• Sonuç bulunamadı

Pozitif Yükümlülüklerin Türleri: Usuli-Esasi Yükümlülükler

B. Pozitif Yükümlülük

2. Pozitif Yükümlülüklerin Türleri: Usuli-Esasi Yükümlülükler

AİHM, Öneryıldız-Türkiye Büyük Daire kararında (Başvuru no. 48939/99, 31 Kasım 2004) usuli yükümlülükler ve esasi yükümlülükler arasında açıkça ayrım yapmıştır. Buradaki ayrımın altını çizen ölçüt devletten beklenen eylemin esasında yatmaktadır. Bu nedenle güvence altına alınan hakların tam olarak kullanılabilmesi için gerekli temel tedbirler, örneğin polis müdahalesini düzenleyen uygun kurallar koymak, kötü muamele veya zorla çalıştırmayı yasaklama, cezaevlerinin donatılması, transseksüellerin hukuki statüsünü resmen tanımak, Sözleşme kurallarını evlat edinme prosedürüne veya daha geniş bir şekilde aile hukukuna vb.

dâhil etmek, alınması gereken esasi yükümlülüklerdir. Usuli yükümlülükler ile ilgili olarak, bu yükümlülükler kişilerin daha iyi bir şekilde korunması için iç hukuk prosedürlerinin düzenlemesini gerektiren ve nihayetinde hakların ihlallerine karşı yeterli hukuk yollarını gerektiren yükümlülüklerdir. Bu durum (haklarının ihlal edildiğini ileri süren) bireylerin etkili bir soruşturma hakkının ve daha geniş bir bağlamda, devletin hem etkili hem de caydırıcı cezai mevzuat çıkarmak gibi görevine karşı bir arka plan sağlamaktadır. (Kombe, 2008: 16–17) Usuli yükümlülüklere soruşturma yükümlülüğü de denebilir. (Doğru, 2007)

Usuli yükümlülükler, esasi yükümlülüklerin uygulamaya geçirilmesine ve onlardan daha iyi yararlanılmasına hizmet ettiği gibi, devlet müdahalesine karşı da etkili bir savunma sunarlar. Usuli yükümlülükler, yerine getirdikleri ikili fonksiyon

nedeniyle özellikle pozitif yükümlülükler açısından önemlidir: Bunlar, bir yandan, salt şeklî garantilerdir ve bu yönüyle devletin takdir marjı üzerinde pek fazla bozucu etki yapmazlar; diğer yandan da herhangi bir daha fazla bağımsız talep olmaksızın devletin istisnasız saygı duyması gereken asgari pozitif garantiler niteliğindedir.

(Dröge, 2003: 383)

AİHM kararlarında usuli ve esasi yükümlülükler arasında etkileşim olduğu görülmektedir. Mahkeme, önüne gelen bir davada esasi bir hakkın (örneğin yaşam hakkı) ihlal edilip edilmediğini kontrol etmekle kalmamaktadır. Mahkeme ayrıca ulusal makamların bu hakkı ihlal ettiği ileri sürülen olaylar ile ilgili olarak etkili bir soruşturma yürütüp yürütmediklerini veya tahmin edilen mağdura etkili iç hukuk yolu sağlayıp sağlamadığını da kontrol edecektir. Mahkeme ileri sürülen madde uyarınca bir veya her iki düzeyde bir ihlalin söz konusu olabileceğine hükmedebilir.

(Kombe, 2008: 17)

Usuli yükümlülüklerin yerine getirilmeleri veya getirilmemeleri ayrıca esasi hakkın ileri sürülen ihlalin değerlendirilmesinde bir rol oynayabilir. AİHM’in, Tanış ve diğerleri-Türkiye kararı (Başvuru no. 65899/01, 2 Ağustos 2005) buna bir örnektir; burada Mahkeme iç hukuk prosedürlerindeki eksiklikler ve makamların soruşturmada üzerlerine düşen özen görevini yerine getirmemiş olmaları nedeniyle kaybolan bir kişinin hayatına müdahale edildiği sonucuna varmıştır. (Kombe, 2008:

17)

