• Sonuç bulunamadı

3. YÛNUS EMRE’NİN ŞİİRLERİNDE İBADETLERE

3.5. Namaz ve İlgili Kavramlar

3.5.1. Abdest

Abdest, namaza başlamadan önce yapılan ve namaz başta olmak üzere Kur’an okumak, Kâbe’de tavaf yapmak gibi bazı ibadetleri yapabilmek için yapılan temizliğin adıdır (Öcal, 2015: 309). Abdestin namaz gibi ibadetlerden önce alınması gerektiği Kur'an-ı Kerim’in Mâide suresi 6.

ayetinde yer almaktadır. Abdest, manevî bir temizlik olmasının yanında aynı zamanda maddî bir temizliktir. Abdest ile vücudun dış etkilere en çok açık olan organları günde beş sefer yıkanmakta böylece her gün düzenli bir temizlik yapılmaktadır (Karagöz ve Altuntaş, 2011: 93).

Yûnus, bu konuyla ilgili olarak, Mü'min tan vakti kalkıp ellerini suya daldırarak yani abdest alarak hem şeytanın boynunu vurması hem de kendi nefsini yenmesi gerektiğini söyler;

“Tanlacak turı gelgil elüni suya urgıl” (341/2)

“Tanla turup başun kaldur ellerüni suya daldur

Hem şeytânun boynını ur hem nefs dahı ölse gerek” (136/2)

Abdest almak kişinin bedenindeki kirleri temizler fakat önemli olan “yavuz huylardan” kötü huylardan arınmaktır. Gönül temizliği için Hakk'ın inayeti şarttır.

“Su ne kadar arıda çün yavuz huyun bile

Meğer bizi pak ede Hak'dan inayetümüz” (116/6)

Bu konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber bir kimsenin güzelce abdest aldığı takdirde vücudundan günahlarının döküleceğini belirterek (Müslim, Taharet, 32) abdestin manevi kirleri nasıl yok ettiğine işaret etmiştir. Yûnus'da buradan esinlenerek yukarıdaki mısraları söylemiş ve manevi kirlerden arınmayı dile getirmiştir.

Abdest karşılığı “zahir suya banmak” terkibini kullanan Yûnus konunun ledünni manası üzerinde durur.

“Zâhir suya banmadın el ayak deprenmedin

Baş sücûda inmedin kılınur tâ‘atümüz” (116/3)

diyerek bunu dile getirir. Gaye, mâsivâdan (Allah’tan başka her şeyden) tecrit olmaktır. Bu yüzden âşık “zahir suya banmadan” tâ’at içindedir (Tatçı, 2005:168). Burada yine yüklü bir mana inceliği sergilenmiştir, çünkü aşığın her durumu her hareketi bir ibadettir, bu yüzden başı sücûda inmeden de tâ’at içindedir.

Yûnus bir şiirinde de Peygamberimizin miraca çıkarken “abdestli” olduğu temasını işlemiştir.

“Turdı Mi'râc kasdına yüridi âbdestine

Secde kıldı dostına dimedi yakın ırak” (134/5) 3.5.2. Kıyam, Rükû ve Secde

Kıyam, Rükû ve Secde namazın içindeki farzlara ait olan kavramlardır.

Kıyam, namazda en az Fatiha süresini okuyacak kadar ayakta durmaktır.

Rükû, kıraattan sonra elleri dizlere dayayarak/ dizleri tutarak eğilmek demektir. Secde (Sücût) ise rükûdan sonra ayak, diz ve ellerle beraber alnı ve burnu yere koymaktır (Öcal, 2015: 333). Namazla ilgili bu kavramlar Yûnus beyitlerinde tek tek ele alınıp işlenmiştir. Örneğin namazda ayakta durma anlamına gelen Kıyam’la ilgili olarak Yûnus, âşık kişinin, hazret'e eli bağlı duran, dilinde Fatiha olan, bel büküp Hakk'a rükû’da bulunan kişi olduğunu belirtir.

