• Sonuç bulunamadı

İstanbullu ile Anadolu İnsanı Arasındaki Çatışma

2.1.3 Sosyal Sınıf Çatışmaları

2.1.3.1 İstanbullu ile Anadolu İnsanı Arasındaki Çatışma

Reşat Nuri’nin İstanbul ve Anadolu arasındaki çatışmaya iki farklı bakış açısıyla yaklaştığı görülür. O, kimi eserlerinde Anadolu insanının İstanbulluya olan, kimi eserlerinde ise İstanbullunun Anadolu’ya olan ön yargılarına değinmiştir. Birinci tip eserlerde Anadolu’nun tutucu bir kesiminin İstanbulluları din algısı ve geleneksel yaşamdan uzaklaşma açısından yargıladıkları görülür. İkinci tip eserlerde ise öz değerlerinden uzaklaşmayı modernlik sayan İstanbulluların, Anadolu’nun saf ve samimi insanına karşı takındığı üstten bakışa yer verilmiştir. Her iki durumda da yazar kişilerin ön yargılarını ya da gerekçelerini vererek haklı ve haksız olanları ayırmıştır. Balıkesir Muhasebecisi’nde ise Güntekin’in bakış açısı öylesine karamsardır ki ne Anadolu’yu temsil eden Şerif Ali, ne de diğerleri gerçek

anlamda iyinin sembolü değildir. İstanbul’da yaşayan kişilerin Şerif Ali üzerindeki kültürel baskısı verilmiş ancak yozlaşan dünyada Şerif Ali kötünün iyisi olarak çizilmiştir.

Güntekin, Anadolu Notları’nda İstanbullunun Anadolu’ya bakışını ve Anadolu insanının henüz kirlenmemiş saflığını uzun uzun anlatır. İstanbullunun Anadolu’yu hakir gördüğü üzerinde durur. Osmanlı döneminde Anadolu’ya acınmış ancak gelişmesi için herhangi bir adım atılmamıştır. Bütün kuvvet İstanbul’a verilmiş, bundan dolayı Anadolu “karanlık ve esrarlı bir evliyalar diyarı” olarak görülmüştür. Aradaki bu uçurum öylesine büyüktür ki gençlerden biri İstanbul’da bir işe tutunamaz da yakın vilayetlerden birine giderse dünyanın öbür ucuna gitmiş gibi hayıflanır (Güntekin, 2015: 93).

Reşat Nuri, Eski Şarkı’nın Züleyha’sını yukarıda bahsettiği önyargılar çerçevesinde çizmiştir. Züleyha, Güntekin’in Anadolu insanında çok sevdiği saflık ve samimiyeti görmekten uzaktır. Buna sebep olarak da İstanbul’da yetişmiş ve Amerikan kolejinde okumuş olması gösterilebilir. Züleyha çok iyi bir eğitim almış ancak millî değerlerden uzaklaşmıştır. Yazar Eski Şarkı’da Hançer ve Hülleci piyeslerindeki gibi bağnaz ve tutucu Anadolu insanını değil, sevecen, Cumhuriyet inkılaplarına bağlı, hatta ülkenin kurulması için cephelerde savaşmış insanlarını çizmiştir. Bu insanlar gelişime ayak uydurmaya çalışan ancak Batı kültürünün inceliklerini kavramakta güçlük çeken insanlardır (Şener, 1981: 372). Bu sebeple, Güntekin’in eserde eleştiri oklarını esas olarak Züleyha’ya çevirdiği düşünülebilir. Züleyha züppe tavrını bağnaz bir Anadolu kasabasında sürdürse belki haklı görünebilirdi ancak Silifke’de Cumhuriyet’in ilkelerini uygulamak için uğraşan insanlar arasında onun bu tavrı soğuk ve dejenere gözükmektedir. Züleyha’nın Cumhuriyet’in kuruluşu dolayısıyla Silifke’de Yusuf tarafından verilen baloya bakışı bu tavrın en güçlü göstergelerindendir:

