kaynağının belli olmadığı bir hadis göstererek değerlendirmesi yine aynı minval üzerinde devam etmektedir.

Peygamber (s.a.v) buyuruyor; “Hanımın kötü huyuna karşı tahammül gösteren erkeğe Allah Teâla maruz kaldığı belalara katlanan Eyyüp peygambere verdiği sevap gibi sevap verir. Kocasının kötü ahlakına karşı sabır gösteren kadına da Allah Teâla Firavunun kadını Asiye’ye verdiği sevap gibi sevap verir.”

Burada şu noktayı iyi bilmelisin: kadınlara eza ve cefa etmemek güzel ahlak değildir. Güzel ahlak, Resul-i Ekrem’e uyarak onların cefalarına katlanmak, kadının dik başlılık edip kızdığında kendisine yumuşak davranmaktır.176

Hadisin değerlendirmesine getirdiği yorum sadece kadın üzerinden gitmekte ve yine erkeğe dair herhangi bir değerlendirme yapılmamaktadır. Adeta hadisin geri kalan kısmı görülmemektedir.

Şakalaşıp oynaşma başlığı altında yapılan değerlendirmelerde kadın için pek iç acıcı görünmemektedir:

“Şakalaşmak, latife yapmak ve oynaşmak suretiyle kadınların cefalarına sabır göstermekte ileri gitmektir. Çünkü bu tür davranışlar onların gönüllerini hoş eder.

174

İmam Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II, Sıtkı Gülle (çev.), Huzur yayınları, İstanbul 2012, s.90- 100.

175

Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II, s.102. 176

Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II, s.103.; Bkz. İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Faruk Meyan(çev.), Bedir yayınları, İstanbul 1981, s.219.

72

Allah resulü hanımlarıyla şakalaşır, iş ve bazı tutumlarında onların akılları seviyesine inerdi.”177

İlişkilerde Siyaset başlığı altında kullanılan ifadelerde yukarıdaki ifadelerden pek farklı değil: “Şakalaşmakta, güzel geçinmede kadının ahlakını bozacak, kadının nazarında heybetini düşürecek bir noktaya varmamalı, hanımının arzularına uymakta aşırılığa kaçmamalı, itidali elden bırakmamalıdır. Çirkin gördüğü, hoş karşılamadığı bir hareket karşısında gerekli heybeti göstermeli, disiplinini ortaya koymalı, şeriatın uygun görmediği hususlarda izin kapısını asla açmamalıdır.”178

Bu düşüncelerini Hasan Basri’den aktardığı: “Yeminle söylüyorum! Hanımının isteklerine uyan kişiyi Allah yüzükoyun cehenneme atar.”179

Ayrıca aynı meyanda Hz. Ömer’den de şöyle bir rivayet aktarmaktadır: “Kadınlara danışın ama söylediklerinin tersini yapın.”180

Yine kaynağını belirtmediği bir hadisten örnek vermektedir. Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Karısına köle olan mahvolmuştur” bu rivayeti aktardıktan sonra da yaptığı yorum oldukça dikkat çekicidir.

Allah resulünün böyle söylemesinin nedeni şudur: çünkü kadının arzularına boyun eğen ona köle olmuş demektir. Köle olunca da hayatı mahvolmuş sayılır. Zira Allah Teâla kadının erkeğin tasarrufuna verdiği halde kadın erkeği tasarrufuna almış, hadise, ilahi kaza ters-yüz edilmiş, şeytanın buyruğuna boyun eğilmiştir. Çünkü şeytan Allah Teâla’ya: “Onlara, Allah’ın yarattığı şekli bozmalarını

emredeceğim.”181demiştir. Erkek uydu değildir, liderdir, peşinden gidilendir. Allah Teâla erkekleri kadınlara hâkim kişiler olarak nitelediği gibi kocayı “seyyid=bey efendi” sıfatıyla tavsif etmiş. Evet, efendi efendiliğini bırakıp emir altına girerse Allah’ın nimetini değiştirip nankörlük etmiş olur. Kadın kişinin nefsini andırır. Yularını birazcık salıverirsen seni epeyce azdırır. Ama yularını değil de başlığını

177

Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II ,s.105.; İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, s.220. 178

Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II, s.106. 179

Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II, s.106. 180

Gazali, İhya’u Ulum’id- Din II, s.106. 181

73

hafif gevşetirsen kısa bir mesafe için seni peşinden sürükler. Eğer ciddiyet isteyen yerlerde elinin üzerine tam koyarsan ona hâkim, malik olursun.182

Bu anlamdaki örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Ama konunun anlaşılması noktasında bunların yeterince fikir verdiğini düşünmekteyim. Neredeyse bütün örneklerde kadına dair olumsuz düşünceler mevcuttur.

