• Sonuç bulunamadı

II Abdülhamid ve İslam Birliği Siyasetinin Esasları

1.2 II Abdülhamid İdaresinde Osmanlı-Arap İlişkileri

1.2.2 II Abdülhamid ve İslam Birliği Siyasetinin Esasları

İkinci Abdülhamid'in İslam ülkelerine ve Müslüman tebaasına yönelik politikaları gerek iç gerekse dış siyasette üzerinde en fazla tartışılan meselelerden birisi olmuştur. Bilhassa Padişahın, Müslüman tebaa üzerinde uyguladığı politikaların bir “pan” hareketi niteliğine sahip olup olmaması meselesi yaşanan tartışmaların odağını teşkil etmekteydi. Avrupa kaynaklarının ağırlıklı olarak kullanıldığı araştırmalarda Sultan Hamid'in uygulamaları için “Panislamizm”351

tabiri kullanılırken, Osmanlı Devleti'nin kaynakları üzerinde yoğunlaşan çalışmalarda ise “İslam ağırlıklı bir politika” tabiri yapılmıştır.

Sultan'ın politikalarının “Panislamist”352 bir hareket olduğunu savunanlar, kendi tezlerine

348 Tibi, a.g.e., s. 118, 122 349 Tibi, a.g.e,, s. 122 350

Soy, a.g.m., s. 181

351 Batı literatüründe İttihad-ı İslam'ın karşılığı olarak görülen “Panislamizm” tabirinin en erken 1875 yılında

kullanılmış olduğu tahmin edilmektedir. Metin Hülagu, “I. Dünya Savaşı Sırasında Pan-İslamist Faaliyetler”, C.2, Osmanlı, Yeni Türkiye Yay., Ankara 1999, s. 555; Azmi Özcan, “İttihad-ı İslam”, TDVİA, C.23, Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 2001, s. 470

352 “Panislamizm'in ne olduğuna gelince, bu kavram genel bir tanımlamayla, dünyada yaşayan tüm Müslümanları

aralarındaki mevcut din bağlarına dayanarak, siyasi birlik haline getirmek çabasıdır. Bu birliğin ana gayesi Batı ülkeleri ile Rusya'nın işgal ettikleri Müslüman topraklarını Müslümanlar arasında ihtilal veya direnme yoluyla hürriyete kavuşturmak ve geri kalanlarının istiklallerini korumaktır. Kemal Karpat, Osmanlı'da

Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma (çev: Dilek Özdemir), İmge Kitabevi Yay. Ankara 2006, s. 323; Batılı

bir araştırmacı Wyman Burry ise, bir bakıma Müslüman halkların kendi kültür ve kaynaklarını sömüren yabancılara gösterdiği protesto olarak gördüğü Panislam hareketini; tüm dünyadaki Müslüman halkları ırklarına bakılmaksızın İslam şemsiyesi altında toplama hareketi şeklinde tanımlar. Wyman Burry, Pan-İslam

veya İslam İmparatorluğu (1. Dünya Savaşından Büyük Ortadoğu Projesine), (Çev. Mert Akçanbaş),

dayanak olması düşüncesiyle İmparatorluk dahilinde hilafet353

kurumunun varlığını kanıt olarak göstermekteydiler. Elbette Sultan II. Abdülhamid'in Osmanlı padişahları içinde halifeliği en fazla kullanan padişah olduğu iddiası bir dereceye kadar kabul edilebilir. Oysaki hilafet kurumunun vurgulanması ile “Panislamizm” arasındaki fark gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü “Emr-i Hilâfet” İmparatorluğun kendi tebaası olan Müslümanlara yönelik politik bir amaç iken “Panislamizm” ise İmparatorluğun kendi tebaası olmayan ve çoğu kez Hristiyan devletlerin sömürgeleri konumunda olan halklara yönelik bir propaganda vasıtasıdır.354