ZÜLEYHA, daima okşar gibi bir hareketle.— (…) (etrafına merhametle bakarak) Silifke’de yine buna benzer sefil bir bahçede bir zafer şenliği balosu, şu farkla ki ağaçlarda fenerler, bayraklar, beyaz gömlekler giydirilmiş birkaç mızıka neferlerinden bir caz, iki de bir sulanan boş bir dans pisti etrafında, melon şapkalı, gümüş köstekli erkekler, yeldirmeli genç kadınlar, çarşaflı ihtiyar kadınlar. İki de bir davul vuruyor, borazanlar ötüyor fakat meydanda çocuklardan başka kimse yok. Bir de kasabanın inkılâpçı genç manifaturacısı hokkabaz oynatıyor, monoloğlar söylüyor, türlü maskaralıklarla halkı eğlendirmeye uğraşıyor, aradabir arkasındaki uydurma smokini atarak bozulan lüks lambalarını tâmir ediyor, duvardan atlayan fukara çocuklarını kovalıyor, iki fukara dikişçi kızını yakalayarak hoplata hoplata dans ediyor, fakat şenliğin asıl meydancısı Yusuf bey, vaktiyle kurtuluş muharebesinin şimdi de yenilik ve inkılâbın kahramanı. (…)(Güntekin, 1971b: 150-151)

“Züleyha’nın eleştirisi kendi açısından haklı fakat tek yanlıdır.” (Şener, 1981: 372) O, eleştirisini yaparken çevresel koşulları göz önünde tutmayı unutmuştur. Kendisinin İstanbul’da bulunduğu baloları Anadolu’da görmeyi beklemek, bulamayınca da böylesi bir dille alay etmek ancak empati kuramayan bir insanın vereceği tepkidir. Zira Batılı anlamdaki

çoğu yeniliği İstanbul’dan sonra yaşayan Anadolu insanının millî mücadele kazanıldı diye bir anda yüzyıllardır kültürel hafızasına yerleşmiş değerleri bir kenara bırakarak dans pistine atılması beklenemez. Gelişim birden görüntüde değil, yavaş yavaş özümsenerek yaşanmalıdır. Ancak onun köylü ailesi diye beğenmediği bu aile, yaptığı kazadan sonra üstelik de adı böyle bir skandala karışmışken ona sahip çıkacaktır. Züleyha’nın İstanbullu dayısı ve yengesi bu olaydan sonra “fındık sıçanı korkusuyla sırtlarını kamburlaştırarak” (Güntekin, 1971b: 187) hastane koridorlarından kaçarken, Yusuf’un annesi Yusuf’a Züleyha’yı hastaneden alması için baskı yapar:

YUSUF, kararını vermiş.— (…) Ben Namrun yaylasına kaçtım kendimi uzun zaman yürük obalarında kaybettim. Fakat annem beni orada yakaladı geçen sene ilk ayrılışımızda benim yalnız olarak Ceyhan mahkemesinden dönüşümde “ne yaptın onun kızını” “Züleyhayı isterim ben” diye haykırıp ağlamıştı. Bu sefer daha canavarca hareket etti (…) iftiradır. Züleyha’dan beklemem bunu, iftirada olmasa onun kızını ayak altında bırakamayız (Güntekin, 1971b: 224)

Güntekin, bu diyalogda Anadolu insanının kadirşinaslığına gönderme yapmıştır. Bu durum zor durumda olan bir insana, kendi başını öne eğmek tehlikesi dahi olsa yardım etmekten çekinmeyen Anadolu insanının İstanbullu karşısındaki galibiyeti olarak düşünülebilir.

Balıkesir Muhasebecisi’nde ise önyargılardan ziyade Anadolu’dan İstanbul’a gelen kişilerin karşıt değerler arasında yaptıkları geçiş üzerinde durulmuştur. Huriye’nin kardeşi Şerif Ali Anadolu insanını temsil eder. Ancak bu temsiliyet tamamen Anadolu saflığı içinde verilmemiştir. Manevi değerlerin alaşağı edildiği böyle bir dönemde Şerif Ali diğerlerine kıyasla daha az samimiyetsiz ve ikiyüzlü olabilmeyi başarabilmiştir. Ablasının ve Necdet’in gülünç şikâyetleri karşısında onlarla alay eder. Bu nedenle eserdeki ironinin ortaya çıkmasında oldukça önemli bir yeri vardır. Eserdeki ironi lüks hayattan dolayı hem söylenen hem sefa süren aile fertlerinin durumundan doğar. Evin sessiz kızı Leyla bir yandan babasının servetinin tadını çıkarırken bir yandan da onun işlerini zengin ve namuslu nişanlısıyla yapacağı evliliğin önünde engel olarak görür. Huriye ise bir yandan Balıkesir’deki mutfağını özlerken, öte yandan elbisesinin, saçının derdine düşer.