“Hazret'e baglu elüm Fâtiha okur dilüm

Belini büküp Hakk'a hoş rükû‘ât eyledi” (364/2)

Namazda eğilmek anlamına gelen rükû'yu Yûnus ele aldığı beyitlerde şöyle işler;

“Rukü sucüda kalma ameline dayanma

İlmü amel gark olur nazu niyaz içinde” (303/2)

Yûnus, burada münacat ehlinin rükû ve sücudda kalmayacağını söylemiş, insanın sadece namazına ve ameline güvenmemesi gerektiğini belirtmiştir.

Kur'an-ı Kerim’de “Rükû edenlerle beraber rükû edin” (Bakara, 2/43) buyurularak bu husustaki emir vurgulanmıştır.

Âşık devamlı münacat halindedir bu hal rükû ve secdeden öte Hakk ile devamlı ve her zaman irtibatta olma halidir. Yûnus bu konuyu

“Ne Ka'be vü ne mescid ne rükû’u ne sücud Hakk ile daim becid olur münacatumuz” (116/4)

diyerek dile getirmiştir. Tasavvufi bakış açısıyla yaklaşıldığında âşıklar, aşk halinde secde ve rükû’yü terk edebilirler, usul-i din (dinin asılları), zühd ve tâ’at aşk haddinin (sınırının) dışındadır (Tatçı, 2005: 168). Çünkü âşık, aşk halinde zaten mutlak zatın murakabesine erişmiştir.

“Zühdü ta'at usul-i din aşk haddinden taşna durur Nisbet değildir ona hem secde hem ruku'u kıyam” (209/8)

Namazda yüzü yere koymak olan secde Yûnus'un dilinde şöyle dile getirilir.

“Zahir suya banmadan el ayak deprenmeden Baş sucudu inmeden kılınır ta’atimiz” (116/3)

Yani Yûnus’a göre âşık başı secdeye inmeden ta’at (namaz) kılar. Bu ifadeden onun, namaz kılmadığı gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Zira o ehli haldendir, derviştir. Bu çerçevede bir değerlendirme yapılırsa mesele daha iyi anlaşılmış olur. Âşık’ın canı dost mihrabında secde (münacat) başka bir deyişle Allah’a yalvarma halindedir. ”Dost mihrabı” ifadesi kâmil insanın manevi yüzü için kullanılmaktadır (Tatçı, 2005: 169).

“Can dost mihrabına secdeye vardı Yüz yire uruban ider münacat” (19/2)

Yûnus, dervişlik makamının çok yüce olduğunu, bu makama dağlar ve taşların secde kıldığını belirtir.

“Taglar taşlar secde kılur göricegez dervîşleri” (374/3) Bir beyitte ise Hz. Peygamberin Miraç’ta Hakk'a secde ettiğini söyler.

“Durdu mirac kasdına yürüdü abdestine Secde kıldı dostuna demedi yakın ırak” (134/3)

Kur'an-ı Kerim’de Allah Teâlâ Hz. Âdem’i yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emreder. “Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem´e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu” (Bakara, 2/34).

Yûnus da divanında bu konuyu ele almış ve kendine has üslubu ile işlemiştir.

Burada Allah'ın Âdem’i (a.s) topraktan yarattığına şeytanın ise kendisinin ateşten yaratılmış olduğunu söyleyerek ona tapınmak istememesinden ve Hz.

Âdem’deki gizli cevherin farkına varamamasından bahsetmiştir.

“Calap Âdem cismani topraktan var eyledi Şeytan geldi Âdem’e toprağı ar eyledi” (356/1) Eydür ben oddan nûrdan ol bir avuç toprakdan Bilmedi kim Âdem'ün için gevher eyledi” (356/2) 3.5.3. Mescit, Mihrap, Minber, Minare

Minare, Mescit ve mescitlerin içerisinde yer alan Mihrap, Minber, gibi kavramlar namazla ilgili olmalarının yanında din eğitimi açısından öğrencilerin çevrelerinde gördükleri dini yapılar olması dolayısıyla önemlidir. Yûnus bu kavramlara da şiirlerinde sık sık yer vermiştir.