Bu yönüyle Panislamizm; Batı müdahalelerine karşı koymak için İslam'ın birleştirici gücünü yeniden canlandırmak üzere XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir harekettir. İdeolojik olarak İslam uygarlığının temel değerlerine ve geleneklerine geri dönüş olarak adlandırılabilir. Politik olarak da Sultan'ın iç işlerinde pek çok dış müdahaleye maruz kaldığı bir sırada, Avrupa saldırılarına karşı halifeliğin güç ve pozisyonunu artırmak üzere planlanmıştır.355

Batılı araştırmacılardan Jacob Landau, farklı bir bakış açısıyla meseleye yaklaşarak; “Genelde Panislamizm olarak adlandırılan İslami birliğin sağlanması çalışmaları soydaşlıktan ziyade aynı dine mensup değişik insanların din kardeşliği üzerinde odaklanmıştır. Dünyadaki pan hareketlerin geneli diaspora boyutlu olmasına karşın, Abdülhamid zamanındaki Panislamizm, Sultan'ın İmparatorluk politikalarını oluşturduğu ve ülkeyi yönettiği sarayın bulunduğu İstanbul'da yani Osmanlı İmparatorluğu'nun kendisinde merkezileşmiştir.” şeklindeki sözleri ile Abdülhamid'in politikalarını panislamik bir hareket olarak görmekle beraber, bu panislamik hareketin diğer pan ideolojilerden ayrılan yalnızca II. Abdülhamid ve Osmanlı'ya özgü taraflarının mevcut olduğuna dair bir senteze gitmek yolunu seçerek birçok Batı'lı düşünürden ayrılmıştır.356

Bu görüş bizim açımızdan da nispeten tutarlı görülebilir. Bu açıdan bakılırsa II. Abdülhamid gibi devletin bekasını öncelikli olarak düşünen bir Padişahın politikalarını panislamist olarak nitelendirmek yerine uygulanan politikayı, uluslararası

353 Osmanlılar'da hilafetin nüfuzunun ülke sınırları dışında ne zaman artmaya başladığı tartışılan bir husus

olmakla birlikte, padişahların hilafet kurumuna ağırlık vermelerinde genellikle Osmanlı- Rus Savaşı sonrasında imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası sayılmaktadır. Bu antlaşma Batılı bir devletin Osmanlı Padişahlarını bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmi belge olması bakımından önemlidir, ancak bu durum zaman içinde ilk hilafet iddiası şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan çok daha önce 1727 yılında III. Ahmed Afgan hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı bir anlaşmada kendisini “Bütün Müslümanların Halifesi” olarak nitelendirmiştir. Dolayısıyla Küçük Kaynarca Antlaşması'nın önemi sanıldığı gibi hilafetin ilk kez kullanılışından değil; Osmanlı Sultanının bu ünvanının ilk kez millletlerarası bir antlaşmada tescil edilmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. Hilafet ve Osmanlılar'a geçişi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Azmi Özcan,“ Osmanlılar ve Hilafet”, Osmanlı, C.7,Yeni Türkiye Yay., Ankara 1999, s. 468- 469

354 Selim Deringil, “II. Abdülhamid'in Dış Politikası”, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, C.

2, İletişim Yay., İstanbul 1985, s. 307

355 Hee Soo Lee, “II. Abdülhamid ve Doğu Asya'daki Pan-İslamist Siyaseti”, Osmanlı, C.2, Yeni Türkiye Yay.

Ankara 1999, s. 363

356 Jacob M. Landau, “ İslami Birliğin Sağlanmasına Yönelik Çabalar”, Türkler, C.13, Yeni Türkiye Yay.,

rekabetin en yoğun olduğu bir dönemde ülkesini ayakta tutabilmek için yürütülen gerçekçi politikalar olarak değerlendirmek gerekir.357

