• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: İNSAN HAKLARI KAVRAMI VE TEMELLERİ

1.5. İnsan Hakları Açısından Yurttaş ve Yurttaşlık Kavramları

Tarihsel süreçte “yurttaş” ve “yurttaşlık” kavramları üzerine farklı tanımlamalar ve değerlendirmeler yapılmıştır. Antik Yunan’da yurttaşlık, –sınıf ve cinsiyet ayrımı üzerine kurulan bir yurttaşlık–, bireylerin kamusal konulara ilişkin kararların alındığı yasama ve yargı meclislerine katılarak fikirlerini dile getirebildiği, meclislerde oy kullanma hakkına sahip olması ve kamusal görevlerde bulunabilmesiyle ilgilidir. Roma’da ise iki düzeyli bir yurttaşlık anlayışı söz konusudur. Hem sivil ve kamusal olanı yönetmeye aktif olarak katılım hem de statüyü içeren yurttaşlık ile yalnızca statüyü içeren yurttaşlık. Roma’da yurttaş olmak, geçerli bir hukuksal statüye sahip olmayla ilgilidir. Fransız Devrimiyle başlayan dönemle birlikte, yurttaşlık üzerine yapılan değerlendirmeler dönüşüme uğrayarak, yurttaşlık anlayışı özellikle medenî ve siyasal hakların kazanılmasına bağlı olarak genişlerken, ulus-devletin kendi toprak sınırlarını belirleme çabaları da, yurttaşlığın “ulus” olgusuyla eşleştirilmesine neden olmuştur (Üstel, 1999: 53–54). Dolayısıyla 18. yüzyılın sonlarında, “ulus- devlet”lerin ortaya çıkışıyla, yurttaşlık bir ulus-devletine u l u s k i m l i ğ i y l e b a ğ l ı o l m a biçiminde anlaşılmaya başlanır.

18. yüzyıl sonunda ulus kavramının ortaya çıkışıyla “yurttaş” ve “yurttaşlık” kavramı daha da bulanık bir hâle gelmiştir. Bireylerin haklarının tanınması bir “ulusa ait olma” şartına bağlı kılınır. Başka bir deyişle yurttaşlık, Kant’ın dile getirdiği gibi, evrensel bir cumhuriyete gönderme yaparak değil, ulusal bir topluluğa yani yalnızca bir kimliğe ait olma bakımından tanımlanır (Vermeren, 2004: 163). Yurttaşlığın “ulus”la, ya da salt ulus-devletle ilişkilendirilmesi sonucu, birey bir topluluğa –ulus-

48

devlete– olan aidiyet duygusuyla bağlılığı açısından değerlendirilir. Dolayısıyla da yurttaşlık, yalnızca modern devletin ya da bir ulusun yer aldığı toprak parçası ve bürokratik siyasal teşkilâtlanması içerisinde bir değer kazanır (Üstel, 1999: 56). Oysa yurttaşlık, etnik kimliği ifade eden ulus anlayışının gerekliliklerine bağlı kılınamaz. Herkes, cinsiyeti, etnik kökeni, ekonomik düzeyi, dinsel inancına bakılmaksızın, eşit ölçüde yurttaş olma hakkına sahiptir. Bu açıdan düşünüldüğünde “yurttaşlık”, farklılıkların ve eşitsizliklerin ötesinde, bütün insanların onur ve saygınlık bakımından eşit oldukları, yasal ve siyasal olarak eşit muamele görmeleri gerektiği fikrine dayanması gerekir (Schnapper’dan aktaran, Bilgin, 1999: 180).