Devletlerin yerine getirmesi gereken usuli eylemlerdeki bir eksiklik (örneğin etkili bir soruşturma yürütme), Mahkeme’nin devleti hem esasi hakkın ihlal edilmesinden dolayı hem de usuli yükümlülüklerin yerine getirilmemiş olduğundan dolayı sorumlu tutmasına yol açabilir. Bu durum Kurt - Türkiye kararından (Başvuru no. 24276/94, 25 Mayıs 1998) bu yana 3. madde kapsamında yapılan başvurularda karşılaşılan özel bir hipotezdir. Burada etkili bir soruşturmanın bulunmaması kendiliğinden bir yerine getirmeme anlamına gelmektedir. Fakat bu durumun kaybolan kişinin ailesini etkilediği durumda, buna ek olarak insanlık dışı ve/veya onur kırıcı muamele anlamına gelebilir. (Kombe, 2008: 17)

Pozitif yükümlülükler alanı içinde, usuli ve esasi yükümlülükler birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Usuli garantiler, devletin iradesi üzerinde küçük bir bozucu

etki yapmasının yanı sıra, bireye asgari bir garanti sağlama avantajına da sahiptir.

Esasi yükümlülükler ise, usuli garantilere anlam kazandırır ve bazen tamamlayıcı rol oynayarak onu daha ileri bağımsız bir yükümlülüğe dönüştürür. (Dröge, 2003: 389) 3. Pozitif Yükümlülükler ve Sözleşme’nin Yatay Boyutu

İnsan hakları hukuku kural olarak birey-devlet ilişkisi üzerine kuruludur.

Teknik anlamda insan haklarını ancak ve ancak devlet ihlal edebilir. Bu insan hakları anlayışı, tarihsel bir gelişimin sonucudur. Bu duruma insan hakları hukukunda dikey boyut (etki-uygulama) denir. Yani bir olayın insan hakkı kapsamına girebilmesi için sorunun kaynağı devlet makamları olmalıdır. Kural bu olmakla birlikte, özellikle Alman anayasa hukuku doktrinin etkisiyle, insan hakları sözleşmelerinin yatay boyutundan söz edilir olmuştur. Alman doktrininde buna “Drittwirkung”

denmektedir. (Gemalmaz, 2005: 94–95; Ovey ve White, 2006: 38)

Yatay boyut, insan haklarının özel kişiler arasında korunması anlamına gelmektedir. (Çavuşoğlu, 1992: 140; Dröge, 2003: 281; Gemalmaz, 2005: 32; Poroy, 2006: 1006; Kombe, 2008: 14) İnsan haklarının yatay boyutunda, bireyin başka bir özel şahsın müdahalesine karşı korunması yükümlülüğü söz konusudur. (Dröge, 2003: 381) Günümüz modern insan hakları anlayışında devletler sadece dikey ilişkilerden kaynaklanan aykırılıklardan sorumlu değil aynı zamanda toplumdaki bireyler arasındaki özel ilişkilerden kaynaklanan yatay ihlallerden dolayı da sorumludurlar. İnsanın gelişimi için önemli bir ön koşul olan insan haklarının özel yapısı, hem birey ile devlet ve hem de bireylerin kendi aralarındaki ilişkilerde ortaya çıkabilmektedir. (Poroy, 2006: 1011)

Yatay boyut ile ilgili ilk olarak söylenmesi gereken insan hakları belgelerinin yatay uygulanmasının devletlerin bağlı bulundukları sözleşmeden doğan pozitif yükümlülüklerinin bir sonucu olmasıdır. (Çavuşoğlu, 1992: 140) İkinci söylenmesi gereken, ilgili belgenin yatay uygulanmasının söz konusu olduğu hallerde dahi, bu belgenin ihlalinden taraf devletlerin sorumlu olduğu gerçeğinin değişmemesidir.

Üçüncü kişiler ihlalden ötürü sözleşme bakımından sorumlu tutulamazlar.

