• Sonuç bulunamadı

Günümüzde iletişim olgusunun toplumsal yaşamda temel bir öğe olarak nitelendirilmesi ve insan davranışlarının tamamının iletişim süreci içinde şekillenmesi, iletişimin toplumbilimsel bir çalışma alanı olarak düşünülmesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle birçok iletişim kuram ve yaklaşımı, belli toplumbilimsel kuramlara dayanmaktadır. Toplumbilimin araştırma kökenlerinin 19’uncu yüzyılda atıldığı düşünülecek olursa, iletişim araştırmalarının da toplumbilimsel araştırmalarla aynı tarihte başladığı varsayılabilir. Oysa iletişim bilimi insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü iletişim, insanın ve toplumun bir yansıması olarak kabul edilmektedir. İletişim bilimi sadece bir çağın ya da belli bir uygarlığın tartışma konusu değildir. Ancak iletişim araştırmalarının önem kazanması ve yaygınlaşması, basın, radyo ve sinemanın, bir başka deyişle, kitle iletişim araçlarının ortaya çıktığı ve toplumu etkilemeye başladığı tarihtir (Tekinalp ve Uzun, 2004:1).

Bu bağlamda kitle iletişim araçlarının toplumdaki işlevlerini konu alan ve böylelikle iletişim sürecinin siyasal, ekonomik, toplumsal faktörlerle ilişkisini irdelemeye çalışan kitle iletişim araştırmaları, esasında toplumbilimlerin temel araştırma yöntemlerini kullanmaktadır. Bu araştırmaların bazıları laboratuvarda yürütülürken, bazıları mülakat yöntemine, bazıları gözleme başvurmaktadır. Bir kısım çalışmalar ise masa başında belgelerin incelenmesine ve önceden yayınlanmış bilgilerin bir araya getirilmesine, başka bir değişle tarihsel yönteme dayanmaktadır (Yumlu, 1994:66).

Modern iletişim araştırmalarının tarihsel kökleri, bilim çevrelerinin Sanayi Devrimi’nin yaşam örüntülerinde meydana getirdiği değişikliklere ilişkin sistematik araştırmalara başladıkları 19. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bu dönemde öncelikle okuryazarlığın yayılması ve bunun bir yansıması olarak popüler edebiyatın gelişmesi ile birlikte birçok araştırmacı, kamuoyunun oluşması ve dile getirilmesinde en güçlü organ olarak değerlendirilen günlük gazetelere dikkatlerini yöneltmişlerdir (Lang, 2005:27).

Dolayısıyla kitle iletişimini bilimsel olarak açıklama girişimleri ilk önce gazetelere yönelik olmuştur. Söz konusu öncü çalışmalarda basın ve toplum arasındaki bağ irdelenmiş ve çoğunlukla basının etkisine dayanan toplumsal işlevler üzerinde durulmuştur. Bu ilk çalışmaların basın odaklı olmasının nedeni ise; o dönemde egemen kitle iletişim aracı olarak gazetelerin başı çekmesidir. Bu durum Amerika ve Avrupa’da 1900’lerin başında magazin ve dergilerin de yaygınlaşmasıyla daha da bariz bir duruma gelmiştir. İlk çalışmalar 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, bu araştırmaların kuramsal çerçeveleri de, psikoloji, sosyal-psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ve kültürel antropoloji gibi sosyal bilimlerin kuramsal yaklaşımları içinde kalmıştır.3

Bu yaklaşımlar Freud’dan, Maslow’dan, Weber’den, Durkeim’den, Comte’den ve G.H. Mead’den oldukça etkilenmiş yaklaşımlardır (Erdoğan ve Alemdar, 2002:41).

Diğer yandan, 19. yüzyılda kapitalizmin gelişmesi ve özellikle kitle üretiminin egemen hale gelmesiyle kentlerde “kitle” denilen kalabalıkların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu dönemde kitleleri birleştirme, bütünleştirme ve onlarla ilişki kurma noktasında iletişimin çok önemli bir rolü olduğu anlaşılmıştır. Aynı dönemde sosyolojinin de bir bilim dalı olarak gelişmesiyle, bu alandaki egemen yaklaşım, toplumu bir organizmaya benzetmiş ve toplumsal olay ve olguları işlevselci bir yaklaşımla irdelemiştir. Bu yaklaşım bağlamında iletişime, özellikle kapitalist toplumsal işbölümünde, üretimin örgütlenmesinde ve ekonominin düzenlenmesinde işlevsel bir misyon yüklenmiştir (Yaylagül, 2006:15).

