• Sonuç bulunamadı

B. KAPSAM VE YÖNTEM

VI. Çalışmanın Niteliği

1.2. Ben u Sen Mahallesi

1.2.4. Dil ve Kimlik

Çalıştığım alanda en temel problemlerden birisi hiç şüphesiz dil ve kimliğe dair tartışmalar ve bu iki konu etrafında oluşturulan değerlerdir. Zira kırsaldan kente göç eden kadınların en temel sorunu kendilerini ifade etme ya da edememe sorunudur. Burada konunu daha net anlaşılabilmesi için şu örneği vermekte fayda olduğunu düşünüyorum. Zorunlu göç nedeniyle köyden kente göç etmek zorunda kalan Atiye hanım yaşadığı durumu şöyle dile getirdi: “Biz köyden yeni gelmiştıx ben sekız aylıx hamileydım. Eşım çalışmaya gitmışti. Biz köyden yeni gelmiştıx ben hiç Türkçe bilmidım nereye gidecağımida bılmidım şehri tanımidım çünkü. Hamileydım ve çox sancım vardi avlumuzda amcamlar vardi ama ben utandım bişi söyleyemedim. Xestaxanaya gitmem gerekidi ama Türkçe bilmediğım için gitmedim. Sonra çocığımi düşük ettım. Belki xestaxanaya gitseydim çocığım kurtulurdi”

Diğer bir husus da kırsalın kendisine has ilişki biçimi ve bu çerçevede oluşan kimlik ile kente geldiğinde, kent kimliği karşısında uğradığı zorluklardır. Çalıştığım mahallede dil sorunu; en çok da “anadilde konuşma” veya “anadilde eğitim” biçiminde tezahür etmekteydi. Her şeyden önce anadilleri olmadığı halde kendilerini Türkçe konuşma zorunda hissetmeleri onlarda ciddi bir öfkeyle birlikte bir ezikliği de doğurmuştur.

Türkiye’de ulus devlet süreci ile birlikte Türkçe konuşmak, modern olmanın bir göstergesi olarak gösterilmiş ve bunun hayata geçirilmesi için çaba sarf

228

106

edilmiştir. Uluslaşma süreci, ülkenin bütününde tek dili, yani Türkçeyi zorunlu kılarken, yerelde konuşulan diğer dilleri ve bu dilleri konuşanlara dair de bir algı yaratmıştır. Bu da egemen yapıya ait dil konuşulduğunda imtiyaz ve modernliğin göstergesi olmakla birlikte, diğerleri üzerinde de ciddi bir baskıyla birlikte bir aşağılık kompleksini meydana getirmiştir. Köyünden, kentinden koparılmış, geldiği yerden konuştuğu dilin yasaklandığı, ya da aşağılandığı bu yeni mekân, onlar için izah edilmesi zor yeni durumları doğurmuştur.

Yerinden yurdundan edilmiş, anadilini konuşma ortamını yitirmiş, başka da dil bilmeyen bu kadınların yaşadıklarına dair bu güne kadar sağlıklı bir çalışma yürütülmediği gibi, bu durumun telafisi için de herhangi bir çaba gösterilmemiştir. Ülkemizde bu durum olduğu gibi, farklı coğrafyalarda benzer sorunları yaşayan diğer topluluklara dair Albert Memmi’nin şu değerlendirmesi önemlidir:

“Her hangi bir toplum zafer kazandığında, onda zafer kazanan şeyin, mahkûm ettiği imge olduğunu kabul eder. Bu nedenle, fiili zafer asla onu tatmin etmez; bu zaferi yasalara ve ahlak kurallarına da kaydetmesi gerekir. Bunun için de kendisini değil, ötekileri ikna etmesi gerekecektir. Diğer bir deyişle, zaferinden tümüyle yararlanabilmek için kendisini zaferinden ve bu zaferin kazanılma koşullarından aklanması gerekir. Bu da onun, zafer kazanmış biri için tuhaf olan ufak tefek şeyler üzerinde gayretkeş ısrarını açıklar: Tarihi yanıltmaya uğraşır, metinleri yeniden yazdırır, anıları yok eder. Bunu gerçekleştirebilmek için de bazı yol ve yöntemleri takip eder. Buna göre; bir yanıyla egemen toplumun sahip olduğu imkân ve imtiyazlar gösterilirken, diğer taraftan da öteki olarak kabul edilenlerin bahtsızlığı ve imtiyazdan uzak oluşlarının sürekli bir şekilde dile getirilmesidir. Aslında bu iki çaba birbirinden ayrılamaz. Zira bir yanıyla imtiyaz ve kazanımlara vurgu yapılırken, diğer taraftan ortaya çıkacak kayıplar ve imtiyazlardan uzak kalmanın doğuracağı sonuçlar tekrar edilecektir.”229

Ben u Sen kadın meclisi toplantılarında en çok tartışmanın yapıldığı alanlardan birisi de dile dairdir. Bu çerçevede yapılan toplantıların birisinde Koordinatör konuşmasını Türkçe yapınca kadınlardan birisi: “Sen dilinden

229

Albert Memmi, Sömürgecinin ve Sömürgeleştirilenlerin Portresi, Şen Süer (çev.), Versus yayınları, İstanbul 2014, s.67-68.

