• Sonuç bulunamadı

Kamusal ve özel alan ayrımının tarihsel temelleri ele alındıktan sonra söz konusu ayrımın toplumsal cinsiyetçi boyutunun detaylı olarak incelenmesi bu çalışmanın da temel kuramsal yaklaşımı açısından önem arz etmektedir.

Tüm toplumlarda var olan temel sosyolojik ikiliklerin kaynağı olarak ele alınabilecek eril/dişil ayrımının, ataerkil yapı çerçevesinde nasıl meşrulaştırıldığı hususu başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Özellikle kendini toplumsal cinsiyet rolleri ekseninde var

30

eden bu yapı, kadın ve erkeğin toplumda konumlanışını, “üstlenilmesi gereken” rol ve statüleri ortaya koyar. Ortaya koyduğu bu roller ise sanki toplumda kendiliğinden var olmuşçasına kadın ve erkeğe yüklenmektedir. Robert Connell (1987), kadınlarla erkekler arasında tarihsel olarak oluşturulmuş iktidar ilişkileri modelini ve erillik-dişilik tanımlarını ifade etmek üzere "toplumsal cinsiyet düzeni" kavramını kullanmıştır.

Toplumsal cinsiyet düzeninde, kadınlar ve erkekler için öngörülen bireysel kimlik özellikleri “eril” ve dişil” özellikler temelinde şekillendirilmektedir (akt. Varol ve Tayanç, 2014: 326). Bu ayrımlar yapılırken kadın ve erkeğin doğuştan getirdiği biyolojik özellikleri temel alınarak, söz konusu özellikler toplumsal bir varlığa büründürülür. Bunlar birbirine zıt, dışlayıcı, ikili karşıtlıklar olarak tanımlanan özeliklerdir. Örneğin, akılcılık, aktiflik, hırs, saldırganlık, çıkarcılık ve güçlülük eril özellikler olarak görülürken; duygusallık, yumuşaklık, pasiflik, duyarlılık, bağımlılık ve zayıflık dişil değerler olarak kabul edilmektedir. Biyolojik kökenli olduğu kabul edilen bu cinsiyet özellikleri, birbiri karşısında daha üstün, daha güçlü veya zayıf ya da daha önemli veya önemsiz olarak anlamlandırılmakta, sonuçta, kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal statü ve fırsat paylaşımında yaşanan eşitsizlikler için meşruiyet zemini oluşturmaktadır (Sancar, 2011: 169-170). Dolayısıyla “hassas ve korunmaya muhtaç”

kadın, “güçlü ve hâkim” erkek tarafından her alanda yönetilip korunmaktadır.

Sosyalleşme sürecinde öğrenilip kendini yeniden üreten bu bakış açısı, toplumsal yapının her alanına sirayet eder. Kadın ve erkeğin hangi rollere uyum sağlayacağı, ataerkil toplumun eril zihniyetinin onay süzgecinden geçirilir. “Genellikle, erkekle ilişkilendirilen özellikler olan "saldırganlık", "girişkenlik" gibi aktif roller onları iş dünyası ve politika hayatında daha etkin hale getirmektedir. Kadının "uysal" , "edilgen"

ve "bağımlı" yapısı onun özel alana, çocuk bakımı ve yetiştiricilik rolüne itilmesine neden olmaktadır. Kadının "kadın alanı" olarak tanımlanan "hemşirelik", "çocuk

31

doktorluğu" ve "sekreterlik" gibi alanlarda çalışması da "uysal" ve "yetiştirici"

doğalarına bağlandığı için daha kolay kabul görmektedir” (Günindi, Ersöz, 2015: 82).

Ataerkil toplumlarda kadınların çalışma yaşamına girmesiyle birlikte toplumsal yaşamda ortaya çıkan değişiklikle baş etme yolu olarak böyle bir meslek sınıflaması tercih edilmiştir. Böyle bir sınıflama içerisinde çalışma yaşamında toplumsal cinsiyet rolleri ile teknoloji tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Erkeklerde doğuştan var olduğu savunulan “teknolojik yatkınlık” söylemiyle kadınları belli bir meslek alanına hapseden ideoloji, tartışmaların odağında bulunmaktadır. Bu konuyla ilgili en geniş kapsamlı çalışmalardan birisini ortaya koyan Savcı(1999)’ya göre teknoloji ve toplumsal cinsiyet tartışmasındaki anahtar kavram “kimlik” tir (s. 131). Buna göre özellikle sembolik olarak toplumsal yaşamda kendini var eden eril ve dişil kimlikler çocukluktan itibaren aktarılmaya başlamaktadır.