20’nci yüzyılın ilk yıllarından itibaren artık disiplin olarak adı konulmasa bile iletişime gönderme yapan, iletişimin insan ve toplum yaşamındaki önemini kavrayan,

3

Söz konusu yaklaşımlar perspektifinden bakıldığında iletişim zaten psikoloji, sosyal psikoloji, toplumbilim, dilbilim, ekonomi, siyaset, felsefe ve tarih alanını da barındıran bir disiplin olarak gösterilmektedir. Dolayısıyla iletişim araştırmalarının alanı, herhangi bir toplumsal alanla, disiplinle ya da bir disiplin içindeki özel uzmanlık alanlarıyla sınırlı değildir. İletişimin, salt kendi yaklaşım ve teorileriyle ayakta duran ayrı bir bilim olup olmadığı konusu toplumbilimciler arasında zaman zaman tartışma konusu olmuştur. İlk iletişim araştırmalarının Amerika’da toplumbilimciler tarafından yapılması, iletişim ve kitle iletişiminin toplumbiliminin bir araştırma konusu olduğu yolunda uzlaşım yaratmış; diğer taraftan örneğin, psikolog ve sosyal psikologların kişilerarası iletişim alanında tutum, ikna ve propaganda üzerine yaptıkları araştırmalar da iletişim sorunsalını psikoloji ve sosyal psikoloji alanına sokmuştur (Tekinalp ve Uzun, 2004:3-5).

geleceğin önemli bir bilimsel disiplini olacağı öngörüsüne sahip olanların alana ilgi göstermeye başladıkları görülmektedir (Güngör, 2011b:25). Bu yeni bakış açısıyla ortaya konan ilk araştırmalar, kitle iletişim araçlarının topluma sunulması ve yoğun olarak kullanılmaya başlanmasından sonradır. Bahse konu araştırmalar, öncelikle gazetelerle ilgili olarak yapılırken, radyonun 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde yaygınlaşmaya ve toplumları etkilemeye başlamasından sonra bu kez radyonun etkileri ile ilgili olarak yapılmaya başlanmıştır (Aziz, 2010:175).

Sözü edilen öncü araştırmalar, 1920’lerde Avrupa ve Amerika’daki siyasal ve ekonomik koşulların (I. Dünya Savaşı, 1929 krizi, vb.) yarattığı tartışma gündeminde ilk sıralarda yer alan kamuoyu ve propaganda konularında gerçekleştirilmiştir. Bu konuların araştırmaların odak noktasına konması ise psikoloji temelli “uyarı-tepki” kuramının egemenliğini getirmiştir. Bu yaklaşım çerçevesinde kitle iletişimle ilgili olarak doğrudan etkiyi anlatan “taşıma kemeri”, “hipodermik iğne” ve “sihirli mermi” kuramları ortaya konmuştur. Nitekim ortaya konan bu yaklaşım ve araştırmalar, ana akım olarak nitelenen ve içinde birden fazla yaklaşımı içeren, çeşitli ölçüde tutucu-liberal karakter taşıyan yaklaşımlardır (Erdoğan ve Alemdar, 2002:44). Bu noktada kitle iletişim araştırmaları akımının kavramsal donanımına ilişkin ilk yapıt, 1927 tarihli ve Harold D. Lasswell imzalı “Dünya Savaşı’nda Propaganda Teknikleri” (Propaganda Techniques in the World War) adlı eserdir. I. Dünya Savaşı’nın ardından basın yayın faaliyetlerinin tüm siyasal iktidarlar için vazgeçilmez unsurlar oldukları görülmüştür. Bu dönemde telgraf ve telefondan başlayarak radyo iletişimiyle birlikte sinemaya değin tüm iletişim teknikleri kayda değer bir yükseliş göstermiştir. Lasswell’e göre propaganda, kitlelerin katılımını sağlayacak tek araçtır ve yalın bir araç olarak “bir su pompası manivelasından” daha ahlâklı ya da daha ahlâksız değildir. İyi amaçlarla olduğu gibi kötü amaçlarla da kullanılabilir. Dolayısıyla bu araçsal yaklaşım açısından medya, sınırsız bir güç olarak gösterilirken medya izleyicileri de uyarı-tepki şemasına körü körüne bağlı kişiliksiz bir hedef gibi düşünülmüştür (Mattelart ve Mattelart, 1998:29).

