• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: İNSAN HAKLARI KAVRAMI VE TEMELLERİ

1.4. İnsan Haklarına Dayalı Devlet ve Demokratik Devlet Ayrımı

Öncelikle “insan haklarına dayalı devlet” ile “insan haklarına saygılı devlet” anlayışlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. Bu iki kavram arasındaki fark yalnızca bir ifade ediliş biçiminden kaynaklı değildir. Çoğu zaman hoşgörü kavramıyla birlikte kullanılan “saygı” kavramı; bir kişiye, kişinin değerlerine ya da kültürlere pozitif duygusal bir tutum ve davranışta bulunma gerekliliğine karşılık gelmektedir. Fakat bu anlamda dile getirilen “saygı” kavramı ya da saygı konusu yapılan fikirler, temel –insan– hak ve özgürlüklere aykırılıklar içerebildiği gibi, her koşulda ve her bir kişide temel hakların korunması güvencesini sağlamamaktadır.

42

“İnsan haklarına dayanan devlet” ile kastedilen, felsefî bir bakış açısıyla insanı temel değer olarak gören bir fikir üzerine kurulmuş olan, insanı temel değer olarak kabul eden, kendi varoluş nedenini insan haklarının gerçekleştirilmesi ve korunması amacına dayandırılan devlet demektir. Burada devlet, insanın insanca varlığını sürdürmesi için vardır (Soysal, 1997: 127). “İnsan haklarına dayalı” ifadesi, devlete bir çeşit yol göstericilik anlamını taşır: Devletin kendi varlık alanı ve varoluş nedeni insan haklarının gerçekleştirebilmesi ve geliştirebilmesine dayalıdır. Devlet, bütün insanların insan hakları denen haklarını gerçekleştirip geliştirebilmesi, onlara bu bakımdan birtakım olanaklar sağlamak için vardır (Soysal, 1986: 47).

Yüzyılımıza kadar devlet kavramı, çoğu zaman “devlet nedir?”, “devletin amaçları nelerdir?” gibi benzer sorulardan hareketle, birçok teorik yaklaşımlar temelinde ele alınmıştır. Devlet, felsefenin eskiden beri sorun edindiği bir alan olmasına karşın, çoğu zaman siyaset bilimi içerisinden türetilen ilkelere dayanılarak ele alınmaktadır. Devlet teorilerinin birçoğu, devleti çeşitli toplumsal, ekonomik, siyasal düşüncelerden ya da birtakım önkabullerden hareketle kavramlaştırma ve açıklamaya çalışır. Dolayısıyla, bugüne kadar pek çok d e v l e t t a s a r ı m l a r ı türetilmiştir. Bu tasarımlardan hareketle, geçmişten yüzyılımıza kadar devletler, birbirinden çok farklı temel ilkelere göre kurulup yönetilmiş ve yönetilmektedir. Ne var ki, karşımıza çıkan teorilerde ve tartışmalarda, devlet kavramı ile insanın değeri bilgisi, yani insan hakları arasında bir bağlantı kurma çabasına pek rastlanmıyor. Devlet kavramı, çoğu zaman insan kavramından bağımsız bir kurum veya kurumlar dizisi olarak tanımlanmaktadır. Devlet, yalnızca belirli bir toprak parçası üzerinde siyasal ve hukuksal otoriteye sahip bir varlık olarak görülür; “siyasal teşkilâtlanma” ile eşleştirilir; devletin siyasal-idarî ya da psikolojik-sosyolojik olarak nasıl ortaya çıktığı üzerine ağırlık verilir. Günümüze kadar devlet teorilerinin birçoğu, ya “devlet”i kendisinden korku duyulan, “ezen” bir varlık olarak tanrılaştırırlar, ya da “devlet”i, gerek bireylerden gerekse başka devletlerden korunması gereken bir varlığa indirgerler. Devlet kavramı, antropolojik-ontolojik temellerden hareket eden felsefî bir bakış –ontolojik bir bakış– yerine, genellikle tarih, sosyoloji, siyaset ve ekonomi gibi bilim dalları içerisinde, birtakım önkabullerden –varsayımlardan– hareketle devletin n a s ı l o l m a s ı g e r e k t i ğ i açıklanmaya çalışılır. Devlet