Secde edilen yer anlamına gelen Mescit, içerisinde namaz kılınan, ibadet edilen, camiden daha küçük ibadet mekânları olarak ifade edilebilir (MEB, 2009: 233). Yûnus’un, bu kavramı genelde bâtını anlamda ele aldığı söylenebilir. Mescit halâyık’ın (insanlar veya yaratılmışların) pâk cemaat olup mescitte namaz kılması “aşk şükranesidir.”

“Mescid medrese olduğu pâk cemaat kılındığı Halayıklar saf durduğu aşk şekranesidir zira” (307/5)

Yûnus, gerçek cân’ın (dervişin) puthane ve şaraphaneyi “mescit” bildiğini yani celâlden cemâli bulduğunu söyler. Derviş, Kâbe’de mescitte, rükû ve sücûdda, hülasa her hal ve makamda Hakk’a münacaatta yani duada bulunur ve O’nunla irtibat halinde olur (Tatçı, 2005).

“Puthane ve şaraphane mescid oldu gerçek câna” (148/6)

“Ne Kâbe vü ne mescid ne rükû ne sücûd Hak ile dâim becid olur münâcâtımız” (116/4)

Yûnus, bir şiirinde de mescitte ve medresede çok ibadet eylediğini belirtir.

“Mescitte medresede çok ibadet eyledim” (196/9) diyerek bunu dile getirir.

İmamın namaz kıldırırken durduğu yer olan mihrap kavramını Yûnus, kâmil insanın manevi yüzü için bir “remz” yani sembol olarak kullanır.

“Cân dost mihrâbına secdeye vardı

“Yüz yere vurubân eder münâcât” (20/2)

Cami ve mescitlerde imamın hutbe okuduğu, basamaklarla çıkılan yüksekçe yer (MEB, 2009: 239) olan minber, divanda yükselme, manevi makamlar elde etme manalarına gelir. Bir beyitte “minber depmek” şeklinde mevzu edilen deyimle birlikte geçmektedir. Bu deyim ilerlemek, makam ve mansıp sahibi olmak manen yükselmek anlamında kullanılmıştır. Beyitte “ilm-i dinde yüzbin kez minber depmek” denilerek, kelam, fıkıh, hadis gibi din ilimlerinde yükselmek kastedilmektedir. Yûnus, “Gerekse ilm-i dinde yüzbin kez minber depem” (126/6) diyerek bu konuyu işlemiştir. Camilerde ezan okunulan yer olan minare şeklen ve manen, birin, birliğin, tevhid anlayışının, mutlak zâtın ve insan-ı kâmilin sembolü olarak ifade edilebilir. Ledünni makamlardan “beka billahi” (Allah ile beraber olmayı) temsil etmektedir (Tatçı, 2005: 170).

“Yûnus'un bu sözinden sen ma'nî anlarısan Konya menâresini göresin bir çuvalduz.” (106/9)

Bu beyitteki “minareyi çuvaldız görmek” deyimi minarenin zahirine değil batınına bakmak anlamında kullanılmış olabileceği gibi minarenin mahiyetini anlamamak şeklinde de ele alınmış olabilir. Bu deyim, eşyayı asıl vechesiyle ve hakiki heybetiyle seyredebilmekten kinayedir (Yılmaz, 1991:

41).

3.5.4. İmam, Müezzin

Kelime anlamı önder lider ve rehber olan İmam36, camilerde cemaate namaz kıldıran ve Kur’an-ı Kerim bilgisi başta olmak üzere diğer İslami ilimlere sahip kişidir. Namaz, imama uyularak kılınır (Gündüz, 1998: 188). Yûnus, bu kavramı bazen gerçek anlamıyla bazen de tasavvufta kullanıldığı şekliyle kullanmaktadır. Ona göre âşık’ın imamı “aşktır” ve gerçek imam insanı kâmildir. Yûnus,

“Işk îmâmdur bize gönül cemâ'at” (20/1)

diyerek bunu dile getirir. Çünkü gönül, vahdet merkezi olması yönüyle cemaat mahallidir (Tatçı, 2005: 171).

