• Sonuç bulunamadı

İnsanın Fiilleri 108

Belgede İbn Arabi`de mistik sembolizm (sayfa 117-123)

2. İBN ARABÎ FELSEFESİNDE AYNA SEMBOLİZMİ 88

2.3. İnsanın Fiilleri 108

İbn Arabî’nin insanın fiilleri konusundaki görüşlerini vahdet-i vücûd temelinde anlamak durumundayız. Bu öğreti, vücûdu, hakikî anlamda Tanrı’ya ait görüp diğer varlıkların gerçek anlamda bir varoluşa sahip olmadıklarını savunduğuna göre, insanın işlediği fiiller bu durumda kime nispet edilecektir? Eğer fiilleri Mu’tezile’nin dediği gibi

insana nispet edecek olursak,396 bu Tanrı dışında bir başka varoluş daha kabul etmek anlamına gelecek ve dolayısıyla vahdet-i vücûd öğretisini hükümsüz kılacaktır. Ayrıca, Kur’ân’da insanın işlediği fiilleri Tanrı’ya nispet eden pek çok âyet vardır.397

Diğer yandan bu fiiller mutlak anlamda Tanrı’ya nispet edilecek olsa vahdet-i vücûd görüşü kurtulmakla birlikte, bu kez ahlâk ve ilâhî adalet kavramları anlamlarını yitirmektedir. Bir başka deyişle insan ve insanın fiilleri Tanrı ile özdeş kabul edildiğinde, ne Tanrı’nın dünyada emretmesi ve yasaklamasının bir anlamı ne de iyi ile kötünün birbirinden farkı kalacaktır.

İbn Arabî bu problemin çözümünde de ayna sembolüne yönelir. O, bu sembole dayanarak, vahdet-i vücûd öğretisinden vazgeçmeden insana bir kudret ve sorumluluk alanı açar. İbn Arabî Fütûhât’ında insanın fiillerine yönelik olarak selefleri olan Mu’tezilî ve Mâturidî önerileri kabul etmemektedir.

Saadeti getiren fiillerin alâmeti, kişinin bütün hareket ve sekenâtında Allah’ın huzurundaymış gibi davranması, fiillerini îcâd ve iyi olmaları yönünden Allah’a nispet etmesidir. Kötü fiilleri Allah’a nispet etmek ise edepsizlik ve teklif bilgisinden habersiz olmaktır. Yine bu teklifin kimle ilgili olduğunu ve kime “şu fiili işle!” dendiğini bilmemektir. Eğer fiil hiçbir şekilde mükellefe nispet edilemeyecek olsaydı, ona “şu fiili işle” denmez ve böylece şeriat oyuncak olurdu. Oysa şeriat haktır. Bu yüzden fiilin kula doğru biçimde nispet edilmesi gerekir. Ona, “şu fiili işle denmiştir” ve o nispet, ‘kesb’ görüşünü savunanların aksine iradeyle ilgili değildir.

Bu, ilâhî kudret içine dâhil olan latif bir kudretle ilgili bir sebeptir. Bu [insanî] kudreti, Güneş’in ışığına dâhil olan yıldızların ışığına benzetebiliriz. Sen delille bilirsin ki, yıldızların yeryüzüne dağılan ışığı vardır. Fakat biz o ışığı, Güneş’in ışığı çok güçlü olduğundan ve onu bastırdığından dolayı hislerimizle idrâk edemeyiz. Kulların fiilleri konusunda da benzer biçimde his, fiilin his ve şeriat yönünden kulların olduğunu sanar. Yine ilâhî kudretin ona dâhil olduğunu sanar. Fakat [işin hakikatini] akıl idrâk ederken his idrâk edemez. Aynı şekilde Güneş’in ışığı yıldızların ışığına dâhil olur. Böylece yıldızların ışığı Güneş’in ışığı ile özdeştir ve yıldızlar Güneş’in tecellîgâhıdır. Bu yüzden ışığın hepsi [gerçekte] Güneş’indir. Hislerimiz ise ışığa yıldızlara aitmiş sanar ve şöyle söyler: “Yıldızların ışığı Güneş’inkine dâhil oldu.” Oysa gerçekte ortada Güneş’inkinden başka bir ışık olmadığı için, Güneş’in ışığı kendi nefsine dâhil olmuş olur.398

396 Şerafeddin Gölcük, Bâkıllânî ve İnsanın Fiilleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s. 168;

Şerafeddin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm, Tekin Kitabevi, Konya 1996, s. 231.