Dolayısıyla, teknik bakımdan böyle bir durumda da insan haklarını ihlal eden yine taraf devletlerdir. Burada söz konusu olan, taraf devletlerin doğrudan

sorumluluğunun genişlemesidir. Bu, yatay uygulamanın pozitif yükümlülüklerle olan koparılamaz ilişkisinin sonucudur. (Gemalmaz, 2005: 96)

AİHS ile ilgili yatay boyut, Mahkeme tarafından ilk olarak Young, James ve Webster-Birleşik Krallık davasında (Başvuru no. 7601/76, 13 Ağustos 1981) üstü kapalı olarak ele alınmıştır. Young, James ve Webster olayında başvurucular, çalıştıkları kurumdaki iki sendikadan birine girmeye zorlanmalarının ve iki sendikaya da girmemeleri üzerine işveren tarafından açık yasa hükmüne dayanarak işten çıkarılmalarının AİHS’in 11. maddesine aykırılığı iddia etmişlerdi. Mahkeme, işverene sendikaya girmediği için işçiyi işten çıkarma yetkisini veren yasayı Sözleşme’ye aykırı bulmuştu. Çünkü iç hukuk, başvurunun yapıldığı sırada şikâyet konusunu hukuka uygun kılmaktadır. Mahkeme bunu ortaya koyduktan sonra şikâyete konu olan işverenin kamuya mı yoksa özel sektöre mi ait bulunduğunu incelemeyi gereksiz bulmuştu. Mahkeme, eğer şirkete konu olan işverenin özel sektör kuruluşu olduğu varsayılacak olursa sorumluluğunun özel sektör işverenlerinin davranışlarını kontrol etmek pozitif yükümlülüğünden kaynaklanacağı kabul etmiştir. AİHM’e göre bu pozitif yükümlülüklerin temeli Sözleşme’nin 1.

maddesidir. Buna göre, eğer ihlal bu yükümlülüğe devletin uymamasından ötürü meydana gelmişse, o devletin sorumlu tutulabileceğidir. (Gemalmaz, 2005: 97–98)

AİHM, Sözleşme’nin yatay boyutunu ilk kez X ve Y-Hollanda (Başvuru no.

8978/80, 26 Mart 1985) davasında açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bu olayda başvuruculardan Y, zihinsel özürlü olup yatılı kaldığı kuruluşta, kuruluşun yöneticisinin damadı tarafından cinsel istismara uğramıştır. Hollanda’nın o dönemdeki iç hukuku zihinsel özürlü bir kişinin ceza hukuku açısından hakkını arayabilmesi için yeterli düzenlemeler öngörmemekteydi. Nitekim Y’nin babası olup aynı zamanda birinci başvurucu olan Bay X’in yaptığı girişimler sonuçsuz kalmış ve savcı tarafından fail hakkında bir ceza davası açılmasına yer olmadığına karar verilmişti. Bu karar, ilgili iç hukuk organlarınca onaylanmıştı. Başvurucular, faile karşı cezai girişimlerde bulunmanın imkânsız olmasının AİHS’in 8. maddesini ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir. Mahkeme önce, 8. maddenin negatif yükümlülüklerinin yanında pozitif yükümlülükler de içerdiğini belirtmiştir. Mahkeme bununla birlikte, 23. paragrafta, açıkça pozitif yükümlülüklerin bireyler arasındaki ilişkilerde de geçerli olduğunu hükme bağlamıştır. (Gemalmaz, 2005: 99)

AİHD, 21 Haziran 1988 tarihli “Platform Arzte Für Das Leben” kararında (Başvuru no. 10126/82) Sözleşme’nin 11. maddesi ile ilgili olarak silahsız ve saldırısız toplantı hürriyetinin devletin müdahale yasağını gerektirmenin yanı sıra 11.

maddenin amacının 8. maddede olduğu gibi, kişiler arasında ilişkilerde de devletin pozitif yükümlülüğünün olduğunu belirtmiştir. Bu anlamda, böyle toplantılara üçüncü kişilerin müdahalesini engelleme yükümlülüğü devlete aittir. (Çavuşoğlu, 1992: 142)

Bunların yanında, pozitif yükümlülüklerin yatay uygulamayı sonuçlamasının en ilginç örneklerinden biri, AİHS’in yaşam hakkını düzenleyen 2. maddesi bağlamında görülmektedir. Bu maddedeki “Herkesin yaşam hakkı yasa tarafından korunacaktır.” ibaresi, pozitif yükümlülüklere kapıyı açan norm işlevini görmüştür.