Namaz kavramı gerçek anlamda kullandığında ise namazın cemaatle ve imama uyularak kılınmasını söyler, çünkü Hz. Peygamberin bu konudaki hadislerine göre cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir (Buhari, Ezan 30; Müslim, Mesacid 40). Ayrıca Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de “Sen mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldıracağın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber olsun” (Nisa, 4/102) ve “namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin”

(Bakara, 2/143) buyurarak cemaatle namaz kılmayı emretmiştir. Bunu şöyle dile getirir Yûnus;

“Kuşlar ile durgil bile kıl namazı imam ile” (88/5)

başka bir beytinde ise imam olduğunu, uymak isteyenlerin kendisine uyabileceğini belirtmiştir.

“Bu ‘ışk meydânı içinde çagurdum bir âvâz itdüm Müezzinlik bizüm oldı îmâm oldum uyan gelsün” (230/3)

36 İslam’da, Hıristiyanlık ya da başka bir dinde olduğu gibi bir din adamları sınıfı yoktur. Dolayısıyla ilk dönem İslam tarihinde, günümüzde olduğu gibi mesleği namaz kıldırmak, dua okumak vb. gibi görevleri olan imam ve müezzinler yoktu;

cemaat içerisinden yetki ya da bilgi açısından en uygun olan kişi cemaate imamlık yapardı. Ancak sonraki dönemlerde söz konusu olan sosyo-kültürel değişime paralel olarak din görevlileri ihtiyacı oluşmuştur (Gündüz, 1998:188).

Ezanı okuyan, duyuran kişi anlamındaki müezzin insanları namaza, Allah’ı anmaya çağırır.

“Ezan okur müezzin; çağırır Allah adın” (315/2) “Banladı ol mü'ezzin turdı kâmet eyledi

Hazret'e tutdı yüzin döndi niyyet eyledi” (364/1)

Bu hususla ilgili olarak Peygamber Efendimizde Allah rızası için müezzinlik yapanların cehennem ateşinden kurtulacağına (İbn Mâce, Ezan: 5) ve “İmam mü’minleri kollayıp gözetendir, müezzin ise güvenilen kimsedir. Ey Allah’ım imamları doğru yoldan ayırma, müezzinleri de bağışla.” (Ebû Dâvûd, Salat:

32) gibi hadisleri müezzinlik ve imamlık görevlerinin önemine işaret etmektedir. İşte bu yüzden Yûnus’da “müezzinlik bizim oldu imam oldum uyan gelsin” diyerek bu konulara beyitlerinde yer verdiği ifade edilebilir.

3.5.5. Ezan, Kamet ve Kıble

Sözlük manası bildirmek olan ezan, namaz ve Allah’ı zikir için bir davettir (MEB, 2009: 83). Dinin direği olan namaz, Ezan-ı Muhammed’i okunduktan sonra kılınır. “Ezan okur müezzin; çağırır Allah adın” (315/2) diyerek Yûnus ezandan bahseder. Bir hadislerinde Peygamber Efendimiz ezanın faziletiyle ilgili olarak “eğer insanlar ezanda ve ilk safta olan fazileti bilmiş olsalar, sonra da kura çekmekten başka çare bulamamış olsalar muhakkak bunun için aralarında kura çekerlerdi” (Buhârî, Ezan: 9, 32) buyurarak bu konun önemine dikkat çekmiştir. Namaza başlanmadan müezzin tarafından okunan kamet hakkında Yûnus; “Banladı ol mü'ezzin turdı kâmet eyledi”

(364/1) diyerek beyitlerde bu kavramada yer vermektedir. Diğer taraftan tasavvufi anlamda kamet kavramını kullandığında ise aşk ile kamet safına bağlandığını bu bağı kimsenin ayıramayacağını dile getirmiştir. Ayrıca kamet’in, nefsini cem eyleyip, birliği bulanların makamı olduğunu ve böyle bir kimsede gösteriş amaçlı ibadetlerin bulunmayacağına vurgu yapar.