Ne var ki, yurttaşlık kavramının kökeni ve tarihsel süreç içerisindeki gelişimi bize gösteriyor ki, yurttaşlık anlayışı “insanî kaygılar” yerine, “güvenlik kaygısı” gibi bazı endişelerden dolayı, yalnızca siyasal ve toplumsal alanda statü sahibi kişilere “yurttaş” olma hakkının verildiği, yabancıların ise bu haktan yoksun bırakıldığı bir temele dayanıyor (Üstel, 1999: 56). Dolayısıyla “yurttaş”ın kavramsal olarak geliştirilmesi ve siyasal-hukuksal alanda yerini alması, “insanın değeri” ve “onuru” temeli üzerine gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Tarihsel süreç içinde yurttaşlık, genellikle bireyin devlete aidiyeti ve buna bağlı olarak devlet tarafından v e r i l e n – t a n ı n a n– “haklar” –özellikle siyasal haklar ve ödevler– ve “özgürlükler” temeline dayandığı görülmektedir. Bu anlamda yurttaşlık, ya hukukî bir statüye bağlılık olarak ya da bir ulus devletine “aidiyet” ve “sadakat” duygusuyla bağlılığı vurgulayan kimlik olarak tanımlanır. Bu, kişinin sırf insan olmasından kaynaklı varlık yapısına ya da varlık koşullarına göre değil, kişilerin yurttaşlar olarak medenî ve siyasal haklar bakımından eşit oldukları kabulüne dayalı, statü bakımından –daha çok hukuka indirgenmiş– bir yurttaşlık anlayışıdır. Böylece denilebilir ki, bu yurttaşlık anlayışında en temel sorun: yurttaşlığın sadece bir devletteki kişilerin birtakım medenî, siyasal ve kamusal haklara sahip olması şeklindeki b i ç i m s e l olarak tanımlanmasıdır.

Oysa “yurttaş” kavramının biçimsel olarak değil, Aristoteles’in anladığı anlamda, yani “sivil toplumun yönetimine düşünüp taşınarak ve eleştirel bir tutumla katılma

49

gücüne sahip, devletini de res publica olarak düşünen kişi” olarak anlaşılması daha uygun olur (Kuçuradi, 2007a: 188,194).

Ne var ki, günümüzde insan haklarına dayalı bir demokrasinin işleyebilmesinde en temel sorun, yurttaş kavramına ilişkindir: bugün demokrasiyle idare edildiği iddiasındaki pekçok ülkede, siyasal özne hâline getirilen yurttaş; çoğu zaman kişinin kamunun ya da sivil toplumun yönetimine –biçimsel anlamda– aktif olarak katılabilmesini sağlayan siyasal haklar ile bazı sosyal ve ekonomik haklara sahip olmaya indirgeniyor. “Yurttaş” ya da “yurttaşlık” kavramları, çoğu zaman bireylerin siyasal yönetime aktif olarak katılabilmesi demokrasiye ilişkin önkabulden hareketle ele alındığı için, yurttaşlığa ilişkin sorun, öncelikle temsil etme ve temsil edilme sorunu olarak görülüyor. Bu yüzden özellikle seçimlere indirgenmiş günümüz demokrasilerinde, “yurttaş” “seçmen” ile, “yurttaşlık görevi” de “sandığa gitme görevi”yle eşleştiriliyor. Fakat bugün demokrasiye ilişkin tartışmalarda, yurttaşların kamunun yönetime nasıl bir tutumla katılması gerektiği ya da bütün insanların temel haklarını ilgilendiren konulara ilişkin hangi temel öncülden hareketle değerlendirmeler yaptığı –ya da yapması gerektiği– üzerinde kafa yorulmuyor. Bu tarz bir sorgulama yapmak çoğu zaman yurttaşları –seçmenleri– aşağılamak olarak anlaşılıyor. Bu açıdan bakıldığında yurttaşlığa ilişkin temel –öncelikli– sorun, prosedürel olarak doğrudan ya da dolaylı olarak siyasal yönetime katılma ya da temsil edilme sorunu değildir.

