• Sonuç bulunamadı

2.3 Ahlaki Ekonomik ve Kültürel Sorunlar

2.3.2 Ekonomik Sorunlar

2.3.2.1 Birinci Dünya Savaşı Öncesi Anadolu’nun Durumu

Hançer’deki olaylar Çanakkale’de 1911’de geçer. Birinci Dünya Savaşı’na çok yakın bir tarih olan 1911’de ülke ekonomisinin bozulması esere yansımıştır. Hacı Ali bağlarında üzüm, elma yetiştirerek tüccara satan bir çiftçi iken topraklarından daha fazla kâr elde etmek ister ve topraklarında ispirto fabrikaları açar. Ancak Birinci Dünya Savaşı’na girilmesi ile birlikte Çanakkale Boğazı kapanacağı, işçiler askere alınacağı, Çanakkale’deki fabrikalara asker el koyacağı için şirketin senetleri düşmektedir. Güntekin, savaş koşullarının ülke üzerindeki ekonomik etkilerini Hacı Ali’nin şirketi üzerinden eserine yansıtmış olur.

2.3.2.2 Millî Mücadele Sonrası Anadolu’nun Durumu

Eski Şarkı’da Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’da yaşanan yönetimsel boşluk ve ekonomik güçsüzlük üzerinde durulmuştur. Reşat Nuri, bu duruma yeni kurulan devletin her şeye yetişememesi şeklinde haklı bir gerekçe sunsa da, eserdeki ada vasıtasıyla Anadolu’nun sefalet içindeki insanlarına ışık tutmayı ihmal etmemiştir.

Yokluk bakımından Güntekin’in Nuh peygamberin gemisine benzettiği bu adanın nüfusu iki bin kadar, geçim kaynağı ise biraz zeytin, bir parça incir ve keçiboynuzu ile keçi peyniridir. Bunları limana uğrayan küçük bir vapura beş on liraya satarlar, bu paranın yarısı da vergi olarak devlete ödenir. Bu durum ada halkının eline geçen parayı oldukça azaltmaktadır.

Müşerref’in ve Hacer’in evlendirilmesi de ekonomik yetersizlikler doğrultusunda düşünülebilir. Hacer, yaşadığı yoksulluktan kurtulsun diye kendisini taciz eden kişiyle evlendirilir. Zehra’nın ekonomik durumu öylesine kötüdür ki evden bir boğaz eksilsin diye kızı Müşerref’i çok küçük yaşta evlendirir. Reşat Nuri, piyeste bu durumu kuru bir gerçeklikle değil acınası bir gülünçlükle vermiştir:

BABAEFENDİ, Fenerci’nin yanından kalkarak.— Ben bilirim kime sopa çekmek lâzım ama ne yapacaksın (birden parlıyarak Zehraya) Bre sen değilsin parmak kadar kızı Balıkçı’ya verip gönderiyorsun kim bilsin nerelere?

ZEHRA.— Ay ben katil olacağım. Vermeyecektim de ne haltlar yedirecektin be bunak? Hortlayasıca oğlun bu kadar haşaratı başıma bırakıp denizin dibine gitti.

BABAEFENDİ.— Oğlum denizin dibinde hava tebdili yapmağa gitmiştir, yine sizin için gitti.

ZEHRA, ağlayarak.— Görüyor musunuz parmak kadar çocuğumu elimle veriyorum, yaşı daha on dört bile yok, kaymakam beye nikâh için bir hilye uyduruncaya kadar bir ayağını öpmediğim kaldı.

KAYMAKAM, bağırarak ve gülerek.— Hay Allah belânı versin be Zehra Hanım. Size bir iyilik edelim dedik adamı böyle teşhir mi ederler? Beni mahkemelere mi verdireceksin?

(Yine gülüşmeler). (Güntekin, 1971b: 208)

Eserde Fenerci’nin durumu da ekonomik yetersizlikler üzerinden incelenebilir. Aslen Karadenizli olan Recep Ağa memleketinde iş istihdamı olmadığı için adaya yerleşmiştir ve elli yıldır eşi ve çocuklarından ayrı yaşamaktadır. Eşi ile altı ay birlikte kaldıktan sonra yedi ay askerlik yapmış, daha sonra da para kazanabilmek için bu adaya gelmiştir. Eşinin ona yazdığı mektupta “beni aldığında on dört yaşında idim, ak saçlı kadın oldum” (Güntekin, 1971b: 163) “Ya sen ne oldun? Gel dünya gözüyle birbirimizi görelim” (Güntekin, 1971b: 164) sözleri ekonomik yetersizlikten dolayı yaşanan çaresizliğin gösterilmesi açısından önemlidir.