107

bahsediyorsun ama Türkçe konuşuyorsun. Biz sadece dilimizi istiyoruz başka hiçbir davamız yok” şeklinde ortaya koyduğu tepki, bu mahallede yaşayan kadınların ortak bir refleksi olarak görülebilir.

Zaman zaman dil konusu etrafında yürütülen tartışmalarda, konunun sadece Türkçeyi konuşabilip, konuşamayacağı ile sınırlandırılmaması gerektiği, kendi anadilinde konuşmanın kendileri için temel vazgeçilmez bir durum olduğundan hareket edilmektedir. Özellikle resmi kurumlarda hizmet alabilmenin zorunlu bir şartı olduğunu ve bu durumdan dolayı resmi kurumlarda kendilerini ifade edemedikleri için büyük zorluklar yaşadıklarını hemen hemen tamamı tarafından dile getirilen ve kabul edilen bir husustur. Orada bulunan teyzelerden birisinin şu ifadeleri bu durumu özetlemektedir: “Hastaneye gittiğimizde mecburuz konuşmaya Türkçe. Ben konuşamıyorum ancak biri bana yardım ediyor. Mesela doktora gittiğinde derdini nasıl anlatıyorsun. Bilmezsen seni hiç dinlemiyorlar.”

Dile dair kadınların yaklaşımlarının daha sağlıklı anlaşılması için şu örneği de burada aktarmayı gerekli görüyorum: “Bazen çarşıya gidiyorum. Türkçe konuşuyorum fark edince hemen Kürtçeye çeviriyorum. İkisinden de olduk aslında. Ne Türkçe ne de Kürtçe konuşabiliyoruz tam anlamıyla. Nereye gidersek Kürt olduğumuzu hemen belli ediyoruz. Eskişehir’e gitmiştik çalışmaya. Oradakiler bize diyordu ki sizin Kürt olduğunuz, Diyarbakırlı olduğunuz hemen belli oluyor. Bir şekilde kürtlüğümüzü gösteriyoruz. Anımsatıyoruz.”

Bütün benzer sorunu yaşayan toplumlarda olduğu gibi, bu mahallede yaşayan kadınlarda da her iki dili de iyi konuşamamanın kendilerinde yarattığı ezikliğin yanı sıra sıkıntıları da açık bir şekilde görülmektedir. Bu durumda olan kadınlarda kendi kimlik ve kişiliklerinin konuştukları dille ancak var olabileceği düşüncesinden hareketle, varlıklarının bir kanıtı olarak anadillerini gördüklerinden, bu konuda son derece hassas olduklarını ifade etmektedirler. Dilsel ikiliğe düşen bu insanlar, anadillerinden başka bir şeyle asla bundan kurtulamayacaklarını düşünürler; yani ne yazılan ne de okunan, yalnızca kesinlikten uzak ve ancak zayıf sözlü kültürün gelişmesine imkân tanıyan bir dilleri vardır.

108

Eğitimli küçük gruplar halkalarının dilini geliştirmekte elbette ısrarlı olurlar, akademik çabalarla geçmişin ihtişamını tekrar kazandırmaya çalışırlar. Ama bu dilin incelikli biçimlerinin günlük yaşamla bir ilişki yoktur ve sokaktaki adama tanıdık gelmez. Akademik açıdan bu durum, yalın olarak geçmişin bir yadigârı olarak nitelenmiş gibidir. Bu durumun peşinde koşanlar da rüyada yaşayan uyurgezerler gibi değerlendirilmektedir.

Kadınların kendi aralarındaki değerlendirmelerde, kendi konuştukları anadillerinin de kamu kurumlarında, hastanelerde, posta hizmetlerinde ve sair idari kurumlarında kullanılmasının kendi yaşamlarını daha da kolaylaştırabileceğini, hizmet alımında rahat olabileceklerini de bir temenni olarak ifade etmekten de geri durmuyorlardı. Böyle olmadığı için kendi ülkelerinde kendilerini birer yabancıymış gibi hissettiklerini, bu durumun da kendi varoluşları açısından büyük sorun oluşturduğunu dile getiriyorlardı.

Yine Memmi değerlendirmesinde “Anadille kültürel dili arasına sıkışmış insanlar, gerek bireysel ve gerekse toplumsal alanda büyük bir problemi de taşımaktadır. Buradaki iki dile sahip olmak yalnızca iki araca sahip olma meselesi değildir, aslında iki ruhsal ve kültürel alana katılım anlamına gelir. Burada, iki dilin simgeleştiği ve taşıdığı iki dünya çatışma halindedir; bu da egemen olan kültürle, buna karşı düşürülmüş olanların dünyalarıdır.

Bu tarz toplumlardaki insanının ana dili, duygularını düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, sevgisini ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü bir saygınlığı yoktur. Bu toplumun insanı bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce etkin ve resmi olanın diline boyun eğmek zorundadır. Bu toplumlardaki dil çatışmasında ezilen ana dili olur. Bizzat kendisi bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya çabalar. Kısacası, bu tarz toplumlarda, çift dilliliği ne bir yerli dilinin bir turistin diliyle yan yana yaşadığı iki dillilik durumudur, ne de fazladan

109

ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok dillilik zenginliğidir: Bu bir dilsel dramdır.”230şeklinde dile getirmektedir.