“Aşk ile bağladık kamet safımızı kim ayıra “ (307/4) “Uş ben beni cem' eyledüm ol dosta îmân eyledüm Birligine kıldum kâmet riyâ tâ‘at nemdür benüm” (136/5)

Müslümanların namazda yöneldikleri kutsal yer olan kıble, Yûnus tarafından tasavvufi bir anlamda ele alınmıştır. O, kıble mevhumuyla mürşidin yüzünü

veya âsitânı’nı (eşiğini, dergâhını) kasteder. Derviş mürşidinin yüzünü kıble edinmiştir. Bu fikir tasavvuftaki “Hak yüzü mürşit yüzünden bilinir”

esasından kaynaklanır. Kamil insan Hakk’ın aynasıdır “Kıblemiz dost yüzü daimdir salât” dizesinin arka planındaki gerçek insan-ı kâmilin Hakk’la beraber olduğu gerçeğidir. Yoksa kıble iki değildir, mürşidin âsitânı (eşiği) ayniyle (Kâbe) kıbledir (Tatçı, 2005: 171). Yûnus bu durumu şöyle dile getirir.

“Âsitân-ı mürşidün gel kıble-i cân kılalum

Ol şeh-i şâhlar şâhın gel biz de mihmân idelüm” (200/4)

Bir beytinde de kıble mi yeğ gönül mü? Sorusuna gönül yeğ diyerek cevap vermiştir. Çünkü Hakk durağı gönüldedir.

“Gönül mi yig Ka‘be mi yig eyit bana ‘aklı iren Gönül yigdür zîrâ ki Hak gönülde tutar turakı” (366/7) 3.5.6. Seccade, Tesbîh

Yûnus namaz, secde, tesbîh ve diğer ibadetlerden maksadın Allah’a ulaşmak olduğuna inanır.

“Ben oruç-namaz için suçi içtim esridim

Tesbih seccade için dinlerem seşte kopuz” (106/9)

diyerek oruç, namaz için suçi (şarap) içtiğini, tesbîh ve seccade içinde şeşte kopuz dinlediğini söylemektedir. “suçi” ilahi aşkın remzidir. Şeşte ve kopuz ise vahdet zevkine işarettir. Çalgıdan maksat ruhları vahdet âlemindeki zevk ve hallerini hatırlatmaktır. Güzel sesin insani vecd’e getirmesi ise elest bezmindeki ilahi sesten kinayedir. Tesbîh ve seccade için musiki dinlemek Hakk’ı ezel halindeki bilinçle “idrak etmek” demektir (Tatçı, 2005: 172).

Tesbih, Allah’ı güzel isimleriyle zikretmek, Allah’ı her türlü eksiklikten ve O’nun yüceliği ile bağdaşmayacak her türlü nitelikten tenzih etmek anlamına gelir (Ünal, 2012: 180). Allah’ı anarken veya Hz. Peygamber’in öğrettiği duaları okurken sayıları şaşırmamak için kullanılan 33 ve 99 taneden oluşan çeşitli maddelerden yapılan dizi anlamında da kullanılmaktadır (MEB, 2009:

363). Bu konuyla ilgili bir âyette Allah Teâlâ “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.

Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 17/44) buyurarak yeryüzündeki her şeyin O’nu tesbih ettiğini belirtmiştir.

Yûnus’da ilhamını Kur’an-ı Kerim’den aldığını belirtircesine Kur’an’ın söylediklerini aynen dile getirerek kâinattaki her şeyin kendi diliyle Hakk’ı tesbîh ettiğini belirtmiştir. Benzer bir durumu “Ağar pervaze kuşlar tesbih okur ağaçlar” (315/2) dizesinde de görmek mümkündür.

Kulun yaratıcıya layık olması için şuurlu olarak tesbîh etmesi gerekir.

Esasen “söyleyen O’dur, söz O’nundur; bize ait tesbîh yoktur. Burada tasavvufi bakış açısının izleri görülmektedir. Bunu şöyle ifade eder Yûnus;

“Anı ana dirsin anun söyleyen ol söz anun

Ol bizümdür biz anun gayri tesbîh dilidür” (25/6)

Yûnus Emre, tesbîh konusunda “zikretmek anlamında”, “tesbîh okumak”

şeklinde bir deyim kullanmaktadır. Dervişlere âşık olan melekler, dervişler adına “tesbîh okurlar”. “Firişteler tesbîh okur zikir ider dervîşleri” (374/2).

Bir beyitte de Zâhid’in halk içinde tesbîh ile dolaştığını belirtir. “Sûfîyem halk içinde tesbîh elümden gitmez” (117/1) diyerek bu konuyu dile getirir.