Şerif Ali de yaşadığı hayatı Tahir’in yolsuzlukla kazandığı paraya borçludur. Ancak o diğerleri gibi bunu inkâr etmez, bu noktada onun diğerlerine nazaran daha samimi davrandığı düşünülebilir. Yaşadığı hayattan memnun olamayan ablasını içinde bulunduğu ikili tutumdan dolayı eleştirir:

DAYI, alay ederek.— Afedersin ama yan cebime koyuver kabilinden lâkırdı bu abla… Başa gelen çekilirmiş: böyle belâ dostlar başına… (Güntekin, 1971a: 5)

DAYI, içini çekerek. – Doğrudur doğru… Balıkesir’deki evin lüksü, Konforu durup dururken (eliyle avizeleri göstererek) böyle gecekondu da oturulur mu hiç? (Güntekin, 1971a: 6)

Fatih Sakallı’nın Tahir için şemalaştırdığı İstanbul ve Balıkesir arasındaki farklar (Sakallı, 2011: 175) aslında diğer kişiler için de geçerlidir. Necdet’in Balıkesir’de felsefe öğretmeni Namık’ın izinden yürüyen çalışkan bir genç, Hayriye’nin ise ev işleriyle ilgilenen çalışkan bir ev hanımı olduğu diyalog aralarında verilir. Ancak İstanbul’a geliş ve içinde yaşanılan dönem Tahir’de olduğu gibi onlarda da bu güzel alışkanlıkların yitimine sebep olur. Onlar Anadolu Notları’nda adı geçen, tüketim dünyasının yarattığı doyumsuz insanlara dönüşmüştür. Bu yönleriyle Tahir ve ailesi, yitirilen değerler bağlamında İstanbul’u temsil eder.

Güntekin Anadolu Notları’nın ikinci kitabının “Para” başlıklı yazılarında köylünün para fikri üzerinde durmuştur. Yazara göre, orta sınıf hatta onun üstünde parasızlıktan şikâyet etme bir alışkanlık hâline dönüşmüştür (Güntekin, 2015: 225). Bu, tüketim dünyasının insanda yarattığı doyumsuzluğun bir göstergesidir. Buna karşılık Anadolu bu dünyaya henüz yabancıdır. Onun zenginlik dedikleri bir yatak, sağlam ayakkabılar veya on dört beyaz mecidiye altındır (Güntekin, 2015: 227, 228). Onun büyük para olarak gördüklerinin İstanbullu için esamesi okunmaz. İşte “Anadolu’nun edebiyat ve müziğe geçmiş, sanat mübalâğalarıyle süslenmiş büyük servet hayali bile bu kadar fıkaradır.” (Güntekin, 2015: 230).

Güntekin, Anadolu Notları’nın yukarıda alıntılanan bölümünde özetle köylü ve kasabalının çok kıymetli olarak gördüklerinin orta sınıf için oldukça basit şeyler olduğunu yazmıştır. Balıkesir Muhasebecisi’nin Şerif Ali’sini de bu perspektiften görmek mümkündür. Şerif Ali, Balıkesir’de ablasının küçümsediği eski hayatını yaşamakta ancak onunla mutlu olmaktadır. Onun zenginlik olarak gördükleri ablasınınkinin yanında hatırı sayılmayacak düzeydedir.

İstanbullunun Anadolu insanına karşı takındığı küçümseyici tavır Şerif Ali ve diğerleri üzerinden verilmiştir. Şerif Ali piyeste İstanbul cemiyeti tarafından küçük görülür ve dışlanır. Ablasının evine geldiğinde evde bir davet verilmektedir. Ancak ablası onun salona geçmesine izin vermez, bunun yerine başka bir odada bekletir. Onun bu ortamlara ayak uyduramayacağı ima edilir:

HURİYE.— Yüksek hayatta âdet ne ise öyle yapılacak… Sen şapkanı başına oturtup uzaktan sinema gibi seyrediyorsun da Allah versin…

DAYI, alınarak sözünü keser. – Ne demek istiyorsun abla? Yani modern hayat edep ve erkanını bilmediğimden mi şapkayla oturuyorum sanıyorsun? (Şapkayı çıkararak.) Nezlem var da… Ondan senin dediğin gibi yerlere göre biz de girip çıkıyoruz… (Güntekin, 1971a: 6-7)

Yeğeni Necdet dahi Şerif Ali’yi terslemekten çekinmez. Tahir’in cezaevinden çıktığı gün düşüncelerini dile getirmek isteyen dayısına, bu işe karışmaması gerektiğini söyler. Felsefe

öğretmeni Namık ile sohbet ederken araya giren dayısına: “Bunlar senin anlayacağın şeyler değil Şerif Ali Dayı…”(Güntekin, 1971a: 23) diye çıkışır.