Yine yeni kurulmuş bir devletin her şeye yetişmesi beklenilemeyeceği fikrine dayanılarak, olayın geçtiği güney Anadolu’daki ada, kendi kaderine terk edilmiş şekilde çizilmiştir. Babaefendi’nin hikâyesi adanın kaderiyle de doğrudan bağlantılı olması yönüyle önemlidir. O, 1897 Osmanlı-Yunan savaşından sonra güney Anadolu kıyılarına yerleşmiştir. Girit’te Kolonel Vaso’ya karşı çete muharebesi yapmıştır. Girit elden gidince ailesi ile birlikte bu adaya yerleşmiştir. O dönemde ada eserin geçtiği zamandaki gibi terk edilmiş değildir. Limanda vapurlar, yelken gemileri bulunmaktadır. Ancak muharebelerin başlamasıyla birlikte ada Anadolu’dan ayrı düşmüştür. Ada halkı karşı kıyılara kaçmış, yalnızca çok ihtiyar ve yoksullar adada kalmıştır. Böylece bu güney Anadolu adası kimsesizliğe mahkûm edilmiş olur. “Bu kuş uçmaz kervan geçmez adaya” (Güntekin, 1971b:121) müfettiş bile uğramaz, bundan dolayı Babaefendi her türlü hizmeti Kaymakam’dan bekler:

BABAEFENDİ.— Kaymakam bey… insaf ediniz… anarşidir be anarşi… Girit gibi bir yer olmuşdur burası… karışan yok, görüşen yok... kimse de metelik vermez. Biraz nizam koyunuz rica ederum… siz devletsiniz (Güntekin, 1971b: 121).

Kimsesizliği kanıksamış olan Babaefendi aile işlerine dahi Kaymakam’ı karıştırır:

BABAEFENDİ.— Gelinim olmuş, çocuklarım olmuş taba’yı şâhâneden değildir onlar, hariç es kanundur onlar. Siz vereceksiniz hepsinin terbiyesini…

BABAEFENDİ.— Ne sandınız idi?. Kolaydır memleketin büyüğü olmak? At nalı gibi mühür taşımak? Emredeceksiniz, dinlemezlerse atacaksınız hapisde, atacaksınız suratlarında iki samar (Güntekin, 1971b: 122).

Aslında Babaefendi’nin bu tutumu, rejim değişikliği karşısında Anadolu insanının geliştirdiği tavra dair de yorumlanabilir. Cumhuriyet’in ve Atatürk inkılâplarının yanında olan halk geçmiş rejimden kalan alışkanlıklarından da kolayca kurtulamaz. Babaefendi, Kaymakam’a bir yandan ben “demosum, halkım” adada bir tane de demos kalsa onu dinleyeceksiniz tarzında demokrasi temelli sözler söyler. Öte yandan ise Atatürk’ü zamanın en güçlü padişahı ilan eder. Güntekin bu durumu Anadolu insanına duyduğu iyimserlik çerçevesinde kaleme almış ve güldürü ögesi olarak kullanmıştır. Kaymakam’ın aktardığı anı bu konuya örnek olması açısından önemlidir:

KAYMAKAM.— … Mübadelede Babaefendinin Giritteki toprakları için ufak bir ümit beliriyor. Oğlu bu iş için onu giydirip kuşatıp Antalya’ya götürüyor. Tesadüf Atatürk Antalyada misafir. Halk onu görmek için caddeye yığılmış, Babaefendi de kelli felli sakalıyla ön sıralarda halkla beraber, Babaefendi de alkışa başlıyor, fakat ne diye bilir misiniz? (dizlerini büküp ellerini çarparak sesini titreterek taklidini yapar) Padişahım çok yaşaaa… (Güntekin, 1971b: 123)

Adada Finikelilerden kalma mermer harabeleri de bulunmaktadır. Bunlar tarihî ve kültürel açıdan önem teşkil etmelidir ancak tıpkı ada insanı gibi burada unutulup kalmışlardır. Muharebeler başlamadan önce buraya seyyahların gelip mermer harabelerini inceledikleri bilinir. Yusuf bu mermerlerin böylesine boş verilmiş olmasını “ Anadolu’nun bir göz erimi uzağındaki bu adada âdeta hazineler gömülü. Bunca asır nasıl görmemişiz yarabbi?.. (Düşünerek.) Ama muharebeden vakit bulduk mu desenize? (Güntekin, 1971b: 128) sözleriyle açıklar. Savaştaki bombardımanlar dolayısıyla kimisi tarihî kimisi asri bu yapılar zarar görmüştür.