Genel olarak erkek çocuklarına yönelik bilgisayar oyunlarının sayısının fazla olması, erkeğin bu alana yatkınlığını pekiştirerek devam ettirmektedir. İş yaşamına bakıldığında biyolojik farklılığından dolayı fiziksel güç gerektiren veya zihinsel yetenek gerektiren işlerde erkeklere öncelik verilmesi, daha kazançlı ve “değerli” işlerde kadının gerilerde kalmasına neden olmuştur. Toplumumuzda da “mühendislik” mesleğinin kendiliğinden erkeklerle özdeşleşmiş olması, ancak öğretmenlik veya çocuk gelişimi gibi alanlara ise kadınların uygun görülmesi bu durumun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

“Toplumsal yaşam alanı, cinslerin farklı biyolojik özelliklerine bağlanması mümkün olmayan toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü temelinde, kadın ve erkeklerin farklı işler yaptığı, iki toplumsal yaşam alanına (kamusal ve özel alanlar) bölünmüştür. Bu işbölümünde, erkeklerin eylemleri genellikle kadınların eylemlerinden daha değerli kabul edilir. Kadınların pek bulunmadığı kamusal alanda (public sphere) erkekler egemendir. Toplumların çoğunda karar verme alanı olarak tanımlanır. Ücretli işgücü olarak bu alana adım atmaya çalışan kadınlar, mevcut toplumsal cinsiyet sisteminin engelleri ile karşılaşmaktadır. Oysa kadınlar, kendileri için tanımlanmış özel alanda (private sphere) yer alırlar. Temel görev annelik ve ev işleri olarak belirlenir. Bu alan klişeleştirilmiş olarak aşağı statüde bulunur. Aslında annelik, belagatla kutsansa bile, pratikte bu hem

32

ekonomik zaafı hem de "ekmek kazanan" erkeğe bağımlılığı getirir” (MacKenzie ve Wajcman’den akt. Savcı, 1999: 136).

Önceki bölümlerde de ele aldığımız üzere Antik Yunan’a kadar kökleri uzanan özel/kamusal ayrımı; ev ve özel hayata ait kadın ile kamusal yaşamda özgürce var olabilen erkek imgesine dayanmaktadır.

Yüzyıllardır süregelen eril bakış açısı devlet tarafından da kurumsallaştırılarak desteklenmiştir. Kadını bedeni üzerinden tanımlayan, yeri geldiğinde dışlayan politikaları bu cinsiyet odaklı konumlanışı desteklemektedir.

Toplumsal yaşamda kadının bu ikincil ve adaletsiz konumlanışına tepki olarak, 19.

Yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte dernekler kurup örgütlü hale gelen birinci dalga feministler kendini göstermiştir. Bu dönemki feminist itirazlar özellikle eşitlik tartışmaları üzerinde temellenmiştir. Temel amaçları ise toplumsal yaşamın her alanında kadınların erkeklerle birlikte var olabilmesidir. Hatta bu amaca ulaşabilmek adına kadının biyolojik kimliğinden vazgeçmesi ve bu şekilde kamusal hayatta var olması beklenir. Bu şartlarda kadının kendisi için biçilen geleneksel toplumsal rolleri tamamen bırakarak, erkeklerin belirlediği kamusal alanda var olmaları gerekir. Böyle bir anlayış kadının toplumda “kadın” olarak var olabilmesinin önüne geçerek, var olan adaletsiz yapının başka türlü sürdürülmesine neden olmuştur. Pateman'a göre kamusal alandaki eşitlikleri mümkün kılan özel alandaki eşitsizlikti; kamusal /özel ayrımı yapaydı ve özel alandaki eşitsizlikleri görünmez kılmaya yarıyordu. Özellikle liberal feministlerin savlarındaki sorun, kadınlarla erkeklerin “ayrı dünyalarda” iken eğitimlerinin eşit olmasının mümkün olmamasıdır. Liberal feministlere göre asıl üzerinde durulması gereken nokta; kadınların da erkeklerin yapabileceği şeylere gücünün yetiyor olabilmesi meselesi haline gelmektedir (Pateman, 2004: 134). Böyle bir anlayış verili kamusal alan içinde eleştirel bir yaklaşım getirmekten ziyade kadının konumuna odaklanarak cinsiyetinin eritilmesine neden olmuştur.