İlk dönem Amerikan merkezli araştırmalarda önemli bir yeri olan Chicago Okulu’nun üyeleri ise modernleşme ve kentleşme gibi süreçleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmışlardır. 1892’de kurulmuş olan Chicago Okulu, adını aldığı kentte sosyoloji, antropoloji, kültür, sosyal patoloji, sosyal psikoloji, kentsel ekoloji, etnografi alanında çalışmalar yapmışlardır. Öte yandan Chicago Okulu üyelerinin iletişim bilimleriyle ilgisi, bunların toplumsal yaşamı bir etkileşim sistemi olarak görmelerinden kaynaklanır. Buna göre toplumsal yaşamda kolektif faaliyetler, kültür ve dil aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan simgesel ve moral bir dünyada gerçekleşir. Dolayısıyla Okul, toplumsal ilişkilerin iletişim aracılığıyla yürüdüğüne dikkat çekmiştir. Burada ortaya konan çalışmaların hepsi, davranış psikolojisinden hareket eden çalışmalardır. Böylesi bir durum iletişim çalışmalarında davranışçı yaklaşımın özellikle iletişim araçlarının izleyici üzerindeki etkisinin ortaya çıkarılmasında görgül (ampirik) sınamalara baş vurulmasına yol açmıştır (Yaylagül, 2006:19-20).

İlk araştırmalar genel olarak, alıcıların belli bir iletiye karşı belli bir davranışı konusunda doğrudan ya da anında neden-sonuç ilişkileri üzerine yapılandırılmıştır. Güçlü etkiler dönemi diye de adlandırılan bu süreç içindeki çalışmalar, iletilerle iletişim sürecinin öteki öğeleri arasındaki ilişkilerin karmaşıklığını göstermiştir. İşlevselci yaklaşım içindeki bazı araştırmacılar ise bu modele toplumun genel işleyişi ekseninde önemli bir görüş eklemiştir. Buna göre toplum, farklı öğelerinin üstlendikleri işlevlerle tanımlandığı organik bir bütünlüktür. Araştırmacılar, bazı olayların belli bir toplumsal sistemin işleyişini nasıl etkileyebileceklerini incelemiştir. Dolayısıyla kitle iletişimi, araştırmacıların nezdinde toplumu etkileyebilecek toplumsal olaylardan biri gibi algılanmıştır. Böylece bu yeni bakış açısı altında halkın kitle iletişimini “kullanımları” ve bundan elde ettiği “doyumlar” mercek altına alınmıştır. Özellikle 1940’lı yıllardan başlayarak gelişen bu yeni paradigma, ilk dönem çalışmalarında ortaya konan güçlü etkiler savının çok doğru olmadığını iddia etmiştir (Bourse ve Yücel, 2012:80).

Kitle iletişim araştırmalarındaki bu yeni paradigmanın öncü isimleri, 1940 yılında ABD Başkanlık seçimlerinde “Halkın Tercihi” adlı çalışmaya imza atan