İslam'ı inanç, düşünce, ahlak, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hakim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslam ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmak amacına yönelik bir çözüm arayışı olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından dile getirilmeye ve tartışılmaya başlanan İslamcılık, II. Abdülhamid tarafından faydacı bir politika unsuru olarak değerlendirilmiştir.358 Netice itibariyle baktığımızda Avrupalılar ya da bazı entelektüel Müslümanlar her ne kadar bu ideolojinin anlamı ve amaçları hakkında çok değişik şeyler düşünmüş olsalar da XIX. yüzyıl ile XX. yüzyıl'ın başları ister uluslararası boyutuna bakılarak “Panislamizm”, ister sadece değişimci iç yönüne bakılarak “İslamcı” denilsin, gerçekte benzersiz bir İslam ideolojisinin yükselişine tanık olmuştur.359

II. Abdülhamid'in İslamcılığı İslam'ın ideolojik kavramlarıyla donatılmış bir Osmanlıcılıktır. Otokratik yönetimi meşru kılmış dış politikada güdülen amaçlara hizmet etmiştir. Bu Osmanlıcılık, İslami simgelerden yararlanan ve Osmanlı Devleti'nin İslami kimliği ile savaşlardaki yenilgilerden sonra Müslüman tebaanın moralini yükselten pragmatik bir siyaset olarak tanımlanmıştır.360

II. Abdülhamid döneminin İslamcı felsefesi, iç ve dış şartların II. Abdülhamid'in İslam anlayışı ve şahsiyetiyle birleşmesinin neticesinde doğmuş bir İslamcılıktır. Aslına bakılırsa 1876'dan 1882 yılına kadar faal bir İslamcılık siyaseti takip etmeyen Sultan II. Abdülhamid'in bu tarihten sonra, büyük bir hızla İslamcılık siyasetine yönelerek hilafeti öne çıkaran politikaları takip etmeye başlamasında birçok sebep etkili olmuştur. Bu sebepler arasında bilhassa siyasi faktörler ilk sırayı almaktaydı. Dönemin siyasi tablosuna baktığımızda II. Abdülhamid'in, Osmanlı Devleti'nin büyük sıkıntılar içinde bulunduğu bir zamanda tahta geçmiş olduğunu görmekteyiz. Devlet bir taraftan Tanzimat tecrübesiyle ortaya çıkan yeni problemlerle uğraşırken, diğer taraftan Rusya ile girişilecek büyük bir savaşın eşiğindeydi. Avrupa ülkelerinin gittikçe artan müdahaleleri sonucunda gayrimüslim tebaa arasında ayrılıkçı temâyüller hız kazanmıştır. Dış siyasette ise devlet giderek bir yalnızlığın içine itilmekteydi. II. Abdülhamid'in önündeki iki acil meseleden biri birliği korumak, ikincisi de

357 Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Yeditepe Yay., İstanbul 2005, s. 43 358

Mümtaz'er Türköne, “İslamcılık”, TDVİA, C.23, Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 2001, s. 60; Bu ideoloji ilk defa Yeni Osmanlılar arasında gündeme gelmiştir. Yeni Osmanlılar öngördükleri siyasi değişimi evrensel bir açılımla desteklemek ve tamamlamak için İttihad-ı İslam/ İslamcılık kavramlarını kullandılar. İttihad-ı İslam kavramı ilk olarak 1869 yılında Namık Kemal tarafından Hürriyet Gazetesinde kullanılmıştır. Türköne, a.g.m., s. 61; Özcan, “İttihad-ı İslam” s., 470; Hülagu, a.g.m., s. 555

359

Kemal Karpat, İslamın Siyasallaşması: Osmanlı Devleti'nin Son Döneminde Kimlik, Devlet, İnanç ve