33

Bu noktadan hareketle 1970’li yıllardan sonra özellikle kadın bedeninin denetimi üzerine tartışma odağını kuran ikinci dalga feministler, farklı bir feminizm anlayışıyla ortaya çıkmıştır. 1970’li yıllarla birlikte kadınlar yalnızca kendilerine açık olan kamusal alanlarda bir araya gelerek deneyimlerini paylaşmaya başlamışlardır. “Bilinç yükseltme grubu” adı verilen bu karşıt kamusal alanlar, kadınların duygu, düşünce ve deneyimlerini bir araya gelerek paylaşmalarına imkân vermiştir. Bu paylaşımlarla birlikte sadece kendi hayatlarında var olduğunu düşündükleri sorunların diğerleri tarafından da deneyimlendiğini görmeye başladılar. Bu bilinç yükseltme gruplarında elde edilen farkındalık, bu alanda yeni üretilen politikaların başlangıç noktası oldu. Bu yıllarda hızla yaygınlaşan 2. Dalga Kadın Hareketinin temelleri bu karşıt kamulara dayanmaktadır. Böylelikle kadınlar tarafından oluşturulan feminist karşıt kamular; o zamana kadar görmezden gelinen kadına yönelik şiddet, taciz gibi problemlerin, devletin hukukun ve akademinin gündemine alınmasına başlangıç etmiştir(Çobanoğlu ve Keniş: 2008). Böyle bir anlayışın temelinde ise kadının biyolojik kimliğini reddetmeyen bir söylem bulunmaktadır. Kadının farklılığıyla var olduğu bir kamusal alan tasavvuru hâkimdir. Ancak kamusal alanın eril yapısı, bu farklılığa müsaade etmemektedir.

Modern kamusal alanın bu eril yapısına yönelik feminist perspektiften gelen önemli eleştirilerden birisi cinsiyet ayrımcılığı ve farklılıklara kapalılık meselesidir (Bora, 2004: 530). Bu sorunsala bağlı olarak kamusal/özel ayrımına yönelik ikinci dalga feministlerin oluşturduğu en belirgin slogan “kişisel olan politiktir” olmuştur.

“Özel olan politiktir Anne Philips’in deyimiyle ‘Eskiden önemsiz diye bir tarafa bırakılan şeylerin, artık bireysel seçimin tesadüfi sonucu olarak görülemeyeceğini çünkü bunların iktidar ilişkileri tarafından yapılaştırıldığını’ (Philips, 1995: 121) göstermesi bakımından önemlidir” ( akt.Turgut ve Aslantürk, 2014: 144). Böylelikle birinci dalga

34

feministlerin eşitlik uğruna bir kenara itilmesi gerekliliğini vurguladığı ve önemsiz şeyler olarak gördüğü gündelik yaşamın meselelerinin toplumsal hayatın yapı taşları olabildiği gündeme getirilmiş oldu. Kadınlar üzerinde tahakküm kuran iktidar yapısının, toplumsal yaşamın bütününü sardığını ifade eden bu slogan, özellikle kadın bedeni üzerindeki bu baskı politikalarını ortaya çıkarmıştır. Böylelikle özel alanın yalnız ekonomik değil, kültürel açıdan da devamlılığının sorgulanması gerekliliği savunulmuştur. Aynı zamanda aile içi şiddetin görünür kılınıp bir şiddet türü olarak tanımlanmasına olanak sağlayan bu slogan, ev içi emek, çocuk ve yaşlı bakımı gibi, emek süreçlerinin hesaplanması gerekliliğini ortaya koymuştur (Köker, 2004:543). Bu dönemde kamusal-özel ayrımının sorgulanmasında,toplumdaki hâkim anlayış olan pozitivist paradigmaya yönelen eleştirilerin de payı bulunmaktaydı. “Pozitivizmin

‘erkek akıl’a dayandığı, akıl-duygu, kültür-doğa, aydınlık-karanlık, Batı-Doğu, kamusal-özel, erkek-kadın ikiliklerini, birincileri üstün kılacak bir iktidar ilişkisi içinde kurduğu öne sürülmekte ve bunun politik sonuçlarına dikkat çekilmekteydi” (Çağlayan:

2006). Bu doğrultuda kamusal/özel ayrımının ontolojik olmadığı ortaya konulup, sınırları üzerine yeniden düşülmesi gerekliliği doğmuştur. Böylelikle kadın “özel alan”

olarak tanımlanan eril zihniyet ürünü hapishanenin doğal bir öznesi olmaktan çıkarılarak, alternatif kamular üzerine tartışmalar kurulabilmiştir. Bu şekilde Habermas’ın da tasvir ettiği eril nitelikli burjuva kamusal alan haricinde farklı kamusallıklar üzerinde durmak mümkün olabilmiştir. Habermas’ın idealize ettiği eşit ve özgür bireylerin katılımda bulunduğu ‘homojen’ bir kamusal alan fikrinin sorunlu noktaları özellikle feminist çalışmalar içerisinde ortaya konmuştur.

Toplumsal hayatta bireyler böyle bir kamusal alan idealindeki gibi eşit ve özgür olmamakla birlikte katılım koşullarının niteliği de bu şekilde değildir.

35

Habermas’ın ortaya koyduğu kamusal alan kavramına yönelik eleştiriler getiren Nancy Fraser kendi içinde rekabet eden “alt karşı kamusal alanlar(çoklu kamusallık)”

kavramını ortaya koymuştur. Söz konusu bu alt karşı kamusallıklar içerisinde yer alanlar(işçiler, köylüler, kadınlar vb), baskı altına alınan kimliklerini göz önünde tutarak, ihtiyaçları ve menfaatleri doğrultusunda karşıt duruşlarını ortaya koymuşlardır(Fraser, 2004: 107-110). Fraser, kamusal alanda gerçekleştirilen müzakerelerin, toplumdaki hakim grupların tahakkümünden uzak olamayacağını ve dolayısıyla alt karşı kamusallıktaki grup üyelerinin aleyhine bir sürecin kaçınılmazlığını vurgulamaktadır(Fraser, 2004). Böylelikle klasik burjuva kamusal alanı feminist perspektif içerisinden sorunsallaştırır. Bu sorunlu noktalardan ilki; resmi olmayan pratiklerde eşitlik söyleminin gerçeklikten uzaklaştığını belirtmektedir. Bunun en belirgin örneği ise toplumsal yaşamın her alanına sinmiş bir şekilde karşımıza çıkan cinsiyetçi dildir. Fraser’ın üzerinde önemle durduğu konulardan birisi, sözü edilen kamusal alanın ataerkil ve dolayısıyla taraflı bir ortam yaratmasıdır. Toplumsal yaşamda kadın-erkek eşitsizliğinin yoğun bir şekilde kendini hissettirdiği bir ortamda;

kadınları her türlü mekanizmayla destekli, daha güçlünün yanında müzakere alanına dâhil etmek, var olan eşitsizliği daha kuvvetli hale getirecektir. Bu nedenle kadınların karma alanların yanında, feminist karşı kamularda müzakere sürecinde bulunmalarını desteklemek kaçınılmaz olmaktadır. Onun bu kamusal alandan kopuş olarak gördüğü çözüm ise ancak karşı kamularla mümkündür. Bununla birlikte yüzyıllardır kadınlara ait olarak görülen ev ve özel yaşama ait konuların kamusallaştırılması gerekmektedir. Daha önce sözünü ettiğimiz “özel olan politiktir” sloganı buna en iyi örnektir. Mahremin veya kişisel olanın politik olduğu savı; hayata ilişkin tüm meselelerin kamusalın konusu haline gelmesidir. Savran (2002) bu durumu şöyle açıklar: “Özel alana bu şekilde bakmak, salt “kişisel”, “duygusal” ve “psikolojik”, giderek “doğal” gibi görünen şeylerin yeniden adlandırılması ve erkek egemenliği ve erkek baskısıyla bir arada

36

yeniden kavramlaştırılarak doğallıktan arındırılması anlamına geliyordu.”(s. 255).

Böyle bir bakış açısıyla eril kamusal alana çıkmanın kadınların kurtuluşu olduğu ve kadınların özel alanda pasif özneler haline geldikleri tartışmalarının bir adım öteye götürülmesi mümkün olmakla birlikte, özel alanda yaratılan destek ve mücadele bağlantılarını görmeye imkân yaratılmaktadır.