Mahkeme bu yükümlülüğü oldukça genişleterek bir taraf devletin yaşam hakkı kapsamından sorumluluğunu, bireylerin üçüncü kişilerden gelebilecek tehlikelere karşı korunmasına kadar genişletmiştir. Osman-Birleşik Krallık davası (Başvuru no.

23452/94, 28 Ekim 1998) buna örnektir. Bu davada Mahkeme 2. maddenin, taraf devletleri sadece hayata keyfi ve hukuka aykırı olarak son vermekten kaçınmayı değil (negatif yükümlülük); ayrıca kişilerin hayatlarını koruyacak gerekli adımları atma yükümlülüğünü de içerdiği kararını vermiştir. Mahkeme, taraf devletlerin yükümlülüğün devlet görevlileri tarafından yapılacak saldırılara ve ihlallere karşı etkili cezai yaptırımlar koymanın ötesine geçip, iyi tanımlanmış koşullar altında, hayatı üçüncü kişilerden gelecek eylemlerden dolayı tehlikede olan bireyleri koruyacak pozitif yükümlülüklere kadar ulaştığını hükme bağlamıştır. Bu yaklaşımın sonucu olarak Mahkeme, ilgili devlet makamlarının, üçüncü bir kişinin eylemlerinden dolayı belirli bireylerin hayatının gerçek ve yakın bir tehlike altında olduğunu bildikleri veya bilmek zorunda oldukları kabul edildiği durumlarda, yetkileri ölçüsünde makul olarak alınması beklenebilecek tedbirleri almamalarından taraf devleti sorumlu tutmuştur. (Gemalmaz, 2005: 100)

AİHS’in pozitif yükümlülükler içerdiği görüşünün ve pozitif yükümlülüklerin Sözleşme’nin yatay boyutunu sonuçlamasının iki temel dayanağı vardır. Bunlardan birincisi Sözleşme’nin taraf devletlere genel ve objektif sorumluluk yükleyen 1.

maddesidir. İkinci dayanak da Sözleşme’nin uygulanmasına hâkim olan etkililik prensibidir. Bu ilkeye göre Sözleşme’de düzenlenen haklar, Sözleşme’nin yapıldığı

1950’lerdeki anlamıyla değil, davanın görüldüğü zamanın şartlarına göre yorumlanır.

Mahkeme’ye göre, Sözleşme teorik ve sanal hakları değil, pratik ve etkili hakları garanti etmiştir. (Gemalmaz, 2005: 101)

IV. POZİTİF YÜKÜMLÜLÜKLERİN DOĞURDUĞU ÖDEVLER

Sözleşmeci devletlerin Sözleşme’deki hakları nasıl koruyacakları, büyük ölçüde kendilerine kalmış bir meseledir. Bu bağlamda devletlerin takdir yetkileri vardır. Ancak Mahkeme’nin, pozitif yükümlülüklerin devlet için doğurduğu ödevleri giderek daha ayrıntılı olarak belirlediği gözlemlenmektedir. Bu tavrın ardında, hakları etkili bir şekilde koruma ve kullanılmalarını sağlama çabası olduğu açıktır.

Hiç kuşkusuz, devletlerin Sözleşme ihlallerinden doğan ödevlerine karar gerekçelerinde daha ayrıntılı bir şekilde işaret edilmesi, Sözleşme’nin 46. maddesi gereğince Mahkeme kararlarının icrasını da kolaylaştırıcı bir etki yapacaktır. (Doğru, 2007)

Mahkeme kararlarında devlet organlarına yüklenmiş ödevler beş başlık altında incelenmiştir: i) hukuki bir çerçeveyi yürürlüğe koyma ödevi; ii) hakların ihlalini önleme ödevi; iii) hakların ihlaliyle ilgili bilgi sağlama ödevi; iv) hakların ihlaline karşılık verme ödevi; v) hakların ihlalini önlemek için bireylere kaynak sağlama ödevi. (Starmer, 1999: 195)

Ne var ki pratik kaygılarla oluşturulan bu ayrım yerine, Mahkeme’nin yaklaşımına daha uygun ve çözümlemeye daha elverişli ikili bir ayrım önerilebilir: i) hukuki tedbirler alma ödevi ve ii) pratik veya operasyonel tedbirler alma ödevi.