Cemaatin Yeniden Yapılandırılması (Çev: Şiar Yalçın), Bilgi Üniversitesi Yay.,İstanbul 2005, s. 26- 27

giderek artan dış baskılardan kurtulmaktı. Bu evrede Osmanlıları baskı altında tutan Avrupalı devletlerin bir kısım sömürgelerinin Müslümanlardan meydana gelmesi, II. Abdülhamid'i siyasi varlık mücadelesinde içeride ve dışarıdaki Müslüman unsurlara yaslanmak gerektiği sonucuna götürdü. Bu anlamda hedef kitle dünya Müslümanları olunca onlara yönelik siyasi tavırda hilafetin ön plana çıkarılması doğaldı. Böylece hilafet içeride devletin bekası, dışarıda da devletlerarası rekabette bir koz olarak önemli bir fonksiyona sahip olacaktı. Bu amaçla II. Abdülhamid Osmanlı hilafeti iddialarını hem teoride hem pratikte kuvvetlendirme gereği duymuştur.361

1877/ 78 savaşı ve 1878 Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti'nin kaderini ve Abdülhamid'in ideolojik görüşlerini belirlemekte etkin bir rol oynaması hasebiyle bir çeşit kırılma noktası olma özelliği taşıyordu. Fransa'nın 1881'de Tunus'u, İngiltere'nin de 1882'de Mısır'ı işgali dengeleri değiştirmiş, yaşanan gelişmeler Padişah başta olmak üzere herkesi arayışa sevk etmiştir. Bu şartlar altında Sultan hem İslamcılık cereyanının tam anlamıyla ideolojik- siyasi bir nitelik kazanmasını sağlamış, hem de bu tutumuyla Osmanlı- Müslüman milletinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.362

Siyasi tablo böyle iken sosyal hayatta emperyalist çıkarları doğrultusunda Avrupalı devletlerin İmparatorlukta yer alan Ermeni, Rum ve Hristiyan Arap unsurlarını desteklemelerinin neticesinde gayrimüslimler sahip oldukları ekonomik ve siyasi imtiyazlar sayesinde üstün bir halk görünümü vermeye başlamışlardı. Bu durum toplumdaki müslim- gayrimüslim ayrışmasını hızlandırmış ve Müslüman kitlenin birbirine daha fazla kenetlenmesine neden olmuştur.

Üstelik bu sırada dünya Müslümanlarının durumu da hiç iyi değildi, hemen hepsinin sömürge durumuna düştükleri bir dönemde bir tarafta sahip olduğu hilafet makamı diğer tarafta ise bağımsız görünen tek Müslüman devlet imajıyla Osmanlı Devleti tüm Müslümanlar için bir ümit kaynağı olmuştur. Osmanlı Devleti bu konumu nedeniyle dünya Müslümanlarının yardım ve himaye talepleriyle karşılaşıyordu.

İslamcılık hareketinin gelişmesinde etkili olan bir diğer sosyal faktör ise göç olgusu ve sonuçlarıdır. Doksan üç harbinde yaşanan ağır yenilginin ardından imzalanan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile Balkanların büyük bir kısmı elden çıkmıştır. Osmanlı Devleti yarısı Müslüman olan en az beş milyon civarında nüfus ve topraklarının üçte birine yakın bölümünü kaybetti. Ülkenin demografik yapısında yaşanan bu köklü değişimlerle 1880'lere gelindiğinde kısmen Balkanlar'daki kayıplar kısmen de elden çıkan yerlerden gelen muhacir akınıyla

361

Özcan, “Osmanlılar ve Hilafet”,s. 469- 470

362 Cezmi Eraslan, “II. Abdülhamid ve Osmanlı Devleti'nin İslam Birliği Siyaseti” Osmanlı, C.2, Yeni Türkiye

Müslüman nüfusun oranı %70'lere ulaşmıştır.363

Müslümanların nüfusun daha büyük bir yüzdesini oluşturmasıyla kendisini hissettiren bu yeni demografik durum İmparatorlukta bir dönüşümü başlatmıştır. Böylece dini değil, coğrafi temellere göre tebaayı sınıflandıran Tanzimat döneminin Osmanlılık ideolojisi yerine, devletin bekası için Müslüman unsurlara dayanılması gerektiği inancıyla II. Abdülhamid'le beraber dini temellere göre sınıflandırılan bir tebaa anlayışı getirilmiştir.364