3.5.7. Dua ve Salavat

Dua, Allah’a yalvarma (niyaz) demektir. Dua, insanın maddi ve manevi istek veya ihtiyaçlarını herhangi bir aracı olmaksızın doğrudan Allah Teâlâ’ya arz edip, yerine getirmesini dilemesidir (Öcal, 2015: 276). Dua ile ilgili olarak Yûnus’un divanında bir hayli beyit bulunmaktadır. “Dua kılmak”, “hayır dua kılmak”, “el götürüp şükreylemek” gibi deyimlerinde zikredildiği bu beyitlerde namaz sonun da dua kılmanın zaruret ve fazileti de işlenir.

“Namâzı kıl zikr eyle, Elün götür şükr eyle” (315/4)

Allah Teâlâ kendisine dua eden kimsenin duasına icabet edeceğini (Bakara, 2/186; A’raf, 7/55) belirtmiştir. Yalvararak tazarru ile yapılan dua Allah Teâlâ’ya yaklaştıran amellerdendir. Peygamber Efendimiz de bu konuyla ilgili olarak “Dua ibadetin özüdür.” (Tirmizi, Daavât, 1) buyurmuşlardır.

Dua birçok konuda yapılacağı gibi vefat eden kimseler için de yapılabilmektedir. Hz. Peygamber "Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin." (Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 59) buyurmuştur. Bu

yüzden Yûnus bu konuya eğilmiş ve dünyadan göçen (ölen) kişilerin arkasından hayır duada bulunulması için;

“Biz bu dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun” (231/1) demiştir. Sonra Şeyhi Tapduk Emre’ye ettiği dualardan bahsetmiştir.

“Yûnus sen Tapduk’la kılgıl dualar” (50/7)

Bir beytinde de erenlerin duasıyla ölü iken dirildiğini söyler. Bu hayat tabi ki ilahi hayattır.

“Nur bana İsa oldu erenler dua kıldı

“Nice kesin topraktan ben örü durup geldim” (217/5)

Yûnus’a göre, âşık aşk halinde duadan, selamdan, zikirden ve tesbîhten geçer. Aşk bunların cümlesini garet (yağma) eder.

“Ne dua kılam ne selam, ne zikrü tesbih kılam Bu beş vakit namazımı aşkın garet eyledi” (364/5)

Salavat Hazreti Peygambere samimi bir ilticadır. Hz. Peygambere duyulan sevgi ve muhabbetin ifadesi olan salât-u selâm Kur’an’ın emriyle her Müslümana görev olarak verilmiştir. Hadislerde de Hz. Peygamber’in ismi anıldığı vakit salavat getirmek gerektiği, getirilen salavatları kendisine ulaştıran görevli melekler bulunduğu, duaların ancak onunla kabul edildiği, ahirette kendisine en yakın olanın bu dünyada en çok salavat getirenler ve insanların en hayırlısının çokça salavat getirenler olduğu zikredilmektedir (Yücer, 2005: 253).

Bir hadislerinde Peygamber Efendimiz “Kim bana bir salâvat getirirse Allah Teâlâ bu yüzden o kimseye on misli mağfiret eder.” (Müslim, Salât, 70) buyurmuşlardır bu yüzden Yûnus, Hz. Muhammed’e verilen salavatın günahları eriteceğini söyler.

“Ol ‘âlem fahri Muhammed nebîler serveridür Vir salâvât ‘ışkıla ol günâhlar eridür” (81/1)

Sonraki beyitlerinde ise sık sık içe dönük bir üslup takınmak suretiyle kendisine yalvararak, Allah’ın sevgili peygamberi olan Hz. Muhammed’e aşk ile salavat getirmesi gerektiğinden bahseder;

“Yûnus yalvar getür Hakk'a salâvât

Hak'un dostı Habîb'i Mustafâ'dur” (100/7)

“Yûnus Nebî salâvâtın ‘ışkıla degürse gerek” (136/11)

“Yûnus Emrem sen gine Mustafâ'ya kıl selâm” (321/7)

Bir şiirinde de sabah abdest alınıp üç kez salavat getirdikten sonra güneşe bakılması gerektiğini söyler.

