• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM: İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ

3.1. Kimlik(ler)in Öncelliğine Dayalı Demokrasi

“Kimlik(ler)”in önceliğine dayalı bir demokrasi, kişinin sırf insan olarak değerini bilme ve bu değer üzerinden muamele görmesi gerekliliğiyle bağdaşmıyor. Dolayısıyla kimlik(ler) önceliğine dayalı bir demokrasi insan hakları açısından sorunludur. Oysa insan hakları açısından düşünüldüğünde, demokrasinin kişilerin – özellikle seçmene indirgenen yurttaşların– kimlikleri bilgisinden değil, insanın değerinin bilgisine göre kurulup işletilen bir yönetim biçimi olarak anlaşılması uygun olur. Ne var ki, özellikle “gelişmekte olan ülkelerde”, birtakım “kimlik(ler)” ile demokrasi arasında zorunlu bir bağlantı kuruluyor. O kadar ki, “kimlik sorunu”nun çözülmesiyle demokrasi/demokratikleşme yolunda önemli bir yolun katedileceği varsayılıyor.

Şüphesiz, günümüzde kimlik(ler) ve demokrasi arasında bağ kurulmaktadır. Fakat bu bağ da varsayıldığı gibi, kimliklere demokrasi için ontolojik bir öncelik atfetmez (Sarıbay, 2012: 98). Demokrasilerde kültür, dinsel inançlar ya da ideolojiler gibi değer yargıları üzerinden insana –aslında insan tasarımlarına– bakarak, kişilerin kimliklerini koruyup güvence altına alınması, o ülkede insan haklarının da korunduğu ve güvence altına alındığı anlamına gelmiyor, üstelik bu bakış açısı daha fazla insan hakları ihlâllerine neden olabiliyor. Bu yüzden insan hakları açısından demokrasi, –tüm kurum ve kuruluşlarıyla– kimlik(ler)-ötesi bir işleyişi gerekli

110 kılıyor.

Demokratik kimlik politikası, kişinin herhangi tekil bir durumda ya da siyasal alanda kendi dinsel, dilsel, siyasal ve etnik açıdan tanınma ve kendini bu şekilde ifade edebilme fırsatını verebilir. Fakat sadece belirli bir kimlik tanımından hareketle birey tanımına ulaşıldığında, insanın ontik varlık yapısını anlamak mümkün olamıyor. Bu, beraberinde karşıtlığı getirebileceği için, bireylerin kendi kimliklerini koruma isteği sonucunda bir haksızlık yapmaları ya da insan haklarına aykırı eylemlerde bulunmaları tehlikesini kaçınılmaz kılıyor.

Kimlik(ler)i, demokrasiyi önceleyen bir sorun olarak görülmesi durumunda, örneğin “ben Kürdüm” deme hakkı karşısında; bu tanımlanan anlamda “ben Kürt değilim” deme özgürlüğü ne olacaktır? Böylece bir insanın “Kürdüm” dediği zaman, ikili karşıtlık doğrultusunda bir ayrışmanın olacağı kaçınılmazdır. Çünkü insanın ontik yapısının gözardı edildiği bir kimlik tanımlaması, beraberinde ayrıştırmayı getirir ve sonucunda “biz”-“onlar” ya da “dost”-“düşman” ayırımını kaçınılmaz kılar. Bu ise demokrasinin temel ilkesi olması gereken eleştiri/sorgulama hakkını ve özgürlüğünü daha baştan tehlikeye sokar (Sarıbay, 2012: 99-100). Aslında bu durum, “Ben Türküm”, “Ben Kürdüm” ya da “Ben Müslümanım” veya “Sünni” ve “Alevi” olmak gibi benzer ifadeler –ve bunu ifade etme özgürlüğünün–, “Ben her şeyden önce bir insanım” ifadesinin önüne geçirilmesinin ya da bireye bu şekilde bakmanın bir sonucudur. Bunun sonucu olarak demokrasilerde çoğu zaman kişilere bu tür kimlikler üzerinden haklar ve özgürlükler tahsis edilme yoluna gidiliyor. Fakat burada siyasal yönetim içerisinde merkeze alınan insan tanımı, insan denen varlığın bütünü ve bu somut bütünlüğünde yerini bulan başarıları değil, kişinin ait olduğu – aidiyet duygusuyla bağlı olduğu– grupsal alanın kendisi ya da o alana ilişkin problemlerdir. Bu yönetim anlayışı, herhangi bir durum içinde bulunan kişilerin sosyal-kültürel özelliklerinin bilinmesine ve bu özelliklere göre değerlendirilmesine dayanır. Fakat sosyal-kültürel özelliklerin zaman içinde değişmesi kişilerin değerlendirilmesini de değişikliğe uğratabilir. Böyle bir anlayışa dayalı demokrasinin, rastlantısal bazı benzerlik ya da farklılıklardan hareketle, sürekli bir değişim içerisinde olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı bireyi kendisi yapan şeyin