Bu ortamda II. Abdülhamid İslamiyet'i bir amaç değil, araç olarak kullanmayı tercih etmiş365

ve İslamcılık politikasının doğal sonucu gereği ilk olarak dikkatlerini Arap topraklarına çevirmekle işe başlamıştır. Böylece gözler bir anda Arap vilayetlerine çevrilmiştir. Tanzimat boyunca zaten kısıtlı para ve imkanlar Balkanlar'a ayrılmış, Arap vilayetleri ile yeterince ilgilenilememiş olduğundan ihmal edilen Arap topraklarında Osmanlı yönetimine karşı duyulan hoşnutsuzluk artmış, milliyetçi kıvılcımlar başlamıştı. İşte şimdi tüm imkanlar Müslüman bölgelerine kaydırılmaya çalışılacaktı.366

Arap vilayetlerine yönelirken İmparatorluk işin mali boyutuyla da ilgilenmiş Anadolu ve Arap bölgeleri için gerekli olan alt yapı (sulama-ulaşım vs.) düzenlemeleri ile tarımsal üretim ve vergileri arttırarak, devletin gelirleri arasında önemli yer tutan Balkan arazilerinin kaybından kaynaklı devlet hazinesinin açığını karşılamayı hedeflemekteydi.367

Bu doğrultuda Arap eyaletleri ile bağlarını sıkılaştırmak isteyen Sultan II. Abdülhamid, Arapların devletin idari mekanizmasında daha aktif ve daha yoğun bir şekilde katılmaları amacıyla Arap eyaletlerinin ulema ve memurlarını İmparatorluk tarihinde görülmemiş şekilde yüksek rütbelere terfi ettirerek şahsi hizmetine aldırmıştır. Aynı nedenle Arap eyaletlerindeki birçok tekke ve zaviyeye vergi ve askerlik muafiyeti tanınıyor, para yardımı yapılıyordu.368

Sultan II. Abdülhamid hem politik ve kültürel entegrasyon hem de devleti güçlendirme ve gelenekleri koruma politikasına yardımcı olmaları amacıyla fikir üretmeleri için sarayda birtakım danışmanlar bulundurmaktaydı. İşte çoğunlukla “Panislamcı” olarak adlandırılan danışmanlar arasında Arapça konuşan ekâbir takımı da bulunmaktaydı. Bunlar Saray ile kendi vilayetleri arasında aracı olarak hizmet etmişler ve aynı zamanda halkla ilişkiler uzmanı ve propagandist olarak çalışmışlardır. Onların aracılığıyla Arap kitlelerinin desteğini sağlamak peşinde olan II. Abdülhamid, bu danışmanlarını geniş bir halk desteğine sahip dini tarikatlerden seçmeye çalışırdı. Bunlar arasında yer alan önemli isimlerden birisi de, Suriye'de nüfuzlu Rifai

363

Özcan, “İttihad-ı İslam”, s. 471; Karpat, Osmanlı'da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, s. 328,

364

Kayalı, a.g.e., s. 34- 35; Deringil, a.g.m., s. 306

365 Cevdet Küçük, “ II. Abdülhamid'in Dış Politikası”,Osmanlı Devleti'nin 700. Kuruluş Yıldönümünde

Sultan II. Abdülhamid Dönemi Paneli (II), Bilge Yay., İstanbul 2000, s. 123

366 Küçük, a.g.m., s. 123; Gökhan Çetinsaya, ““İsmi Olup Da Cismi Olmayan Kuvvet””: II. Abdülhamid'in Pan-

İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme”, Osmanlı, C.2, Yeni Türkiye Yay., Ankara 1999, s. 384