Lazarsfeld ve arkadaşları olmuştur. Pazar ve kitle iletişim araştırmasının, niceliksel ve niteliksel ampirik sosyal araştırmanın babası, modern ampirik sosyolojinin kurucusu olarak nitelendirilen Lazarsfeld’in (Chaffee ve Rogers’den aktaran Erdoğan, vd., 2005:36) yürüttüğü ve seçmen davranışlarının incelendiği araştırmada, kitle iletişim araçlarının seçim zamanlarında insanların oy verme tercihlerine çok az etkide bulunduğu; araçların önceden edinilmiş inançları pekiştirdiği saptanmıştır. Kitle iletişim araştırmalarının seçim davranışlarında meydana getirdiği değişim ise “iki aşamalı akış” modeliyle açıklanmaya çalışılmıştır (Yumlu, 1994:41). Sonuç olarak, araştırmacıların objektiflerini izleyicilere doğru çevirmesiyle iletişim alanının ilk yirmi yılına damgasını vuran güçlü etkiler yaklaşımı yerini sınırlı etkiler yaklaşımına terk etmiştir

Yine bu dönem içinde, ABD Ordu Araştırma Birimi’nin bir parçası olarak Carl Hovland’ın başkanlığını yürüttüğü bilişsel ruhbilimciler tarafından ikna konusunda çalışmalar yapılmıştır. Bu ruhbilimci grubu, silahlı kuvvetlere yeni kaydolanlar için ordunun hazırlamış olduğu farklı oryantasyon filmlerinin etki gücünü araştırmıştır. İzletilen propaganda filmlerinin askerlerin savaşa karşı ilgi düzeylerini çok fazla değiştirmediği saptanmıştır. Savaştan sonra, bu araştırma grubunun mensupları yeni değişkenleri kullanmak ve önceden kullanılanları daha da geliştirmek suretiyle bu araştırma çizgisini sürdürmüşlerdir (Lang, 2005:34).

1960'lı yılların ardından geleneksel etki araştırmalarının yanı sıra, iletişim kurumları ve sisteminin diğer sistemlerle ilişkileri sorgulanmaya başlanmıştır. Bu bağlamda kitle iletişimi, iletişim araçlarının içerisinde faaliyet gösterdiği toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel sistemle ilişkileri çerçevesinde ele alınmaya çalışılmıştır. Nitekim 1960'lı yılların sonlarına kadar yapılan araştırmalar sonucunda, kitle iletişim araçlarının mevcut toplumsal ve ekonomik düzenin pekiştirilmesi veya güçlendirilmesi biçiminde bir etkisinin söz konusu olduğu ileri sürülmüştür. Bu dönemi takip eden süreç içinde, teknolojik gelişmelerin ve televizyonun yaygınlaşmasının da etkisiyle kitle iletişim araçlarının etkileri konusunda geliştirilen "gündem kurma" ve "suskunluk sarmalı" gibi kuramlar, araçların birey ve toplum üzerinde güçlü etkiler oluşturduğu yönündeki görüşlerin yeniden ağırlık kazanmasına

neden olmuştur. Böylece kitle iletişim araçlarının doğrudan ve kısa vadeli etkileri olduğu yönündeki görüşler yerine; araçların birey ve toplum üzerinde dolaylı ve uzun vadeli etkilere yol açtığı şeklindeki görüşler taraftar bulmaya başlamıştır (Işık, 2002: 25).

Amerika’da başlatılan bu ampirik araştırmalara çeşitli vakıflar, sosyal kuruluşlar tarafından parasal kaynak aktarılması ve birtakım özel şirketler tarafından desteklenmesi nedeniyle söz konusu çalışmalar kurumsal ya da yönetsel araştırmalar olarak adlandırılmıştır. Yönetsel araştırmalar, belli bir hedefe yönelmiş ve araçsal çalışmalardır. Bunlar çoğunlukla belli konularda, örneğin yayın kuruluşlarının üretim ve tasarımında kullanılırlar. Genel olarak hükümetlerin, siyasetçilerin, ordu gibi kurumların yönetsel amaçlarını gerçekleştirmeleri üzerinde çalıştıkları söylenebilir. Yönetsel iletişim araştırmalarının bir bölümü de reklam ve halkla ilişkiler gibi iletişim kurumları için gerçekleştirilir. Yönetsel araştırmalar sonuç olarak kamu veya özel sektör kurumlarının yönetim gereksinmeleri bağlamında ve onların hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla yapılan araştırmalardır (Geray, 2004:43).