182

74

İKİNCİ BÖLÜM

SOSYAL MEKAN

1.MEKÂNSAL DIŞLANMIŞLIK

“Kimi insanları kaybettiğimizde veya bir mekândan ya da bir cemaatten yoksun kaldığımızda basitçe katlandığımız şeyin geçici olduğunu, yasın biteceğini ve önceki düzenin yeniden bir şekilde kurulacağını düşünebiliriz. Ama belki de, katlandığımız şeye katlandığımızda kim olduğumuza dair bir şey çıkar, başkalarıyla bağlarımızın hatlarını çizen, bizi oluşturanın o bağlar olduğunu bize gösteren bir şey. Burada bağımsızca var olan bir “ben” varmış da sonra basitçe oradaki “sen”i kaybetmiş değildir. Özellikle de “sana” olan bağlılığım beni “ben” yapanın parçasıysa. Bu koşullarda seni kaybedersem, kaybımın yasını tutmanın yanı sıra kendime karşı anlaşılmaz oluveririm. Sensiz ben kimim? Bizi oluşturan bağların bazılarını kaybettiğimizde kim olduğumuzu ya da ne yapacağımızı bilemeyiz. Bir düzeyde “sen”i kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde “ben”im kaybolduğumu keşfederim. Bir başka düzeyde, belki de “sen”de kaybettiğim, hakkında hali hazırda kelime dağarcığım olmayan şey, münhasıran ne benden ne de senden oluşan, ama bu terimleri farklılaştıran ve ilişkilendiren bağ olarak kavranması gereken bir ilişkidir.

Kederin sergilediği şey başkalarıyla ilişkilerimizin, her zaman anlatıp açıklayamayacağımız şekillerde, kendimize dair sunmayı deneyeceğimiz özbilinçli anlatıları çoğu zaman kesintiye uğratan şekillerde, özerk ve denetim sahibi addettiğimiz kendilik mefhumumuza meydan okuyan şekillerde bizi esir ettiğidir. Bu durumda ne hissettiğime dair bir hikâye anlatmaya çalışabilirim ama bu, anlatmaya çalışan “ben”in ta kendisinin hikâyenin ortasında kalakaldığı, “ben”in kendisinin Ö- öteki’yle ilişkisi üzerinden sorgulandığı bir hikâye olmak zorundadır. Öteki’yle ilişki

75

belki beni tam anlamıyla dilsizleştirmez, ama sözlerimi karman çorman eder, konuşmamın çözülüp dağılmakta olduğunu gösterir. Seçtiğim ilişkilere dair bir hikâye anlatmaya koyulurum ve anlatımın bir noktasında, o ilişkilerin beni nasıl sıkıca kavrayıp çözdüğünü açığa çıkarmış olduğumu fark ederim. Anlatım, zorunlu olarak, bocalar.”183 diyor Judith Batler. Çalıştığım ve şuan da mevcut olmayan, samimiyetlerine, yaşamlarına, acılarına, kederlerine sevinçlerine şahit olduğum o insanların yaşadıkları mekânların olmayışı. Sokaklarında dolaştığım kederlendiğim, hüzünlendiğim, tebessümlerimin yüzümden eksik olmadığı mahalleleri bu şekilde anlatmak benim için gerekliydi. Benim hayatımın bir parçası olan ve anlam bulduğum bu mahalleler artık yok. Onların eksikliği benden de bir şeyler götürdü.

Diyarbakır’ın yoksul mahalleleri genellikle, Diyarbakır surlarının aşağı kısmında kalan bölümüdür. Bir sınır çizgisi olarak da algılayabileceğimiz surlar, zengin ile fakir, eğitimli ile eğitimsiz, güzel bir yaşama hakkına sahip olanların ve bu haktan mahrum olanların, suçlu ile masumların sınırlarını belirleyen sınır çizgisi görevini görmektedir. Yerel ağızda “beden dibi” olarak tanımlanan mahalleler, dar sokaklar, bir zamanlar yazın güneş ışınlarının girmesini engelleyip şehri serinleten, kışın sıcaklık kaybını sağlayan sokaklardır.