Güntekin, kapalı ve bağnaz bir toplum yapısı çizdiği piyeslerinde Anadolu insanının İstanbulluya olan peşin hükümlerini dile getirmiştir. Bu eserlerden biri olan Hançer’de Anadolu ve İstanbul arasındaki çatışma Anadolu insanının önyargıları üzerinden aktarılmıştır. Bu eserinde yazar, Anadolu’nun o çok sevdiği, samimi ve iyi niyetli insanlarından ziyade, baskıcı ve tutucu kesimine eğilmiştir. İstanbullu Hikmet ve Kadriye bilimin gerçekliğine inanan, kitap okuyan, kendilerine ve yaşantılarına özen gösteren kişiler olarak çizilmişken Sarıhatipler kendilerininkinden ziyade başkalarının hayatlarıyla ilgilenen, kendilerine saygı duymadıkları için diğer insanlara da saygı duymaktan yoksun olan kişilerdir. Dışarıdan gelen yeniliklere kapalı, kendi içerisinde yıllardır süregelen kuralları ile yaşayan Sarıhatiplere göre yaşanılan bütün kötü olayların kaynağı Kadriye ve Hikmet’tir. Topraklarında ispirto fabrikası kuruma işini Selahattin’in aklına onlar sokmuştur. İstanbul’da kadın ve erkeğin bir arada vakit geçirmesi, onlara göre en büyük ayıplardan biridir. Hukuk Mektebi’nde okumak için İstanbul’a giden Selahattin de böyle ortamlarda Hikmet tarafından kandırıldığı için onunla evlenmiştir. İstanbullu kadınlar ahlaki yönden zayıf görüldüklerinden dolayı Selahattin’i Hikmet ile evlendirmek istemezler. Buna karşılık olarak Hikmet aile birliğine bağlı, onu kutsal kabul eden bir yaratılışta verilmiştir. O, kendisine yöneltilen tüm hakaretlere rağmen ailesinin bozulması için elinden geleni yapar. Oysa Sarıhatipler için çocuğun olmaması aile birliğinin dağılması için yeterli bir sebeptir. Güntekin’in, Sarıhatiplerin söylemde kalan geleneksel değerlere saygısını Kadriye ve Hikmet’in benliğinde harekete döktüğü görülmektedir.

İstanbullu ile Anadolu insanı arasındaki çatışma büyü bahsinde ortaya konulmuştur. Günlük hayatta geleneklere aşırı bağlı kaldıkları gibi dinin özünü de kavrayamamış, onu bir yaşam şekli hâline getirmek yerine gösterişe çevirerek büyü ve hurafelerle doldurmuş olan Sarıhatipler, Selahattin’in yatağının altından çıkan çıkını Kadriye ve Hikmet’in yaptığı bir büyü zannederler. İki farklı yaşam şeklinin büyü karşısında aldıkları iki farklı tutum aşağıdaki diyalogda verilmiştir:

KADRİYE

(…) Belki siz anlamadınız… Fakat oğlunuz anlamıştır ki… Ne kızım ne ben, böyle şeylere inanan insanlar değiliz… Bizim için büyü, füsun gönüllerin birbiriyle anlaşması mizaçların birbirine uymasıdır.

LEYLÂ ABLA (Yavaşça Emine’ye) Bu ne abukat karı böyle…

HACI ALİ

KADRİYE Maneviyat büyüden ibaret değil ki…

HACI ALİ

Gerçi sahte büyücüler olduğunu bilirim… Fakat doğrusu da yok mu? Nah işte ispat oğlumun hali… (Güntekin, 1972: 28-29)

Reşat Nuri kapalı bir muhitte yaşamış kişilerin göstermelik inançlarına mevlit meselesinde değinmiştir. Mevlit okunurken şevke gelip ahuvah eden bir kadın aslında mahalle imamıyla basılarak zina suçu işlemiştir. Yeşil başörtüsüyle dindar havasına bürünmüş kadınlar miras için babalarını öldürmüştür. Çanakkale eşrafı bu perspektiften din kisvesi altında büyük günahlar işleyen İslamiyet’i özümseyememiş kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşılık Kadriye ve Hikmet ise hem millî hem de dinî değerleri hakkıyla kavramıştır. Hikmet’in “Sen bir zavallısın Selâhattin. Milletinin civanmertliğini bırakmış, buna karşılık Avrupalı’nın yalnız gösterişini almış bir zavallı” (Güntekin, 1972: 92) sözleri millî değerlerine olan bağlılığının kanıtı niteliğindedir.