397 Saffât Sûresi, 37: 96; Enfâl Sûresi, 8: 17.

398 İbn Arabî, Fütûhât, II/528. Ebû Nasr es-Serrâc (ö. 378/988) vahdâniyetin yüceliğinden dolayı ümit ve

korkunun kaybolmasını diğer yıldızların ışığının Güneş ışığının şiddetinden dolayı görülmemesine benzetir. Bkz. Serrac et-Tûsî, el-Luma‘, s. 30. Hucvirî de Güneş’le Ay’ın ışığının birleşmesini muhabbet ve tevhidin sembolü olarak zikreder. Bkz. Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 14.

Ortaçağ astrofizik anlayışı Güneş’i evrendeki tek ışık kaynağı olarak görmekte ve Güneş etrafında şekillenen tek merkezli bir evren tasarlamaktadır. Günümüz astrofiziği galaksimizde Güneş sistemine benzer pek çok sistemin olduğunu keşfetmiştir. Ancak İbn Arabî’nin Güneş’i tek ışık ve enerji kaynağı olarak görmesi onun felsefî sistemine zarar vermez.

İbn Arabî’nin Güneş-yıldızlar ilişkisi üzerine bina ettiği yansıtma sembolizmini şu şekilde formüle edebiliriz: İlk olarak sistemimizdeki tek ışık kaynağı Güneş’tir. Güneş dışındaki sönmüş ve gezegene dönüşmüş yıldızlar ışıklarını Güneş’ten alırlar. Aslında ‘ışığı Güneş’ten almak ifadesi yanıltıcıdır. Çünkü gerçekte diğer yıldızların Güneş’ten ışık almaları söz konusu değildir. Yıldızların Güneş’in ışığını kendilerinde depolayıp Güneş’in ışık vermeyi kestiği andan itibaren depolanmış ışığı bir süreliğine veya mütemâdiyen kullanma yetenekleri yoktur. Yıldızların görünür kalması için Güneş’in her an onlara ışık göndermesi gerekir. Güneş bir an bile onları ışığından mahrum edecek olsa, onlar artık fenomenal anlamda yoktur. İbn Arabî Güneş’i Tanrı’ya, ışığını vücûda, diğer yıldızları a‘yân-ı sâbiteye ve yıldızların ışığını da âlemdeki varlıklara benzetmektedir. Dolayısıyla mümkünlere, Tanrı bir an için bile tecellî etmeyecek olsa, onlar yok olacaktır.

Sembolizmin ikinci basamağına gelince, yıldızlar Güneş doğunca kaybolur. İbn Arabî bu tespitini gezegenimize veya gezegenimizin belli bir noktasına göre yapmaktadır. Çünkü Dünya’dan bakan birine göre Güneş doğmakta ve diğer yıldızlar kaybolmakta iken, bir başka gezegenden, örneğin Neptün’den, bakan birine göre Güneş doğmadığı için diğer yıldızlar hâlâ görünür kalmaya devam etmektedir. Ayrıca, dünyanın batı bölgesinden bakan birisi için yıldızlar zâhir iken, doğu bölgesinden bakan birisi için yıldızlar batmıştır. Bu birinci nispet olup, mekânla ilgilidir. İkinci nispet ise zamanla ilgilidir. Yıldızlar gündüz kaybolmakta iken, geceleri görünmektedir. Sembolün ikinci basamağı, bize göre değişmez hakikatler olan varlık ve yokluk kavramlarının gerçekte ne denli izafî olduğunu göstermektedir.

Diğer yıldızların ışığı gerçekte varlığını sürdürmesine rağmen, Güneş’in ışığının çok güçlü olması ve diğer yıldızların ışığını bastırmasından dolayı, biz diğer yıldızların yok olduğunu sanırız. İbn Arabî bu noktada diğer yıldızların ışığının Güneş’in ışığı içine dâhil olduğu fikrini bir ‘zan’ olarak niteler. Çünkü gerçekte yıldızlar zaten bir ışığa sahip değillerdir. Işıktan söz edecek isek, sadece Güneş’in ışığından söz edebiliriz. Dolayısıyla