43

olgusuna, bu türden bir yaklaşım, insanın varlık alanı ile devletin varlık alanı arasındaki ilişkinin doğru kurulamamasına ve dolayısıyla her iki varlık alanın birbirinden ayrı varlık alanları olarak değerlendirilmesine yol açar. Bundan dolayı kişi, devletin varlığı için, devlet de kişinin temel hak ve özgürlükleri için bir tehdit olarak görülür. Bu, tarafların karşılıklı olarak birbirinden korunması gerektiği varsayımı temelinde bir devlet anlayışıdır. Mengüşoğlu’nun ifadesiyle, devletin “kendi başına bir varlık”7 olarak görüldüğü devlet anlayışına karşılık gelir. Böyle bir devlet anlayışı, devlete ve insana antropolojik-ontolojik açıdan bakamamanın bir sonucudur.

Çünkü antropolojik-ontolojik temellerden yoksun, sırf bilimsel metodolojinin gözüyle bakış, “olması gereken” ile “varolan”ı birbirinden ayırır. Böyle bir bakış tarzı, varolanı meydana getirdiği gibi, olması gerekene yönelen ve olması gerekeni ele almaya yönelen bir bakıştır; nesne edinilenin varlık yapısını –neliğini– ve buradan yola çıkarak varolanın bağlantılarını görmeye çalışan bir bakış değildir. Devlet sorununa bu türden bir yaklaşım, insan ilişkilerinin, bu ilişkileri düzenleyen hukuk ve etik değerlerin yer aldığı devletin de, “varolan bir kurum” olarak görüleceği yerde, herhangi bir “sözleşmenin”nin ürünü olarak görülmesine neden olur. Devlet olgusuna bu türden bir yaklaşım, devlet için herhangi bir varlık niteliği, varlık koşulları tanımıyor. Devlet, insan denen varlık alanının dışına taşınarak “kendi başına bir varlık” olarak görülür. Böyle bir durumda “olması gerek”le “varolan”ı birbirinden ayırmak üzerinden hareket eden bilgi teorileri gözüyle bakıldığında; etik, hukuk ve devlet sorununa yalnızca gnosiolojik8 açıdan yaklaşıldığı görülür; ve hukuk

sisteminin ve devletin nasıl “olması gerektiği” üzerinde durulur. Hatta ütopik devlet teorileri, devleti yönetecek kişilerin nasıl olması (örneğin bunların filozof olması) gerektiğini bile peşinen belirlemeye başlıyor (Mengüşoğlu, 2005: 280-281).

7 Bkz. Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, 2005, s. 281.

8 Devlete gnosiolojik açıdan bakmak: devleti sadece “obje” olarak görmekten; insan denen varlığın

devletin varlık yapısındaki yerini gözden kaçırmaktan; insanın varlık yapısı ve varlık koşulları ile devletin varlık alanı ve varlık koşulları arasında karşılıklı zorunlu bulunan varlık bağlantılarından kopararak bakmaktır.

44

İnsan hakları kavramıyla zorunlu bir ilgi içinde olan devlet kavramından hareket edildiğinde ise, ilk yapılması gereken şey, devleti, insanın varlık alanı dışına iten ve onu “kendi başına bir varlık” olarak gören devlet anlayışından kurtarmaktır. Bu aynı zamanda, bir ülkede siyasal yönetim biçimi olarak demokrasinin kurulup işleyebilmesinin de önkoşuludur.