Sözleşme’deki bir hakkın ihlalinin iç hukukun Sözleşme’ye aykırılığından mı kaynakladığı, yoksa belirli bir olayda Sözleşme’ye aykırı uygulamadan mı kaynaklandığını tespit etmek büyük önem taşır. Birincisi hukuki tedbir alınmasını, ikinci ise uygulamaya ilişkin tedbirler alınmasını gerektirir.

A. Hukuki Tedbir Alma Ödevi

Sözleşme’deki hakların iç hukukta korunmaları, bu hakların Anayasa veya yasalarda tanınmalarına ve hakların ihlaline karşı iç hukuk yollarının bulunmasına

bağlıdır. Sözleşme’deki bir hakkın belirli bir müdahaleye karşı ulusal mevzuatta güvence altına alınmamış olması halinde, Sözleşme, bu eksik iç hukukun yasa ve/veya içtihat yoluyla tamamlanmasını gerektirir. Hak ihlaline karşı getirilecek yaptırımın cezai bir yaptırım mı, yoksa hukuki bir yaptırım mı olacağı da hakkın ve ihlalin niteliğine göre şekillenmektedir. İç hukuktaki boşluk nedeniyle üçüncü kişinin cinsel saldırısına karşı bireyin hukuken korunmaması, ulusal mevzuatta değişiklik yapılmasını gerektirmiştir. Mahkeme, alınacak tedbirlerin niteliğine, yani cezai mi hukuki mi olması gerektiğine de işaret etmektedir: “Mahkeme, Bayan Y’ye karşı işlenen türden bir kötülüğe karşı medeni hukuk tarafından sağlanan korumanın yetersiz olduğunu tespit etmektedir. Bu olay, temel değerleri ve özel yaşamın esaslı yönlerini tehlikeye sokan bir olaydır. Bu alanda etkili bir caydırıcılık kaçınılmaz olup, ancak ceza kanunu hükümleriyle gerçekleştirilebilir; gerçekten de sadece bu tür hükümlerle, mesele normal bir biçimde düzenlenebilir.” (Ülgen, 2006: 165)

Mahkeme, sağlık alanında olduğu gibi yaşam hakkının veya kişi bütünlüğünün ihlaline kasten sebebiyet verilmemiş ise, medeni hukuk yaptırımını yeterli görebilmektedir. Ancak devlet görevlilerine veya organlarına yüklenebilecek olan kusurun, takdir hatasının veya dikkatsizliğin ötesine geçmesi halinde, insanların yaşamını tehlikeye sokan görevlilere suç isnat edilmemiş olması ve yargılanmamış olmaları, Sözleşme’nin 2. maddesini ihlal edebilir. Bir hak ihlaline karşı iç hukukta cezai veya hukuki yaptırım öngörülmüş olması yeterli değildir; iç hukukun ulusal mahkemeler tarafından etkili bir koruma sağlayacak şekilde yorumlanarak uygulanıp uygulanmadığı da önemlidir. Mahkeme, örneğin iç hukukta düzenlenmiş olan bir suçun maddi unsurunun hangi fiilleri kapsayacak genişlikte yorumlanması gerektiğini söyleyebilmiştir. Buna göre ulusal mahkemeler, artık tecavüz suçundaki

“zor”un bulunup bulunmadığına bakarken mutlaka fiziksel direnç aramayacaklar, fakat mağdurun cinsel ilişkiye rıza göstermemiş olmasını tecavüz için yeterli sayacaklardır. Yine Mahkeme’ye göre ulusal mahkemeler iç hukuk hükümlerini, Sözleşme’nin ilgili maddesinin “ruhuna uygun yorumlamak”la yükümlüdürler.

(Doğru, 2007)

B. Pratik veya Operasyonel Tedbirler Alma Ödevi

İnsan haklarının etkili korunması için bazı hallerde hukuki tedbirler yeterli olmaz; uygulamaya dönük daha özel tedbirler gerekebilir. Devletin Sözleşme’deki hakları ihlal riski altında olan bireyi korumak için operasyonel tedbirler alma ödevi vardır. Bireyi üçüncü kişilere karşı koruyucu operasyonel tedbir alma yükümlülüğü, yaşam hakkından toplanma özgürlüğüne kadar, her hak bakımından gerekli olabilir.