bir şeyin diğer bir şeye katılmasından bahsedebilmek için öncelikle ikinci şeyin var olması gerekir. Oysa bu bağlamda ikinci şey rolünde olan ‘yıldızların ışığı’ diye bir şey yoktur. İbn Arabî ile birlikte başladığımız noktaya geri geldik. Buna göre insanın işlediği fiillerin insana nispet edilebilmesi için insanın bir kudretinin olması gerekir. Oysa İbn Arabî insanın kudretinin Tanrı’nın kudretine dâhil olmadığını, çünkü ortada Tanrı’nın kudretinden başka bir kudretin bulunmadığını söylemektedir. Ancak İbn Arabî devam eden cümlelerinde insana fiillerin nispet edilebilmesi için gerekli olan alanı şöyle açmaktadır:

Aynalara gelince, her ne kadar onların eseri olsa da, bu eser onların ışığından değildir. Oysa eser, ancak ışık için olabilir. Çünkü ışık, kevnde aracısız olarak vardır. Güneş’in ışığı dolunayda kendini gösterince, dolunay, dolunaydan başkasının vermediği bir hüküm verir. Aynı şekilde ilâhî kudret kulda tecellî edince ve böylece mahlûkâttan fiiller zuhûr edince, bu zuhûr her ne kadar ilâhî kudretle gerçekleşmişse de, hüküm farklıdır. Çünkü fiillerin bu zuhûru ilâhî kudretin tecellîsi için bir ayna mesabesinde olan tecellîgah vasıtası ile gerçekleşmiştir. Nasıl ki Güneş’in ışığı histe dolunaya nispet edilirse, ki hakikatte fiil dolunayın ışığındadır ve bu ışık da Güneş’indir, aynı şekilde fiil de histe mahlûkâta nispet edilir ama o aynı zamanda Allah’ındır. Eserin değişmesi ile eşyadaki ışığa ilişkin hüküm de değişmiştir. Böylece, ışığın dolunay vasıtasıyla verdiği hüküm, aracı olmadan kendi başına verdiği hükümden farklıdır. Aynı şekilde kulların fiilinde de hüküm farklıdır. Bu teşbihten hareketle, teklifin kime yöneldiği ve kime iliştiği bilinir.

Nitekim aklen Ay’ın nefsinde Güneş’in ışığından hiçbir şeyin bulunmadığı, yine Güneş’in Ay’a zâtıyla ulaşmadığı, Ay’ın Güneş için sadece bir tecellîgâh olduğu bilinmektedir. Yine sıfat mevsûfundan, isim de müsemmâsından ayrılmadığı gibi kulda da hâlıkından bir şey yoktur. O ona hulûl da etmemiştir. Kul sadece O’nun tecellîgâhı ve mazharıdır.399

İbn Arabî bu ifadeleri ile kula fiillerin nasıl nispet edildiğine açıklık getirmektedir. Buna göre Güneş’in ışığı Ay’da yansırken de özde Güneş’in ışığı olarak kalmakla birlikte, Ay’da yansıma sürecine maruz kalmış ışık hüküm yönünden bu sürece maruz kalmamış ışıktan farklıdır. Aynı şekilde vücûd ve onun bir lâzimesi olan kudret her hâlükârda Tanrı’ya ait kalmakla birlikte, insan aynasında yansıma sürecine uğradıktan sonra bu kudret sırf Tanrı’da bulunan kudretten öz yönünden değilse bile, hüküm yönünden farklıdır. Fiilin insana nispetini ve sonrasında insanın ahlâkî sorumluluğunu İbn Arabî işte bu farklılık üzerine binâ eder. İşin özü, bu farklılık yine ayn’ların istidâdına dönmektedir. İbn Arabî ‘vakit’ kavramını açıklarken istidâdın vücûdu nasıl kendine göre aksettirdiğini ortaya koyar.