Bu mahalleler şehrin öteki yüzü gibidirler, şehrin diğer kısmında yaşayan insanlar tarafından pek görülmeyen, şehrin bütün günah yükünü omuzlarında taşıyan kadınlar, çocuklar ve gençler adeta buralarda toplanmışlardır. Bu mahallelere giren herkes, kentsel sıkışmışlık ve sosyal haklardan yoksun vatandaşların yaşam alanlarıyla karşılaşır. Önceleri şehrin en önemli yerleşim yeri olup hala “Eski Diyarbakır” olarak nitelenen bu mahalleler bir süre sonra şehrin dezavantajlı insanlarının toplandığı bir alan vazifesi görmeye başlamıştır.

İnce ve dar sokaklarla şehre eğreti bir biçimde bağlanan bu mahalleler, aynı zamanda dışarıdan gelenler için çok da tekin bir hava vermemektedir. Bu tekinsizlik sadece dışarıdan gelenlerle sınırlı değil, tersine kendileri için de aynı sorunu barındırmaktadır. Toplum tarafından “ötekileştirilen” bu mahallelerden geçerken korkuyla beraber bir ürperti içinizi sarar. Sur’un üst kısmından bu mahallelere

183

Judith Butler, Kırılgan Hayat Yasın ve Şiddetin Gücü, Başak Ertürk (çev.), Metis yayınları, İstanbul 2013, s.38-39.

76

geçerken adeta “bir ülkeden bir iç ülkeye” gider gibi bir hissi uyandırmaktadır. İki Şehrin Hikâyesi romanının sahnelerine şahit olmak mümkün. Sefaletle acıyla cebelleşen Fransaya denk gelen mahalleler ve bu durumun anlatılmaya çalışıldığı şehrin sermaye gücünün yerleştiği Londra’yı andıran zengin mahalleler.

Sınır olarak belirlenen surların öte tarafındaki insanlarla bunlar arasındaki fark çok belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Bir taraftan egemen olup şehrin sınıfsal ve düşünsel ayrıcalığını elinde bulunduran ve bu egemenliklerini sürdürmeye çalışırken bu mahallelerin varlığını kader haline getiren egemen sınıfın bulunduğu alanlar. Diğer taraftan egemen sınıfın kendileri için yazmış olduğu kaderi yaşayan insanların bulunduğu mekânlar olan bu mahalleler, aynı zamanda sosyal, ekonomik, eğitim ve kültürel anlamdaki uçurumun resmini sunarlar.184

Sınıfsal farklılık kendini mekânda göstermektedir. Bir failin ya da eşyanın fiziki uzamda yerleşik olduğu, “yer aldığı” ya da mevcut bulunduğu nokta olarak tanımlanan mekân185 kendisinde iskân eden kişilerin kendiliğinden sembolleştirilmiş hali olarak dönüşebilir. Hiyerarşik toplumlarda, kendisi hiyerarşik olmayan ve kendisinde toplumsal mesafelerin kendisinde az çok çarpık bir biçimde ifade bulmadığı hiçbir uzam yoktur.186

Şehrin bu iki kesimi arasındaki uçurumun mekânsal görüntüsü, içinde iskân ettikleri konutlar ile kendisini göstermektedir. Egemenin göstergesi lüks apartmanlar ve ezilenlerin mekânı daha sonra tanımlamaya çalışacağım yıkık ve gecekondu olarak tanımlanan evler. Gecekondu kaçak yapılıp tapusu yoktur; apartmanlar ise ruhsatlıdır, imar kurallarına uygun inşa edilmiştir. Gecekondu plansızdır;

184

Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Emir Aktan (çev.), Ankara 2011, s.46.;David Harvey, Sosyal Adalet ve Şihir, Mehmet Moralı (çev.), Metis yayınları, İstanbul 2013, s. 56. ; Andy Marrifield vd., Mekân Meselesi, Soner Torlak (çev.), Tekin yayınları, İstanbul 2012, s. 11.; David Harvey, Sermayenin Mekânları, Başak Kıcır-Deniz Koç- Kıvanç Tanrıyar- Seda Yüksel (çev.), Sel yayınları, İstanbul 2001, s.437. ; Bkz. Max Weber, Şehir Modern Kentin Oluşumu, Musa Ceylan (çev.), Yarın yayınları, İstanbul 2000.; Bkz. David Harvey, Asi Şehirler, Ayşe Deniz Temiz (çev.), Metis yayınları, İstanbul 2012, s.57.; Sema Erder, İstanbul’a Bir Kent