Ancak akademik kaygılardan ziyade kurumsal yarar adına yapılan bu yönetsel araştırmaların sonuçlarının kitaplaştırılarak kamuoyuna duyurulmasıyla iletişim disiplini uzun süre Amerikan ampirik geleneği ile özdeş görülmüştür. Böylesi bir durum, Amerika dışında iletişim çalışmalarının yapılıp yapılmadığı sorusunu akıllara getirmektedir. Elbette İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin birçoğunda da iletişim araştırmaları gerçekleştirilmiştir. Hatta Avrupa merkezli bu çalışmaların çoğu köklü üniversitelerin bünyesinde yapıldığı için daha bağımsız ve etkiye kapalı bir özellik taşımıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde iletişim çalışmalarına yön veren önemli merkezlerden birisi Frankfurt Okulu olmuştur. Marksist düşüncenin etkisi altında eleştirel bir toplum kuramı geliştirme çabasındaki Frankfurt Okulu düşünürleri, kitle iletişim araçlarıyla, kültür ve ideoloji üretimi sorunsalına ilgi göstermişlerdir (Güngör, 2011b:32).

Bu bağlamda belirtilmesi gerekir ki, birçok iletişim araştırmasının temelinde daima ideoloji sorunsalı olmuştur. İdeoloji, siyaset biliminin, iktisadın, hukukun,

toplumbilimin ve birçok benzer bilim dallarının uğraştığı, tezler ürettiği bir konudur. İletişim bilimi de uzun uzun ideoloji sorunuyla ilgilenmiş, buna yönelik olarak tez ve karşı tezler üretmiştir. Başta İngiltere olmak üzere Kıta Avrupa’sında filizlenen eleştirel araştırmalar, etkiyi inceleyen ana akım Amerikan yaklaşımının aksine, toplumbilim, ekonomi, göstergebilim, siyasal felsefe, edebiyat, psikoloji ve tarih gibi çalışma alanları çerçevesinde toplumsal iktidar ile iletişim arasındaki ilişkiyi irdelemiştir (Tekinalp ve Uzun, 2004:52).

İletişim araştırmalarında farklı bir dönemi işaret eden Frankfurt Ekolü ya da bir diğer ismiyle eleştirel kuramın kökleri Hegelciliğe ve genelde Batı Marksizmi’ne kadar götürülebilmektedir. Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü ile birlikte anılan eleştirel yaklaşım, Marksizm’in son altmış yılı aşkın bir zamandır psikanaliz ve sistemler kuramı gibi birçok akımdan yararlanan çok değişik bir kolunu ifade etmektedir. Frankfurt Okulu, 1923 yılında sosyalist araştırmalar yürütecek bir merkez olarak kurulmuştur. Bu okulun en önemli isimleri Nazi Almanyası’nda Hitler’in yükselişe geçmesiyle birlikte Amerika’ya göç etmiş ve birçoğu savaştan sonra da orada kalmıştır. Bu ekolün en tanınmış simaları Theodor Adorno, Max Horkheimer ile Herbert Marcuse, Leo Lowenthal, Karl Wittfogel, Eric Fromm ve Jurgen Habermas gibi isimler olmuştur. Kötümser bir bakış açısıyla ün yapan Okul, ilk kurulduğu andan itibaren Ortodoks Marksizm’e eleştirel bir açıdan yaklaşmış, iktisadı temel alan geleneksel açıklama biçimlerinden vazgeçerek ideolojik ve siyasal analizlere girişmişlerdir (Marshall, 1999:179-180).

Eleştirel kuram içerisinde Adorno ve Horkheimer, özellikle kültürdeki totaliter eğilimlere duyarlı bir duruş sergilemişlerdir. Bu noktada, insanların ve kültürel biçimlerin 20’nci yüzyılda kitle iletişim araçları tarafından metalar haline dönüştürülmeleri sürecinin, insanın gerçeği gerçek olmayandan, ussalı ussal olmayandan ayırma yetisini yıkmış olduğunu vurgulamışlardır. Kültür endüstrisi tartışmalarıyla dikkat çeken bu araştırmacılara göre, kitle iletişim araçlarının koşullaştırıcı imge ve ürünleri, tüm üreticileri edilgen tüketiciler haline getirmeyi amaçladığı için, hem üreticinin hem de ürünün özerkliği pazar koşullarıyla

sınırlandırılmıştır. Bu nedenle bireyin öznelliği yok edilerek zihinlerin özerkliği ortadan kaldırılmıştır (Zipes, 2005:228-229).