111

aidiyet duygusuna indirgendiği ve dolayısıyla kimlik(ler)in önceliğine dayalı olarak işleyen demokratik yönetimlerde ya da toplumlarda, kimlik sorunu insan haklarından daha öncelikli bir sorun olarak görülebiliyor. Bu da bizi, insan başarılarının ya da sırf insana özgü olanakların en iyi şekilde gerçekleştirilip geliştirilebilmesinin biricik yolun; bütün kimliklere saygı duyulmasından ya da ülkedeki sosyal, ekonomik ve siyasal hakların, bir grubun çoğunluğuna göre farklı özelliklere sahip olan insanlar ile herhangi bir bakımdan çoğunluğu oluşturan insanlar arasında eşit paylaştırılmasından geçtiği varsayımına götürüyor. Oysa demokratik bir yönetimde, devletçe tanınan bu tür hakların kimlik(ler) farkı gözetilmeksizin bütün yurttaşlar arasında eşitçe paylaştırılması, ülkedeki her bir kişiye insana özgü olanaklarını geliştirebileceği koşulların yeterince sağlandığı ya da insan haklarının korunduğu anlamına gelmiyor. Bundan dolayı sadece yurttaşlar arasında kimlik(ler) ayırımı yapılmaması gerektiğini merkeze alan bir eşitlik anlayışı –“hukuksal” bir soruna indirgenen eşitlik– ile insan hakları bilgisine dayalı eşitlik anlayışı temelde birbirinden ayrılmaktadır. Çünkü insan haklarına dayalı bir demokrasinin temel aldığı eşitlik; ülkedeki bütün yurttaşların sırf insan olmasından dolayı insana özgü olanaklarının eşitçe geliştirilmesi ve korunması imkânın sağlanmasıyla ilgilidir.

Ayrıca demokrasinin kimlik tanınması talebine indirgenmesi, temelde o talepte bulunanları “aciz, yararlanmaya açık bir kurbana” eşdeğer görmekle aynı anlama gelmektedir (Sarıbay, 2012: 101). Bu bakış açısı, her bir kişiyi, belli bir duygusal doğaya ve sosyal bir varlığa, yani hem bireysel hem grupsal bir kimliğe –hatta birden çok grupsal kimliğe– sahip bir birey olarak görmeye çalışır.

Bundan dolayı kimlik tanınması talebine indirgenmiş demokrasilerde, örneğin “azınlık” olarak adlandırılan kişiler öncelikle diğer kişilere –grubun çoğunluğuna– göre farklı özelliklere sahip kişiler olarak görülmektedir. Demokrasiye kimlik(ler) açısından bakıldığında, demokrasi, bir ülkede yurttaşların çoğunluğun sahip olduğu özelliklerden farklı birtakım özelliklere –dil, din, mezhep ya da farklı etnik kökene– sahip kişilerin, çoğunluğun özelliklerine göre ne tür farklılıklara sahip olursa olsunlar ya da hangi görüşte olursa olsunlar, eşit muamele görmeleri gerekliliği taleplerini karşılamaya öncelik veren bir yönetimdir. Böylece bu açıdan bakıldığında eşit

112

davranma ilkesi, genellikle belirli bir yerde bulunan ya da yaşayan ve o yerin çoğunluğuna göre farklı özelliklere sahip olan kişilerin, siyasal yönetimle ilişkisinde herhangi bir grubun çoğunluğundaki insanlar gibi sosyal, ekonomik ya da siyasal haklar bakımından eşit birer yurttaş olması gerekliliğine dayandırılır. Bu, özellikte “azınlık” olarak adlandırılan kişilerin bazı farklı özellikleri ve koşullarının belirli bir yerde yaşayan ya da bulunan çoğunluğun sahip olduklarının –dil, din, mezhep, gibi– karşında korunması gerekliliği inancının önplânda olduğu ve buna göre sınırların çizildiği bir eşitlik anlayışıdır. Bu türden bir eşitlik anlayışı, kişilerin insana özgü olanaklarını geliştirebilmesini sağlayan önkoşulların önünü açabilmekle birlikte, bütün insanların eşit olduğu, her bir kişinin sırf insan olmasından dolayı eşit haklara sahip olduğu ve insana özgü olanaklarının eşitçe korunup geliştirilebilme gerekliliği bilgisinin merkeze alındığı bir eşitlik anlayışıyla aynı değildir. Çünkü bu türden bir eşitlik anlayışı, bir toplumda azınlıkta bulunan kişilerin sahip olduğu birtakım farklı özelliklerden dolayı onlara karşı iyi ya da kötü muamele yapılmaması ve içinde bulundukları sosyal-ekonomik-siyasal koşulların çoğunluk ile aynı düzeye taşınması, gerektiğinde azınlıklara bazı ayrıcalıkların tanınması gerekliliği inancına dayanıyor. Başka bir deyişle, yurttaş olarak kişinin değerlendirilmesi kişinin varlıksal bütünlüğünden hareketle değil, kişinin sahip olduğu raslantısal özelliklerden ya da belirli bir durum içinde bulunmasından hareketle yapılıyor. Böyle olunca kişilerin raslantısal –kimlik– özellikleri ne olursa olsun her şeyden önce insan oldukları ve bu tür kimliksel özelliklerin insanın varlıksal yapısı ya da onun değeriyle zorunlu bir ilişki içerisinde olmadığı fikri arkaplânda kalıyor.