Kondu Ümraniye, İletişim yayınları, İstanbul2013, s.20.; Hanna Arendt, Totalitarizmin Kaynakları/2 Emperyalizm, Bahadır Sina Şener (çev.), İletişim yayınları, İstanbul 2014, s.50-

68. 185

Pierre Bourdieu vd, Dünyanın Sefaleti, Levent Ünsaldı, Aslı Sümer, Hatice Esra Mescioğlu, Özlem İlyas, Laçin Tutalar, Baran Öztürk, Zeynep Baykal, Özlem Akkaya (çev.), Heretik yayınları, Ankara 2015, s.224.

186

77

apartmanlar planlıdır. Gecekondu altyapıdan ve temel gereksinimlerden yoksundur; apartmanların alt yapı sorunları inşaat aşamasındayken çözülmüştür. Gecekondularda kente yeni göç etmişler, marjinal kesim yaşarken, apartmanlarda modern orta sınıf yaşamaktadır. Genelde, modernleşme sürecini, daha özelde de kentleşmeyi iki karşıtlık arasında uzanan düz bir çizgi olarak gören ve en net ifadesi ile vurgulanan ‘formel-enformel’ benzeri ayırımlarda gösteren yaklaşımlarda, apartmanlar bu karşıtlıklardan modern olanın simgesidir. Gecekondu nasıl kentleşmesinin enformel öğesini temsil ediyorsa, orta sınıfın yaşadığı apartman alanları da formel kesimin simgesi olarak kullanılmıştır. Kent araştırmalarının sözlüklerinde bu karşıtlığı ifade eden bir çok terim bulunmaktadır: formel-enformel konut piyasaları, ruhsatlı-kaçak konut alanları, planlı-plansız alanlar, hep bu karşıtlığı işaret eden terimlerin bir kısmıdır.187

Adına enformal mekân, varoş, getto, her ne söylersek söyleyelim bu mahalleler, kent içindeki eşitsizliğin bir göstergesi -egemen veya zengin kesimin mal, hizmet, bilgiye ulaşmayı ellerinde bulundururken- ve bu süreçten dışlanan kesim olarak kalmakta ve adeta bunlardan yoksunluğa mahkûm edilmektedirler. Bu durum iki kesim arasındaki uçurumu derinleştirmekte ve gittikçe birbirinden kopmasına sebebiyet vermektedir.188

Bu mahalleler kamusal hizmetlerin yetersiz olduğu, yani mesken açığının olduğu, yolların asfaltlanmadığı, içme suyu ve kanalizasyon hizmetinin sağlanmadığı, sağlık ve eğitim olanaklarının eksik karşılandığı mekânlardır. Bir yanda, en temel alt yapı hizmetlerinden bile yoksun durumdaki kentin çeperlerine olan bu mahalleler ve bu mahallede yaşama dair her türlü sıkıntıyı yaşayan yoksul ve yoksun insanlar, diğer yanda ise yüzme havuzlu, kültür ve alışveriş merkezli kent dışı sitelere yerleşen üst gelir gurupları ve yüksek alım gücüne sahip orta-sınıfların oluşturduğu kentsel manzara.189

187

Oğuz Işık, M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim yayınları, İstanbul 2001, s.103- 104.

188

Heidi Wedel, Siyaset ve Cinsiyet: İstanbul Gecekondularında Kadınların Siyasal Katılımı, Can Kurultay (çev.), Metis yayınları, İstanbul 2013, s.34.