Fakat günümüzde bile özellikle temsili demokrasinin önkabulleri yurttaştan beklenenleri sınırlamaktadır. Yurttaştan beklenen, seçimlerde sandıkta oyunu kullanarak kendi adına siyasal gücün kim tarafından kullanılacağını belirlemek, daha sonra bu siyasal gücün belirlediği kurallar ışığında üretim için gerekli üretim faktörlerini sağlamak ve tüketim yaparak sistemin sorunsuz işlemesine hizmet etmektir. İktidardaki siyasal gücün başarılı olup olmadığını, bir sonraki seçim sonrası vereceği oylarla değerlendirerek, gerekli görürse değiştirebilmektir. Söz konusu olan daha çok seçmene indirgenmiş pasif bir yurttaşlıktır. Çoğulcu demokrasi anlayışının yaygınlaşmasıyla yurttaştan beklenen roller, pasif bir yurttaş olmanın ötesine

50

geçmeye başlar. Yurttaşın, pasif rollere razı olmayıp kendi çıkarlarını gerçekleştirebilmek ya da savunmak için, birtakım çıkar grupları halinde teşkilâtlanarak, kendi geleceklerini kendileri belirlemeleri amaçlanır. Bu, çoğulcu demokrasi anlayışının insana bakış açısının faydacı çizgiden kurtulamadığının göstergesidir: Yurttaşlar, genellikle siyasal –kamusal– öznelerin kararlarını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye çalışmaktadırlar (Tekeli, 2004: 3-5).

Özellikle rekabetçi (kapitalist) piyasa ekonominin biçimlendirdiği modern demokrasinin ve demokratik toplumun varlık alanı, insanın sırf insan olmasından dolayı, yani onun kendisine özgü değeri temelinde bütünleşmiş bir yurttaşlık anlayışı bakımından sorunlu gözüküyor. Çünkü yurttaş olan kişinin, her şeyden önce sırf insan olmasından dolayı “değerli” olduğu ve bunun için haklara sahip olması gerektiği anlayışından yoksundur. Bunun sonucunda yurttaşlık hakları da, insan haklarına dayalı olarak türetilemiyor. Bütün yurttaşların temel hak ve özgürlüklere eşitçe sahip olabilmesi, sadece bir ulus devletine hukuksal ve aidiyet duygusuyla bağlı olmaya dayandırılıyor. İnsanın kendisi hesaba katılmadan bir yurttaşlık tanımlaması yapılıyor. İnsan kavramı ile yurttaş kavramı birbirini tamamlamaktan uzaklaşıyor. Böyle olunca, kişilerin bir devlette, medenî ve bazı siyasal haklara sahip yurttaşlar olması, onların insana özgü olanaklarının gerçekleşebilirliğinin önkoşullarını, yani insanca bir yaşam sürebilmenin koşullarını tek başına sağlayamadığı gibi, aynı zamanda böyle bir yurttaşlık anlayışı kişilerin devletle ilişkisinde, onlara insanlıkdışı ya da aşağılayıcı muamele edilmeme güvencesini de vermiyor.

Sonuç olarak denilebilir ki, bir devlette yurttaşlık, sadece bazı siyasal haklara ve ödevlere indirgenerek biçimsel olarak değerlendirilmemelidir. Yurttaş, kurumsallaştırılmış birtakım hakların varlığına bağlı değildir. Kant’ın aydınlanma tanımına dayanarak denilebilir ki, “yurttaş”tan, “sivil toplum”un ve “kamunun yönetimine” ilişkin kararlara başkasının yol göstericiliği olmadan kendi anlama yeteneğini bizzat kullanarak; düşünüp taşınarak ve eleştirel bir tutumla katılma yetisine sahip bir kişi anlaşılmalıdır. Fakat kişi bu yetisini her an aktif olarak

51

kullanmak zorunluluğu içinde değildir. Böyle bir güce –erginliğe, aydınlanmaya– sahip olması yeterlidir. Kişi sahip olduğu bu yetiyle oligarşik ya da otokratik bir yönetim içerisinde de bir yurttaş olarak varlığını sürdürebilir. Dolayısıyla böyle bir yurttaşlık anlayışının, ancak belirli bir siyasal yönetim biçimi –örneğin sadece demokrasiler– tarafından oluşturulabileceğinden ya da yalnızca demokrasilerde karşımıza çıkabileceğinden bahsedemeyiz.

52