Bu açıdan düşünüldüğünde, devlet yalnızca belirli bir nüfusun üzerinde yaşadığı bir toprak parçası üzerinde kurulmuş bir dizi idari, hukukî ve siyasî kurumların bir araya gelmesiyle oluşan siyasal bir kurum değildir. Kuçuradi’nin ifadesiyle, “devlet her şeyden önce bir i n s a n kurumudur: yani temelini, sosyal kurumlar gibi tarihsel koşullarda değil, tür olarak insanın varlık koşullarında/yapısal özelliklerinde – biopsişik, toplumsal, kendine etik istemler getiren v.b. bir varlık olarak yapısında– bulur.” Devletin bu temel özelliği devletin bir insan kurumu olarak amacını belirler. Bu amaç: a) insanlar arasındaki kurulan toplumsal ilişkileri hukuk ilişkilerine –: adalete dayanan (insan haklarının korunmasını sağlayabilecek şekilde kurulan) ilişkilere– çevirmektir. Yurttaşlararası ilişkileri temel kişi haklarını hesaba katarak düzenlemek ve b) kamuyu yönetmektir: bütün yurttaşların temel kişi haklarına ilişkin ihtiyaçlarının eşitçe karşılanabilmesini sağlayacak şekilde ve adalet fikrinin gerektirdiklerine göre yönetmektir. Bunun gerçekleşmesi de, bu amaca uygun kurum ve kuruluşlar kurmak ve idare etmektir. Bu amacı bakımından ise devlet bir hukuk kurumudur. Hukuksal bir insan kurumu olarak devletin iki temel işlevi vardır: yurttaşların temel haklarını –insan haklarını– güvence altına almak ve yaşanabilmesini sağlamaktır. Bu iki işlev bir devletin bugünkü koşullarda görevlerini belirler (Kuçuradi, 2007a: 42-47). Bu, insan haklarına dayanan devlet anlayışıdır: devleti örgütlenmesini, açık felsefî bilgiyle içeriklendirilmiş insan haklarının gerektirdiği taleplere uygun olarak kurulan, normları da insan haklarına dayalı olarak türeten ve işleten devlet anlayışı (Kuçuradi, 2007a: 189). Daha önce ifade edildiği üzere, devlet kavramı üzerine gerek geçmişin gerekse bugünün teorik tartışmaların birçoğunda insan hakları ve devlet kavramı arasında bir bağ kurma çabalarına pek rastlanmıyor. Hatta daha da kötüsü teoride ve pratikte, devlet adını alan kurum, siyasal yönetim biçimi olarak demokrasi karşısında arkaplâna itiliyor ve ancak

45

demokratik bir siyasal yönetim içerisinde insan haklarının korunup geliştirebileceği düşüncesi ağırlık kazanıyor.

Oysa hangi biçimde olursa olsun çağımıza kadar ulaşmış –demokrasi, aristokrasi, otokrasi, monarşi gibi– yönetim biçimleri ile insan haklarına dayalı devlet anlayışı arasında yapısal olarak zorunlu bir ilişki yoktur. Bu açıdan düşünüldüğünde, “insan haklarına dayalı devlet” ile “demokratik devlet” birbirinden ayrılabilir kavramlardır, aralarında gerek kavramsal gerekse pratik açıdan yapısal anlamda zorunlu bir bağlantı bulunmamaktadır. Yönetim biçimi ya da yöntemi olarak gerek demokrasi gerekse tarihsel süreçle birlikte günümüze kadar ulaşan diğer yönetim biçimleri –ve çoğu zaman hükümet kavramı ile karıştırılan bu yönetim biçimlerinin yerine kullanılan devletler– genellikle bir araç9 düzeyine indirgeniyor. Oysa insan haklarına dayalı devlet, ontolojik olarak bir amaçtır. İnsan haklarına dayanan devlet anlayışında “devlet”, insanın değeri ya da insanın varlık bilgisinden hareketle nesne edinilen bir varlıktır. Devletin varlık alanı aynı zamanda insanın değeri bilgisinin, yani kişinin insana özgü bazı yapısal olanaklarının bütününü oluşturur. Burada, yurttaş ve devlet ile ilgili nesne edinilen her şey –özgürlük, adalet ve eşitlik gibi–, devletin ve insanın varlık alanlarının birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu bilgisine dayanır.

Bu açıdan düşünüldüğünde, “insan haklarına dayalı bir devlet”in varlık yapısı ya da varlık koşulları ile biçimsel anlamda çokpartili seçimlere indirgenmiş demokratik bir siyasal düzenin kurulup işleyişi arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Demokratik siyasal ya da toplumsal düzenin ve ilişkilerin egemen olduğu bir devlette, insan haklarına aykırı düşen bazı görüş ve fikirler yaşamını sürdürebilir, hatta meşru görülebilir. Bu yüzden demokratik devletin varlık yapısı ile antropolojik-ontolojik temellerden hareketle kurulup işleyen insan haklarına dayalı devletin varlık yapısı arasında derin ayrımlar vardır. Demokratik bir yönetimin kurulup işleyişi ve bu yönetim anlayışın

9 Araç ile kastedilen, birtakım ideolojiler ve teoriler bağlamında siyasal, toplumsal ya da ekonomik

gibi benzeri alanlarda kendiliğinden ortaya çıkan ya da belirlenen birtakım sorunların tanımlanması, daha sonra bu sorunlar ışığında oluşturulan –“ortak iyi”, “kamu yararı” veya “kamu ahlakı” gibi– bir dizi kavramlar ışığında, kamusal ve toplumsal alandaki sorunların çözümü için devlete rol biçilmesidir.