“Sadece kadınlara açık alanlar olarak feminist karşıt-kamular kadınların kendilerini geliştirebilmeleri ve güçlendirmelerine karma alanlarda görünmez kılınan ortak sorunlarını paylaşıp bu konularda stratejiler üretebilmelerine imkân sunarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin aşılmasına katkı sağlar. Feminist karşıt-kamular kadınlar ve erkeklerin alanlarını tamamen ayırmayı değil; kadınların karma alanların yanı sıra sadece kadınlarla beraber üretebilecekleri/tartışabilecekleri alanlar yaratmayı hedefler. Amaç kadınların karma kamularda manipüle edilmelerine, sözlerinin önemsizleştirilmesine, sorunlarının yok sayılmasına karşı taleplerini oluşturabilecekleri, düşüncelerini olgunlaştırabilecekleri, sözlerini güçlendirebilecekleri alanlar oluşturmaktır”

(Çobanoğlu ve Keniş, 2008: 5).

Kamusal ve özel arasındaki sınırlar kaygan olduğundan deneyimlerle birlikte devamlı başkalaşıma uğrayarak tanımlarının dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, söz konusu keskin ikilik ve ayrımların birbiriyle karşılıklı ilişki içinde yeniden üretildiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak bu şekilde kadın ve kamusal alan arasındaki ilişki üzerine anlamlı ve geniş çözümlemeler yapılabilir. Kadınların eril kamusal alana politik olarak katılımı ve bu alandaki nicel varlıklarına odaklanılırken, kadınların günlük hayatlarında ne tür kamusallıklar oluşturarak, bu alanları nasıl deneyimledikleri çoğunlukla ihmal edilmiştir. Bu anlamda yüzyıllardır daha fazla kadınların vakit geçirdiği alan olan ev ortamı özel alan olarak görülmüştür. Ancak son dönemde özellikle teknolojinin de etkisiyle kadının kamusal alana adımını attığı korunaklı bir ortam olarak kendini göstermektedir. Ataerkil kültürlerde kadının görevi olarak tanımlanan, sıradanlaştırılan; yemek yapmak, ev işleri ve çocuk bakımı gibi faaliyetler, günümüz dünyasında, maddi kaygıların da etkisiyle, özel alanın sınırlarının ötesinde, daha renkli bir konumda, ustalık ve hayal gücü gerektiren bir uğraşı haline gelmiştir (Şenol Cantek, 2011: 19).

37

Birbirleriyle müzakere ve mücadele içerisindeki çoğul kamuların çözüm olarak görüldüğü bir noktaya geldikten sonra, böyle bir alan yaratma potansiyeli olan yeni medya mecralarının detaylı olarak incelenmesi gerekliliği doğmaktadır. Bu çalışmanın ampirik kısmı olarak ele alınabilecek blog alemi, feminist karşıt kamusal alan olma potansiyeliyle incelenecektir. Böyle bir incelemenin yapılabilmesinin ilk adımı genel anlamda internetin ve spesifik olarak blog yapısının söz konusu kuramsal tartışma zemininde değerlendirilmesiyle mümkün görünmektedir.

2.KAMUSAL ALAN VE İNTERNET

Kamusal alan kavramına yönelik güncel tartışmalar, internetin mekânsal olanakları etrafında sıklıkla gündeme gelmektedir. Bu bağlamda internetin kamusal alan olma potansiyelini, kullanıcılarına sunduğu iletişim ortamı çerçevesinde ele almak gerekmektedir. İnternetin kamusal alan yaratma potansiyelini ele alan Necdet Subaşı’ya göre; “İnternet artık küresel düzeyde bir multimedya kütüphanesi olarak işlev görmektedir. Donanım (hardware), yazılım (software) ve insan (manware) üçgeni içerisinde çoğalan ağlar, anonimlik, görünmezlik ve çoğalabilirlik gibi ortak özellikleriyle yeni bir kamusal alan oluşturma talebine yataklık etmektedir.” (2005:

107). Bu ortamın koşullarını ve kurallarını anlayabilmek, bu çalışmanın aktörleri olan kadınların bu alandaki deneyimlerini anlamak için de önemli bir başlangıç olacaktır.

38