2.3.2.3 İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Ülkenin Durumu

Balıkesir Muhasebecisi’nde İkinci Dünya Savaşı’nın toplumsal sonuçlarına vurgusu yapılmıştır. Eser, İkinci Dünya Savaşı’nın toplumda yarattığı ahlâk ve ekonomik çöküntüyü inceler (And, 1983: 524). Buna göre İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ülkede pahalılık başlamıştır. Anadolu’da yolsuzluk alıp başını yürümüştür. Bu şirketlerden biri de Tahir’e iş teklifinde bulunur. Tahir’in işi kabul ettiği ortam, Necdet tarafından “Harbin ilk yılı… Pahalılık başlamış… Her yer gibi bizim evde de sıkıntıdan birbirimizi yiyoruz” (Güntekin, 1971a: 24) sözleri ile tarif edilerek Tahir’e haklı bir gerekçe yaratılır.

Piyeste esasen tüm karakterlerin çöküşüne sebep olarak dönem koşulları gösterilebilir. Çünkü 1950’li yıllarda toplumdaki değişim yalnızca bir yaşam biçimi sorunu değil ekonomik düzen sorunudur da. Sevda Şener “Vurgunculuğun bir kazanma biçimi olduğu ve olağan

karşılandığı bir ortamda ahlaksız değer yargılarından söz etmek neye yarar?” diye sorar ve şöyle devam eder:

Eğer öğretilen ilkeler, benimsetilen ülküler yaşamın gerçekleriyle çelişiyorsa yaşamın taban kurgusu, ahlak değerlerine uymuyorsa, namus, erdem ölçüleri yaşama uygulandığında ortaya iyi ve güzel olan araçlardan yoksun kalma, yoksulluğa düşme tehlikesi çıkıyorsa doğru seçim yapamadıkları için gençleri kınayabilir miyiz? Oyun Tahir’in şu sözleriyle son bulur:

“Hem evliya, hem vurguncu, öyle yağma yok… Ya o ya bu…”

Vurgunculuğun öteki seçeneği evliyalık ise suç gençlerin midir? Onların yanlışı babalarını yargılamakta acele etmiş olmalarıdır. Ya çalışma ve kazanma düzeninin vurgunculuk üzerine kurulmasında suçlu olanlar kimlerdir? (Şener, 1981: 375)

Bir Yağmur Gecesi’nin II. Dünya Savaşı yıllarında geçtiği radyo konuşmasından anlaşılmaktadır. Savaşın yaşandığı yıllarda Anadolu’nun birçok yerinde hüküm süren yoksulluk, Sarıova çerçevesinde incelenmiştir. Burada bulunan Sarıboğa nehri, halkın felaketidir. Halk kimi zaman kuraklıkla kimi zaman da nehrin taşması dolayısıyla selle mücadele etmek zorundadır. Savaştan dolayı dış politikaya önem veren devlet bu tip sorunlara yetişememektedir. Ancak Güntekin’in burada da devlete karşı suçlayıcı bir dil kullanmaktan ziyade sorunların nedenleri üzerinde durduğu görülür. Buna göre, devlet başında çok daha büyük dertleri olduğu için bu işlere yetişemiyordur. Halk kendisine yol gösteren birileri olmadığı için çözüm üretemiyordur.

Sel baskınında nehrin etrafında yaşayan halk dağlara kaçar. Felaket bitince ise köylerine geri dönerler. Bu bir mecburiyet ve kabul edilmiş çaresizlik olarak verilmiştir. Anadolu insanının yaşam gerçeği “Sen artık İstanbullu oldun Bey… Şehirliye nasıl anlatılır? Gelmesinler de nereye gitsinler fakirler... Ata yurdu demişler... Birkaç parça toprakları var… Velhasıl dert büyük...” (Güntekin, 1941: 13) sözleri ile aktarılmıştır. Sel felaketinde can kaybının olabileceği radyodan bildirilmiştir. Bu durumun süreklilik arz ettiği ise Oğuz vasıtasıyla dile getirilmiştir:

OĞUZ

Bayan öğretmen, siz her ölene ağlamağa kalkarsanız yazık olur gözlerinize... Radyo bu gece ölüm tehlikesi geçiren birkaç biçareden bahsediyor diye heyecana geldik. (Ateşlenerek) Fakat ölüm, elinde tırpanıyle, her gün aramızdadır... Su basar sudan ölürüz, kuraklık olur, açlıktan ölürüz... İkisi arası olur; bataklık, sıtmasından ölürüz… (Güntekin, 1941: 38)

2.3.3 Kültürel Sorunlar