367 Çetinsaya, a.g.m., s. 385

Tarikatının başı olan Şeyh Ebul Huda Es-Seyyadi Efendi'dir.369

Bunun haricinde Arap İzzet Paşa sarayın ikinci başkatipliğinde, Suriyeli Naum Paşa Hariciye Nezareti Müsteşar yardımcığında, Lübnanlı Maruniler'den olan Selim Melhame Paşa Maaden ve Orman Nezareti'nde Necip Melhame Paşa hafiye teşkilatında, Mahmut Şevket Paşa ordu komutanlığında görevlendirilmiştir. Yine Medineli Şeyh Muhammet Zafir, Şeyh Esat, Hintli Rahmetullah'da İstanbul'da bulunmuş isimlerden bazılarıydı.370

Bunlardan başka Berlin Kongresi'ne kadar devlet salnamelerinde vilayetlerin tasnifine Edirne'den başlandığı halde, bu tarihten sonra Hicaz Vilayeti'nden başlanması ve Arap vilayetlerinden sonra diğer vilayetlere geçilmesi, Arap vilayetlerinin birinci sınıf vilayet kabul edilmesi, üstelik buralardaki mülki amirlere verilen maaşların diğer birinci sınıf valiliklerde görev yapanlara nazaran üstün tutulması, Arap aşiretleri büyüklerinin çocukları için İstanbul'da 1902'de aşiret okulu kurdurulması ve buraya gönderilen çocukların yiyecek ve yatacakları sağlandıktan başka birde kendilerine maaş bağlanması şeklindeki uygulamalar iç idarede Araplara gösterilen yakınlığın bir delili olarak sayılmıştır.371

II. Abdülhamid'in etrafında böyle bir Arap zümre tesis etmesinin altında yatan tek sebep bu zümre vasıtasıyla İmparatorluğu bir Türk-Arap İmparatorluğu'na dönüştürmek değildir. Bu sayede Arap ileri gelenlerini yakınında, kendi gözetiminde bulundurarak, bunların fikirlerini ve eylemlerini daha yakından takip edebilme fırsatı yakalamaktır.

Sultan Abdülhamid ülke içinde ve dışında milyonlarca Müslümanı harekete geçirebilme potansiyeline sahip bir güç olan hilafet konusunda son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almaya çalışmışsa da, batılı güçlerin tepkisine maruz kalmaktan da kurtulamayacaktır. Sultan II. Abdülhamid'in İslamcılık politikasının başarıya ulaşarak, Müslüman uyrukların Osmanlı idaresine sıkı sıkıya bağlanmasından endişe eden Avrupa devletleri, raporlarında “Müslüman itibarının kademe kademe yükselmesiyle Batı'nın çıkarları yok olma yolundadır” şeklindeki söylemlerle korkularını dile getirmekteydiler. Bu doğrultuda özellikle İngiltere, Hristiyan tebaaya eşit muamele edilmediği iddiaları ile Osmanlı Devleti'ne karşı uyguladıkları baskıları arttırmıştı. 372

Zira 1880'lere kadar Osmanlı Devleti'ndeki hilafet makamının nüfuzunu kendi çıkarları için bilinçli olarak kullanan başta İngilizler olmak üzere Müslüman sömürge sahibi Batılı devletler, sahip oldukları dini müesseselerin siyasi gücünü bu kez kendi belirledikleri politikalar için kullanan Osmanlı yöneticilerine tepkiliydiler.373

369 Karpat, İslamın Siyasallaşması: Osmanlı Devleti'nin Son Döneminde Kimlik, Devlet, İnanç ve Cemaatin

Yeniden Yapılandırılması, s. 356- 360

370 Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, C. IV, TTK. Yay., Ankara, s. 544 371

Karal, a.g.e., s s. 545

372 Küçük, a.g.m., s.123- 124