Sûfîler vaktin hakikatini, kendisi ile ve kendisi üzerinde olunan şimdiki hal olarak anlamışlardır. Vakit, iki yok [yani geçmiş ve gelecek] arasında bulunan bir varoluşsal durumdur. Vakit, Hakk’ın şeylerden onlara tesadüf eden şey olup, onların kendileri için seçtikleri değildir, denmiştir. Yine vakit, Hakk’ın gerektirdiği ve kişinin üzerinde icrâ ettiği şeydir, denmiştir…

Vaktin ulûhiyetteki dayanağı, Allah’ın Kendisi’ni “O, her gün bir iş üzeredir”400 olarak nitelendirmesidir. Aslında vakit, O’nun kendisi ile olduğu şeydir. Zamanın varoluşu fer’de, yani kevnde zuhûr eder. Böylece Hakk’ın işleri (şuûnât) mümkünlerin aynında zuhûr eder. Vakit gerçekte, senin olduğun şeydir. Senin olduğun şey ise, senin istidâdın ile özdeştir. Hakk’ın üzerinde olduğu işlerden ancak senin istidâdının istediği sende zuhûr eder. Bu durumda Hakk’ın işi, hakkında hüküm verilendir (mahkûmun ‘aleyh). Çünkü mümkünün mümkünlükle istidâdı, Hakk’ın işinin onda varlığa getirilmesini doğurur. Görmez misin ki muhâl varlığa getirilmeyi kabul etmez?! Dolayısıyla vaktin aslı kevndedir, Hak’tan değil. Vakit ise takdirdendir. Takdirin ise ancak mahlûkta hükmü vardır. Bu durumda vaktin sahibi kevndir; hüküm de kevnin hükmüdür.401

İbn Arabî bir başka yerde fiilin insana nispetini bu kez başka bir metaforla açıklamakta, ancak bu metaforu açıklamak için yine yansıtma sembolizmine dönmektedir.

Ben Hakk’ı gerçekten ayn’larda gördüm,

Ve isimlerde –böylece O’nu kendimden başkası [olarak] görmedim. Bu hükmü veren tek ben değilim,

Bu O’nun her görendeki hükmüdür.

Bunun aksini isbat edenler yanında, O görendir, bizse O’nun aynalarıyız. Allah şöyle buyurur: “Onları siz öldürmediniz, bilakis Allah öldürdü.”402 O yine şöyle buyurur: “Bulduğunuz yerde gebertin onları!”403 Böylece O, bu teklifî emirde; emreden, emredilen ve emri zâhir kılmıştır. [Bu emre] sarılmak gerçekleşip de fiilde öldürme işi muhdeslerin ayn’larından zuhûr edince demiştir ki, “Onları öldüren siz değilsiniz, Ben’im. Kılıç veya bir başka öldürme aleti sizin için hangi hükümdeyse siz de benim için o hükümdesiniz.” Öyleyse öldürme, bu aletle öldürülen kişide gerçekleşmiş, ama o alet hakkında ‘öldüren’ denmemiş; o kılıçla vurup-öldüren kimse hakkında ‘öldüren’ denmiştir. Aynı şekilde vurup-öldüren kimse bize nispetle, kılıcın onun yanındaki durumu gibidir. Öyleyse mükellef hakkında ‘öldüren’ denmez; mükellif ve kılıçla öldüren Allah’tır. Mükellef, O’nun için, kılıçla vurup-öldüren el yerine geçmiştir. Bu meselenin izahı ahkâmı gerektiren durumların bilgisidir. Acaba bu durumların bir varoluşsal aynı var mıdır, yoksa sadece ahkâmın talep ettiği nispetler midir? –böylece onlar ahkâmı ile akledilir olurlar.

Geriye ahkâmın zuhûr ettiği mahallin bilgisi kaldı. O nedir? O mümkünün aynı mıdır? Oysa nispetler Müreccih’e aittir. Bu onun şu sözü gibidir: “Siz öldürmediniz onları, bilakis

Allah öldürdü.”404 “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratır.” 405 Yoksa mahal Hakk’ın

vücûdudur da, bu ahkâm mümkünlerin Hakk’ın vücûdundaki eseri midir? Bu durumda bu 400 Rahmân Sûresi, 55: 29. 401 İbn Arabî, Fütûhât, II/528. 402 Enfâl Sûresi, 8: 17. 403 Nisâ Sûresi, 4: 89. 404 Enfâl Sûresi, 8: 17. 405 Sâffât Sûresi, 37: 96.

eser, O’nda zâhir olan sûretlerdir. Her sûret, onda kendi sûretini gördüğü bir sûret görür ve bu sûretler mümkünlerin Hakk’ın vücûdundaki eserleridir. Böylece Ahmet, Mehmet’in sûretini Hakk’ın sûretinde görür. Bu sûretin göründüğü hal de aynen sûret gibidir. Ehlullah’tan her iki görüşü savunan kimseler de çıkmıştır.406