“Tanla turu gelgil elini suya vurgıl

Üç kez salavat vergil ondan bakgıl güneşe” (341/2)

3.6. Oruç ve İlgili Mefhumlar 3.6.1. Oruç

Sözlükte bir şeyden uzaklaşmak manasında olan oruç (MEB, 2009: 290), terim olarak imsak vaktinden itibaren, güneşin batışına (akşam namazı vaktine) kadar yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmak anlamındadır (Öcal, 2015: 356). Oruç, Hz. Peygamberin hadislerinde belirttiği gibi İslâm’ın beş esasından (Buhari, İman, 34, Müslim, İman, 8) biridir. Bununla ilgili olarak Yüce Allah “Ey iman edenler! Oruç, Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de farz kılındı.” (Bakara, 2/183) buyurarak bu ibadetin farz olduğunu belirtmiştir.

Yûnus da dinin bu iki asıl kaynağından hareketle orucun Tanrı buyruğu olduğunu ve Müslüman olan kişinin orucunu tutması gerektiğini kendisinden öğüt isteyenlere tavsiye etmiştir.

“Benden öğüt ister isen eydiverem bildiğimden

Budur Çalab’ın buyruğu tutun oruç, kılın namaz.” (109/2)

Oruç, Kur’an-ı Kerim’de savm (Meryem, 19/26) ve sıyam (Bakara, 2/183) olarak geçmektedir. Yûnus, orucun Arapça karşılığını kullandığı bir beytinde de insanları oruç tutmaya, namaz kılmaya ve Allah’ı zikretmeye şöyle çağırır;

“Gündüz olalum sâ'im, Gice olalum kâ'im Allah diyelim daim Allah görelim neyler” (71/6)

Tasavvufta, âşıklar, oruç ve namazlarını aşk ile tutup kılarlar bunun için Yûnus, “Ben oruç namaz için suçi içtim esridim.” (106/8) der. Buradaki suçi (şarap) ilahi aşkın remzi başka deyişle sembolüdür. Yûnus, şekli bir ibadete (oruca) takılıp kalınmaması gerektiğini vurgular. Ona göre insan sadece namazına ve orucuna güvenmemelidir. Çünkü tasavvufta niyaz ve naz ehli şeriattan hakikate vasıl olmuştur. Hakikat, şeriatın batını olduğundan dolayı derviş şeklî bir ibadete takılıp kalmaz. Zaten âşık kimse seçkinlerin seçkini olarak bu şekli ibadetlerden azattır. Zira böyle bir oruç, naz ve niyaz makamında kusurdur (Tatçı, 2005:173).

“Orucuna güvenme namâzuna tayanma

Cümle tâ‘at tak olur nâz u niyâz içinde.” (302/13)

“Oruç-namâz zekât hac cürm ü cinâyet durur Fakîr bundan âzâddur hâss-ı havâs içinde” (303/4)

Yukarıda geçen beyte benzeyen bir beytinde bu ibadetlerin aslında hakikate ulaşmada bir perde olduğunu söylemiştir.

“Oruc-namâz gusl u hac hicâbdur ‘âşıklara

‘Âşık andan münezzeh hâssü'l-havâs içinde” (302/14)

3.6.2. İftar

Oruç tutulan günün sonunda oruçlu kimsenin vakti gelince usulüne uygun biçimde orucunu açması anlamına gelen (Şener, 2000: 517) iftar kelimesi, Yûnus’un beyitlerinde daha çok tasavvufi bir bakış açısıyla ele alınmıştır.

Yûnus âşık’ın mütevazı bir hayat içinde “halvette riyâzet” etmesi gerektiğini söyler. Âşık dünyadan elini çekmeli, eliyle arpa ekip ununa yarı kül katarak güneşte kurutmalı ve nefsine üç günde bir bu ekmekten yedirterek iftar etmelidir.

“Dünyâdan gönlini çeke eli ile arpa eke Unına yarı kül kata güneşde kurutmak gerek Aceb anı niçe yiye nefsi dilerse yiyleye

Kaçan kim iftâr eyleye üç günde bir itmek gerek” (140/4-5)