189

Sevilay Kaygalak, Yeni Kentsel Yoksulluk Göç ve Yoksulluğun Mekânsal Yoğunlaşması,

78

Şehirden uzaklaşıp yeni bir yaşam alanı yaratanlar 1990’lı yılların üst sınıf konut projelerini benzersiz kılan birçok unsur bulunmaktadır. Bu projelerin hemen hepsinde kentteki mevcut yaşamdan farklı bir hayat tarzı meydana getirme, kentin olumsuzluklarından arınmış, korunaklı alanlar meydana getirme çabası ön plandadır. Bu projelerin hepsi, hem oralarda yaşayan toplumsal gruplar itibariyle hem de fiziksel yalıtım, sitelerin etrafına tel örgüler ya da sitelerin etrafına dışarıyla ilişkiyi tümüyle koparan duvarlar örülmesi noktasına ulaşmıştır. Kimi durumlarda sitelerin yalıtımı için kalın duvarlar yetmemiş, site girişlerinin özel güvenlik sistemleri ve kameraları yoluyla sıkı sıkıya denetlenmesi yoluna gidilmiştir.190

Üst sınıfların kurdukları içe kapalı yerleşimlere “korunaklı adacıklar”, “korunaklı bölgeler”, “villa gettoları”, “kurtarılmış bölgeler” ya da “yerleşim vahaları” gibi terimler önerilmektedir.191

Kentlerde zengin ve yoksul mahalleleri biçiminde ortaya çıkan mekânsal ayrışmalar, kentsel eşitsizlikleri arttırmakta ve yoksulluğu mekânsal olarak yoğunlaştırmaktadır. Ancak bu mekânsal farklılıkları ortaya çıkaran da toplumsal sınıf yapısının kendisidir. Sınıfsal ayrışmaların kentlerde mekânsal olarak karşılığını bulmasının nedeni, konut ile gelir arasındaki doğrudan ilişkidir. Dolayısıyla yeni kentsel yoksulluğun yaşama ve konut alanlarının niteliğinden kaynaklanan bir olgu olduğu söylenemez. Günlük hayatın devam ettiği mekânların niteliği, yeni kentsel yoksulluğu ortaya çıkaran değil, onu ağırlaştıran ve sürekli kılan bir etkiye sahiptir. Başka bir ifadeyle ‘mekânsal yoğunlaşma’ her ne kadar yeni kentsel yoksulluğun yeni bir özelliği olsa da bu olguyu açıklamada tek başına yeterli değildir. Aralarındaki ilişki bir nedensellik ilişkisinden ziyade, karşılıklı etkileşimler yaratan bir ilişkidir. Nitekim belli bir mekâna ait sosyo-kültürel yapı da, sınıfsal yapılanmayı yeniden üretmede önemli bir rol oynamaktadır.192 Egemen sınıfın iktidarını derinleştirirken, yoksul kesimin zihni algısına da bu kodlanmaktadır. Toplumsal uzam, hem uzamsal yapılara hem de kısmen de olsa bu yapıların cisimleşmesinin bir sonucu olarak üretilen zihin yapılarına kazılı halde olduğundan, bu uzam, iktidarın

190

Işık, Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, s.146-147. 191

Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, s.148. 192

Sevilay Kaygalak, Yeni Kentsel Yoksulluk Göç ve Yoksulluğun Mekânsal Yoğunlaşması,

79

şüphesiz en sinsi haliyle, şiddet olarak algılanmayan sembolik şiddet olarak ifade bulup icra edildiği mekanlardır.

İnsan-mekân ilişkisini çift taraflı bir dinamizm içinde düşünmek gerekiyor. Yani belirli davranış kalıplarını üreten, yaşamlarımıza sınırlar çizen, başkalarıyla olan ilişkilerimizi şekillendiren, bedenlerimizi belli formlara ve kıyafetlere sokma konusunda baskı yapan, başka bir ifadeyle, yaşamlarımıza ve bedenlerimize kendisini yazan, kazıyan aktif bir güce sahip alanlar.193