İbn Arabî bu alıntıda yaratma başlığı altında incelediğimiz meseleyi bu kez insanın fiilleri bağlamında tartışmaktadır. Şeyh’in bu bağlamdaki diyalektiği üç aşamadan oluşmaktadır. İlk aşamada Tanrı müminlere kâfirleri öldürme emrini vermekte ve müminler bu emri yerine getirmektedirler. İbn Arabî bu emri ‘teklifî emir’ olarak nitelendirir. Şeyh’e göre iki tür ilâhî emir vardır: teklifî ve tekvinî emir.407 Tekvînî emir,

bir şeyin istidâdının gerektirdiği şeyi yapmasıdır. Bu emirle ahlâkî bir sorumluluk terettüp etmez. Teklifî emre gelince, bir şeyin yapılmasını veya bir şeyden geri durulmasını âmir olan emir olup, ancak bu emir doğrultusunda bir fiil hakkında iyi veya kötü hükmü verilebilir.408 Ne var ki, İbn Arabî her ne kadar cihat emrini teklifî bir emir olarak nitelendirse de, sonrasında yaptığı yorumlar bu emri tekvinî emre yaklaştırmaktadır.

Allah bu emri verdiğinde ve kul onu yerine getirdiğinde, emreden/Tanrı, emredilen/kul ve emir/cihat zâhir olmuştur. Ancak öldürme fiilini insandan nefyedip Tanrı’ya nispet eden âyet, gerçekte emreden ve emredilenin hiç de göründüğü gibi ayrı ayrı varlıklar olmadığını ispat etmektedir. Dolayısıyla öldürme fiilini gerçekte Tanrı işlemiş, ancak kul bu eylemde Tanrı’nın tecellîgâhı olmuştur. İbn Arabî bu bağlamda kılıç örneğini vermektedir. Bize göre bu örnek, İbn Arabî’nin felsefesini ancak bir dizi modifikasyondan sonra yansıtabilir. Buna göre kılıçla kılıcı tutan el arasındaki ilişkiyi, elden kılıca yayılmış bir tesir olarak görmemiz gerekir. Tanrı’nın varoluşu veya kudreti de aynı biçimde kula yayılmaktadır. Bu bakımda Tanrı aynaya bakan kişi, kul ise o kişiyi yansıtan aynadır.

İbn Arabî metnin son kısmında kulu aynaya bakan kişi, Tanrı’nın vücûdunu ise ayna veya tecellîgâh olarak tasvir etmektedir. Buna göre kulun öldürme fiili, Tanrı’nın vücûdunda tecellî eden sûretlerdir.

406 İbn Arabî, Fütûhât, III/532.

407 İbn Arabî benzer bir ayrımı ibadet hakkında da yapar. Bu ayrıma göre ibadetler, ‘zâtî’ veya ‘aslî ibadet’ ve

‘fer’î ibadet’ olmak üzere iki çeşittir. Birinci tür ibadet, mümkünlerin zâtlarının mümkün olmaları yönünden ibadet etmeleridir. İkinci tür ibadet ise, kulun yapabilmek için ilâhî bilgilendirmeye ihtiyaç duyduğu amellerdir. Bkz. İbn Arabî, Fütûhât, II/304.

408 Tevfîk et-Tavîl, “İbn Arabî’de Ahlâk Felsefesi” (İbn Arabi Anısına (Makaleler), Ed. İbrahim Medkur, çvr.

Sonuç olarak İbn Arabî insanın fiilleri meselesine de vahdet-i vücûd öğretisine bağlı kalarak bir çözüm önermekte, bu çözümü ayna sembolizmine dayanarak açıklamaktadır. Buna göre insanın kudreti ve bu kudretten doğan fiiller, insanî varoluş örneğinde olduğu gibi, gerçekte Tanrı’ya ait olmakla birlikte insanda zuhûr etmektedir. İnsanda zuhûr eden kudret ile sırf Tanrı’da mevcut olan kudret arasında bir çeşit fark vardır. İşte bu farklılık sayesinde insana kudret nispet edilebilmekte ve insan işlediği fiillerden sorumlu olmaktadır.

Belgede İbn Arabi`de mistik sembolizm (sayfa 117-123)