46

olaylara bakışı ya da olguları saptamasının, çoğu zaman doğrudan doğruya ontolojik temelli insan varlık bilgisine –insanın değerine– göre değil, tarihsel süreçle birlikte devamlı değişikliğe uğrayan doğru-yanlış, bilinçli-bilinçsiz pek çok bireysel, kültürel, siyasal ya da ekonomik önkabullere dayandığı görülmektedir. Demokratik devlet anlayışı, geçmişten yüzyılımıza kadar –günümüzde bile– bu önkabuller üzerinde temellendirilmeye çalışılır. Örneğin, “çoğunluğun kararına saygı duymak gerekir”, “seçimlerle oluşan meclisin varlığı temel kişi hak ve özgürlüklerin güvencesidir”, “yasama ve yürütme ayrıklığı” ya da “çokpartili siyasal yaşam ve seçimler demokrasinin vazgeçilmez unsurudur” gibi ifadeler ile dile getirilen birtakım önkabuller, “demokratik devletin” önkabulleridir. Söz konusu önkabuller aynı zamanda demokrasinin temel öncülleri olarak kabul edilmektedir. Siyasi düşünceler tarihi boyunca, demokratik devlet anlayışının gerektirdiği amaç ve hedefler, söz konusu önkabullerin bilgisinden hareketle belirlenmiştir ve belirlenmeye devam etmektedir. Fakat insan haklarının bilgisel değeriyle içeriklendirilmeyen önkabuller/varsayımlar ve bunların üzerine kurulup işleyen demokratik devlet anlayışı, d e s p o t i z m kadar tehlikeli olabilir.

Demokratik devlet ile amaçlanan, devletin n a s ı l o l m a s ı g e r e k t i ğ i dir. Burada “devlet” kavramı, nesne edinilen bazı önkabullerin/varsayımların bilgisine dayanır. Bu yüzden demokratik devlet kavramı, insan haklarına dayalı devlet anlayışının aksine, hem “normatif” hem “empirik” olmak üzere iki farklı anlamda ele alınır. Bu iki devlet anlayışındaki farklılık, demokratik yönetimin temellendirilmesi ya da işleyişinde dikkate alınan söz konusu bu kabullerin bilgisel değerinden ve yapısal özelliğinden ileri gelir. Demokratik devletin varlık yapısı ve koşullarına, yani demokratik bir örgütlemenin kurulup işleyişine, –bireysel özgürlük, çoğulculuk, çokpartili siyasal yaşam, seçimler, kamu yararı, kamu ahlâkı gibi– nesne edinilenlerin, varlık yapısından hareketle ulaşılmaya çalışılır. Devlet kendisine nesne edindiği önkabullerden ve bunların sınırlılığı ölçüsünden hareketle hak ve özgürlükleri belirler. Devletin kendisi bu haklar ve özgürlükler düzenine dayanır. Fakat nesne edinilen bu varlıkların varlık yapısı ve varlık koşulları, bir devleti demokratik yapabildiği gibi, aynı zamanda bütün yurttaşların insan haklarını tehlikeye sokan bir devlet anlayışına da dönüştürebilir. Bu yüzden insan haklarının

47

korunmasının güvence altına alınabilmesi için, bir devlette esas ve öncelikli olan çokpartili siyasal düzene ve seçimlere indirgenmiş bir demokrasi –demokratikleşme– değil, insan haklarına dayalı bir devlet anlayışı ve bu devlet anlayışı bilgisiyle donatılmış yöneten ve yönetilenlerin sayısının artmasıdır. Ne var ki, bugün birçok ülkede yurttaşlık anlayışı, gerek teorik düşünce alanında gerekse pratikte insan hakları açısından oldukça sorunlu gözüküyor. Bu yüzden söz konusu kavramların yeniden belirlenmesi –sınırlarının tekrar çizilmesi– gerekmektedir.