Lefebvre, “Mekânın Üretimi”( the Production of Space) adlı eserinde, mekânın hem sosyal sınıflar üreten hem de üretim aracı olarak işleyen özelliğinden söz etmektedir. Bu tespit, mekânın ilk defa ilişkisellik üzerinden düşünülmeye başladığı ana işaret eder. Daha sonra Lefebrve’ın mekân anlayışını temel olarak yapılan çalışmalar, mekânı nesnel ve maddi bir alan olarak tanımlayan algılama biçimi olarak görme yerine, çeşitli iktidar ilişkilerinin ve öznelliklerin mekân üretiminde ve düzenlenmesinde ne gibi roller oynadığına dikkat çektiler. Bu çalışmalar beden ve mekân arasındaki ilişkilerin durağan ya da sabit değil, bunun yerine sürekli değişen ve birbirini dönüştüren dinamik özelliğe vurgu yaptılar. Bedenleri mekânsız ve mekânları bedensiz düşünmemek bu dinamiğin temel noktasını oluşturuyor. Yani bedenler bir yandan kendilerini mekânlara kazıyıp yansıtırken, aynı zamanda mekânlar tarafından da fiziksel, toplumsal, cinsel ve söylemsel olarak üretiliyorlar. “Mekân” dediğimiz şey belirli bedenlerin kurulmasında aktif bir görev üstlenerek, öznelerin bedenselliklerin üzerinde derin izler bırakıyor. Bu yüzden de farklı mekânların ve sosyokültürel çevrelerin belirli psikolojiler, duygusallıklar ve somut davranış biçimleri yaratarak bedenleri nasıl ürettiğine ve şekillendirdiğine bakmak ehemmiyetli.194

Yoksulluğun mekânı olan bu mahalleler sadece birer mekân olarak değil, ayrıca yoksulluğun devredildiği ve sürekliliğinin sağlandığı mekânlar olarak işlev görürler. Bu mekânlar yoksulluğun her defasında başkalarına devredildiği

193

Aslı Zengin, İktidarın Mahremiyeti İstnbul’da Hayat Kadınları Seks İşçiliği ve Şiddet, Metis yayınları, İstanbul 2011, s.68.

194

Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, Işık Ergüden (çev.), Sel yayınları, İstanbul 2015, s.134. ; İrvin Cemil Schick, Bedeni, Toplumu Kainatı Yaratmak, Pelin Tünaydın (çev.),İletişim yayınları, İstanbul 2011, s.183.

80

mekânlardır. Bu döngü; “Nöbetleşe yoksulluk” kavramıyla tanımlanmıştır. Her türlü yerel kaynaktan beslenen ilişki ağları sayesinde kent yoksullarının yaşama stratejileri oluşturmaları, bu stratejilerin kendilerinden sonra gelenlerin sırtından yürütülmesi ve yoksulluğun bir şekilde onlara nakledilmesidir. Gecekonduların bir bölümü böylelikle kendi yoksulluklarını devredecekleri bir kesim bulduğunda, yoksulluktan kurtulabilmekte ve hatta zenginleşebilmekte; yoksulluğun devredildiği kesimler de daha düşük olmakla beraber belli bir hayat standardına erişip ve kendi yoksulluklarını devredecekleri başka bir arsa işgal turuna katılmayı bekleyerek yükselebilme umudunu taşımaktalar. Bu süreçte oluşan “başarı” kültürel temelde hareketliliği sağlayan ilişki ağları ile sağlanmaktadır. Yani iktisadi eylemlilik, kültürel temelde hareketliliğini arttırmakta; fakat aynı şekilde iktisadi başarının derecesi de ağların temelindeki kültürel oluşumları etkilemektedir.195

Bu mahallelerin, yoksul ve dezavantajlı insanların toplandığı alanlar olarak tanımlanması mümkündür. Bu dezavantajlı alanlar bir süre sonra “suç mahalli” olarak algılanarak Agamben’in tanımıyla “istisna” alanları haline gelmişlerdir. Agamben’in ifade ettiği gibi “istisna bir tür dışlamadır. Genel kuraldan dışlanan şey. Münferit/tekil bir durumdur. Fakat istisnanın en kendine has niteliği şudur: istisna olarak dışlanan şey, dışlandığından dolayı kuralla hiçbir ilişkisi kalmayan bir şey değildir. Tam tersine istisna olarak dışlanan şey, kurallara ilişkisini, kuralın askıya alınması biçiminde devam ettiriyor. “kuralın istisna üzerindeki geçerliliği, artık onun üzerinde uygulanmama ve ondan çekilme suretiyle devam ediyor.” Dolayısıyla istisnai durum, düzenin öncülü olan kaos değil, düzenin askıya alınmasından doğan bir durumdur. Bu anlamda istisna, gerçekten de, etimolojik kökeninin de gösterdiği gibi tamamen dışarıya terk edilen bir şey değil, dışarıda tutulan bir şeydir.196

Bu mahalleler, birer istisna mekânları işlevini görmektedir. İstisna haline getirilen bu mekânlar ve hayatlar, aynı zamanda toplumun diğer kesiminin