Hançer’de köylünün İstanbulluya karşı olan bakışı verildiği için olaylar Çanakkale’de yaşayan kişiler aracılığıyla aktarılır. Yukarıda da bahsedilen karşıt tutumlar Çanakkalelilerin Hikmet ve Kadriye’ye olan önyargılarını göstermesi açısından önemlidir. Karşı tarafın kendilerini onlardan farklı oldukları için sürekli eleştirmelerine karşılık Hikmet ve Kadriye’nin kendilerini savunmak için karşı saldırıya geçtikleri görülmez. Yalnızca yapmakla suçlandıkları büyünün aslında Emine ve kızı tarafından yapıldığı ortaya çıkınca Emine ve kızı üzerinden o muhitte bulunan bütün insanları yargıladıkları görülür:

HİKMET

Sen bu insanları anlamadın anne... Onlar ortak üstüne kız vermeyi başarı sayarlar… Ya… Emine hanım var gücünü büyüye verdi… Ha biliyor musun?.. Senin üstüne aldığın büyüyü de meğer o yapmış… Sonradan meydana çıktı… Ne diyordum… Öyle büyü yaptılar ki her yastığın altından bir muska çıkmaya, minderlerin altları şişeler, yağlı kaşıklarla dolmaya başladı… (Güntekin, 1972: 99)

Hacı Ali bütün tutuculuğuna rağmen torunu sandığı bebeğin oğlundan değil Necmi’den olduğunu öğrendikten sonra tepki göstermek yerine susmayı tercih eder. Burada dikkat edilmesi gereken bu davranış biçiminin sebepleridir. Birinci olarak Hacı Ali bunca malı mülkü bırakabileceği Sarıhatipler adını devam ettirecek bir varis ister ikinci olarak ise tehlikeye giren zenginliğinin kurtuluş bileti Hikmet’in dayısında olduğu için onlarla arayı iyi tutmak niyetindedir. Eserde çizilen despot baba figürünün normal şartlarda bu olaya büyük tepki vermesi gerekirdi, ancak Güntekin bunu yapmayarak okuyucuyu şaşırtmış ve onun değerlerine sahip çıkamayan değişken kimliğine vurgu yaparak trajikomik bir durum yaratmıştır. Hacı Ali, çıkarları doğrultusunda inandığı değerlerin tam tersi şeklinde davranmaktan çekinmemiştir.

Yaprak Dökümü’nde Güntekin, Fikret’in eşi olan Vehbi’yi kaba bir çiftçi olarak çizmiştir. Fikret ise Anadolu’da görev yapmış İstanbullu bir memur olan Ali Rıza Bey’in kızı olması dolayısıyla İstanbul terbiyesi ile yetiştirilmiştir. Vehbi, Fikret’in İstanbullu olması ile başına buyruk olması arasında bağlantı kurar (Güntekin, 1976b: 96). Ancak Anadolu ile İstanbul çatışması esas olarak Ali Rıza Bey ile Vehbi arasında yaşanır. İstanbul’da yaşadıkları karşısında sığınılacak bir liman olarak gördüğü kızı Fikret’in Düzce’deki evine giden Ali Rıza Bey, burada da aradığı huzuru yakalayamamıştır. Ali Rıza Bey’in yumuşak başlı, nazik tavrı Vehbi tarafından suistimal edilmiş ve ikisi arasında çocuk yetiştirme konusunda, Vehbi’nin Ali Rıza Bey’in yaşantısını sorgulamasına kadar giden bir tartışma yaşanmıştır. Fikret onun kabalığını okuma yazma bilmemesine bağlar (Güntekin, 1971b: 100). Vehbi eczacının camını kıran oğullarını dövmek ister ve çocukların bu yolla terbiye edilebileceğini düşünür. Çocukların tatlılıkla da yola gelebileceğini belirten Ali Rıza Bey’e “Zatıâliniz yaptınız, oldu mu?” (Güntekin, 1971b: 99) diye sorar. Eserde Ali Rıza Bey ve Fikret’in nezaketinin karşısına Vehbi’nin aklına geleni söyleyen kaba tavrının çıkarıldığı söylenebilir.