Bireyin yaşam hakkına bizzat kendisinin risk oluşturması halinde de operasyonel tedbirler alma ödevi vardır. Devletin operasyonel tedbir alma ödevinin doğması için, kamu makamlarının bireyin yaşamına ve maddi ve manevi bütünlüğüne yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin varlığını o anda bildikleri veya bilmeleri gerektiği belirlenmelidir. Öte yandan devlet, bireyin örneğin özel ve aile yaşamına saygı hakkının kullanmasını sağlamak için, pratik tedbirler almakla yükümlüdür. Bu bağlamda, çocuk ile kişisel ilişki kurulmasını öngören bir mahkeme kararın icrası, bunun engellenmesine karşı pratik tedbirler alınmasını gerektirir. Yine tutulma koşullarının Sözleşme’nin aradığı standartlara uygun hale getirilmesi, devletin bu alanda kaynak ayırmasına ihtiyaç gösterir. Mahkeme’ye göre Sözleşme’nin 2.

maddesi, gerektiği hallerde yetkili makamlara, yaşamı başkasının suç fiilinden veya bizzat kendisinden kaynaklanan risk altında olan bir bireyi korumak için önleyici operasyonel tedbirler alma şeklinde pozitif bir yükümlülük de yükler. Devletin kontrolü altındayken ölümün meydana geldiği olaylarda Mahkeme’nin görevi, olayın şartları içinde devletin ilgili kişinin yaşamının risk altına girmesini önlemek için kendisinden beklenebilecek her şeyi yapıp yapmadığını belirlemektir. (Doğru, 2007)

McCann-İngiltere davasında da belirtildiği üzere, devletin “demokratik bir toplumda gerekli olan şekilde” müdahale etmesi ve “sivil kişilerin hayatını kaybetme ihtimalini önlemek ya da en aza indirmek için gereken önlemleri alması”

gerekmektedir. Bu önlemleri almayarak bireyin ölümüne neden olması halinde;

devletin, 2. madde anlamında pozitif yükümlülüğünü ihlal ettiği sonucuna varılır.

(Erdoğan, 2007: 82)

V. POZİTİF YÜKÜMLÜLÜKLER ve AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ’NİN YORUMU

AİHS’ in en özgün niteliklerinden biri, bu Sözleşme’nin uygulanmasını ve yorumunu sağlamakla görevli denetim organlarının ihdas edilmiş olmasıdır.

Gerçekten de AİHS sadece belirli temel hakları tanımakla ve ilan etmekle yetinmemekte ayrıca bu hakların bilfiil ve etkin bir şekilde uygulanmasını amaçlamaktadır. Bu amaçla, Sözleşme’nin kurduğu denetim organının taraf devletlerin bu Sözleşme ile üstlendikleri yükümlülükleri ne şekilde yerine getirdiklerini denetleyebilmesi yani, bir anlamda, bu Sözleşme’nin etkin bir şekilde uygulanmasını sağlayabilmesi, bu organa Sözleşmeyi yorumlama yetkisinin tanınması ile mümkündür. (Göçer, 2002: 113) AİHS’in 32. maddesi, AİHM’in yargılama fonksiyonunu yerine getirirken kullandığı yetkinin, Sözleşme’nin uygulanmasını ve yorumunu kapsadığını açıkça hükme bağlamaktadır. Ancak ulusal anayasalar ve uluslar arası antlaşmaların çoğunluğunda olduğu gibi, AİHS’de yorumun nasıl yapılacağına dair bir düzenleme yoktur. Bunun bir sonucu olarak Strasbourg Mahkemesi, yorum konusunda nispeten geniş bir serbestliğe sahip olmaktadır. (Grewe, 2001: 459, aktaran Metin, 2008: 91–92)