İletişim araştırmalarına bir diğer önemli katkı ise İngiliz kültür düşünürlerinden gelmiştir. 1920’lerin başlarından itibaren kültür konusuna yoğunlaşan Hoggart, Thompson, Williams gibi kültürelciler, daha sonra iletişim alanında hatırı sayılır bir yer edinen İngiliz Kültürel Çalışmalar ekolünün kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir (Güngör, 2011b:32). Daha antropolojik bir yaklaşımı benimseyen bu ekol, genel olarak kültürel üretimin ve simgesel biçimlerin toplumsal koşullanması; kültürel deneyim ve bu deneyimin sınıf, cinsiyet, yaş ve etnik ilişkilerce biçimlenmesi; ekonomik ve siyasal kurumlar ve süreçlerle kültürel biçimler arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaşmışlardır (Mutlu, 2008:197-198).

İngiliz Kültürel Çalışmalar geleneğinde yer alan araştırmacılar, kitle iletişime yönelik analizlerinde, medyayı egemen sınıfın görüş ve düşüncelerini yayan ideolojik aygıtlar olarak görmüşlerdir. Bu analizleri gerçekleştirirken de sıklıkla Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” ve “devletin baskı aygıtları” kavramları ile Gramsci’nin hegemonya ve tahakküm kavramlarına gönderme yapmışlardır. Yine bu yaklaşım içerisinde önemli bir isim olan Stuart Hall’ın “kodlama ve kodaçımlama” kavramsallaştırması ise klasik Marksist gelenekten farklı olarak yeni bir perspektifin kapısını aralamıştır (Yaylagül, 2006:116-117).

McQuail ve Windahl (1997:20-21)’a göre, kitle iletişim araçlarının tek yönlü gücünü azımsayan eğilimlere rağmen 1970 ve 1980’lerde eleştirel kuramın güçlü bir şekilde gelişmesi; kitle iletişim araçlarının basitçe sosyal etkinin tarafsız kanalları olmadığı, aksine ekonomik ve siyasal gücü olanların avantajlarını arttırdığı yolundaki algılamayı kuvvetlendirmiştir. Toplumda kitle iletişim araçlarının sürekli etkisi konusunda var olan şüphe, kitle iletişim kurumuna ve onun çevresel unsurlarla yapısal ilişkisine, özellikle haber seçimi ve sunuma etki edecek olanlara, daha çok dikkat edilmesi gerekliliğini beraberinde getirmiştir.

1980’lerden günümüze ise iletişim bilimindeki farklı yaklaşımların birbirine daha çok yaklaşmaya ve bir araya gelmeye başladığı görülmektedir. Sosyal bilimler

içerisinde giderek sayısı artan ve ağırlığını hissettiren iletişimci akademisyenler, farklı yaklaşım ve yöntemlerle iletişimi anlamlandırma arayışlarını sürdürmektedirler. Son zamanlarda daha çok eleştirel çalışmalara yönelik ilgi artarken; özellikle kültürel çalışmalara ve feminist çalışmalara yönelim de yükselmektedir. Etnografi yöntemini kullanan daha fazla çalışma dikkati çekerken, zihinsel yapıyı ve bilişsel süreci incelemeye yönelik, arkadaşlık ve aile ilişkilerini anlamaya yönelik farklı disiplinlerin zenginliklerini de içine alan çalışmalar gerçekleştirilmektedir (Yüksel, 2013:11).

Modern anlamda iletişim araştırmalarının yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi olduğu hesaba katılırsa, bu noktaya kadar sadece bir kısım öncü yaklaşımların seçilip özetlendiği görülmektedir. Çalışmanın kuramsal dayanağı çerçevesinde iletişim yaklaşımlarının hepsine değinmek mümkün değilse bile, devam eden başlıklar altında ilgili araştırmalara biraz daha yakından bakılmaya gayret edilecektir.