Bir uluslar arası belge sıfatıyla, AİHS her şeyden önce, uluslar arası hukukun yorum konusundaki yerleşik kurallarına göre anlamlandırılacaktır. Bu alandaki yol gösterici kurallar Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 31–33. maddelerinde toplanmıştır. (Gölcüklü ve Gözübüyük, 2005: 139)

AİHS’in nasıl yorumlanacağı hususunda en sistematik yaklaşım Golder-Birleşik Krallık davasında (Başvuru no. 4451/70, 21 Şubat 1975 tarihli karar, paragraf 29) Komisyon tarafından ortaya konmuş ve Mahkeme’nin aynı olaya ilişkin kararında benimsenmiştir. Buna göre, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 31, 32 ve 33 maddeleri Sözleşme yorumunda yol gösterici kurallar olarak kabul edilmekte; Sözleşme hükümlerinin Sözleşme’nin bütünü içinde konu ve amaca uygun yorumu yerleşiklik kazanmaktadır. (Çavuşoğlu, 1992: 133)

Bununla birlikte AİHS’in konusu, devletlerarası ilişkiler olmayıp, insan hak ve özgürlüklerini ortak bir güvence sistemiyle teminat altına almaktır. Sözleşme, bu

yönüyle diğer uluslar arası sözleşmelerden ayrılmaktadır. Sözleşme’nin amacı, konusu ve çok taraflı olmasından kaynaklanan yapısal konumu nedeniyle, Sözleşme’nin yorumunda uluslar arası hukuk kurallarıyla yetinilmemiş, Sözleşme’ye özgü yorum yöntemleri geliştirilmiştir. (Stieglitz, 2002: 179, aktaran Metin, 2008:

92–93)

A. Tarihsel Yorum

Genel anlamda tarihsel yorum, bir hukuki metnin anlamının belirlenmesi için, o metnin hazırlık çalışmalarına başvurulmasıdır. Hazırlık çalışmaları, metnin hazırlanması için görevlendirilmiş makamlarla komisyonların ve kişilerin görüşleri, ön tasarılar, gerekçeler, görüşme tutanakları ile o konuda söylenmiş ya da yazılmış ifadelerdir. (Metin, 2008: 20) Tarihsel yorum çerçevesinde, hukuksal metnin ortaya çıkış tarihindeki koşullar, yani yasa koyucuyu böyle bir düzenleme yapmaya yönelten siyasal, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlar önem taşır. (Hassold, 1983: 215, aktaran Metin, 2008: 20)

Uluslar arası sözleşmelerin tarihsel yorumu konusunda, sözleşmelerin hazırlanması sürecinden kaynaklanan özel durumlar söz konusudur. Çok taraflı uluslar arası sözleşmelerin hazırlanma süreci oldukça karmaşık ve iç hukuktaki yasa yapma sürecinden daha az biçimsel kurallara bağlıdır. Ayrıca uluslar arası hukukta antlaşmaları akdetme yetkisine sahip organlar açıkça öngörülmüş değildir.

Çoğunlukla ön çalışmaları yürütenler ve antlaşma metnini hazırlayanlar ile antlaşmayı onaylamaya yetkili organlar farklıdır. Her ne kadar hazırlık çalışmalarından sözleşmenin hazırlanmasında görev alan kişilerin niyetleri ortaya çıkartılsa bile, bunlara çok fazla itibar edilmez. (Grabenwarter, 2003: 36, aktaran Metin, 2008: 96) Nitekim uluslar arası sözleşmelerin hazırlık çalışmaları ve yapılma şartları, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 32. maddesine göre tamamlayıcı yorum araçlarıdır.

AİHS’de düzenlenen hak ve özgürlüklerin tarihsel yorumunda genellikle Sözleşme’nin ortaya çıkış süreci, taraf devletlerin iradeleri ve bütün üye devletlerde Sözleşme’nin kabul edildiği dönemdeki hukuksal durum dikkate alınarak yorum yapılır. Bundan dolayı çekinceler ve yorum beyanları Sözleşme’nin yorumu bakımından zorunlu ise yorum faaliyetine katılır. (Metin, 2008: 97)

Sözleşme’de yer alan hakların anlamı tarihsel bir yaklaşımla belirlenirken

Sözleşme’de yer alan hakların anlamı tarihsel bir yaklaşımla belirlenirken