• Sonuç bulunamadı

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Üstün Ergüder, İstanbul Politikalar

Merkezi

Hem kendi adıma hem de konuşmacılar adına Türk Eğitim Derneği’ne çok teşekkür ederim. Bir şerefti bugün burada olmak ve eğitime gönül vermiş bu kadar kişiyi de bir arada görmek cidden çok önemli. Beni bırakabilirseniz çok konuşurum ama konuşmayacağım; çünkü cidden az vaktimiz var, üç konuşmacımız daha var. 15.30’da bitirmemiz gerekiyor. Belki bir beş on dakika bize müsaade ederler; çünkü geç başladık. Onun için ben konuşmacıları sizlere tanıtayım.

İlk konuşmacımız Prof. Mark Gingsburg, Eğitim Geliştirme Akademisi’nde Washington DC’de kalite uzmanı olarak 2006 yılından beri çalışmakta. Aynı zamanda Karşılaştırmalı Eğitim Değerlendirmesi adlı eserin ortak yazarıdır. Mark Ginsburg Birleşik Amerika’nın değişik üniversitelerinde eğitim sosyolojisi alanında çalışmıştır. Birmingham Aston Üniversitesi‘nde, Huston Üniversitesi’nde ve Pittsburgh Üniversitesi’nde akademik çalışmalarını yürütmüştür. Mark Ginsburg’un ayrıca uluslararası deneyimi de vardır. Mısır Eğitim Reformu Projesi’nde 2004-2006 yılları arasında aktif olarak rol almıştır. Prof. Ginsburg’un çeşitli yayınları da bulunmaktadır. O yayınları elinizdeki kitapçıkta zaten göreceksiniz.

İkinci konuşmacımız Stephen Paul Heyneman. Karşılaştırmalı eğitim konusunda Chicago Üniversitesi’nde doktorasını yapmıştır. Ondan sonra 22 yıl Dünya Bankası’nda çalışmıştır. 1976-84 yılları arasında Dünya Bankası’nda etkili eğitimin geliştirilmesi için araştırmalar ve politikalar üreten ekibin içinde yer almıştır. Şu anda Vanderbilt Peabody Universitesinde Uluslararası Eğitim Politikaları profesörü olarak görev yapmaktadır.

Üçüncü konuşmacımız Dr. Bahadır Kaleağası. Ben şahsen Dr. Bahadır Bey’i çok eskiden beri tanıyorum. Avrupa Birliği konusunda Türkiye’nin en ileri gelen uzmanıdır kendisi. Şu anda Brüksel’de görev yapmakta, TÜSİAD’ı temsil etmektedir. Avrupa konusunda bir şey öğrenmek istediğimiz zaman müracaat ettiğimiz en önemli otorite Bahadır Kaleağası’dır. Kendisinin ayrıca akademik dereceleri de mevcuttur. Kendisine hoş geldin diyorum.

En son konuşmacımız Cüney Ülsever. Cüneyt Ülsever’i hepiniz tanırsınız, Hürriyet gazetesinden; ama ben kendisini başka bir bağlamda da tanıyorum. Boğaziçi Üniversitesi’ne ilk geldiğim yıllarda Cüneyt çiçeği burnunda bir öğrenciydi. Derslerde oldukça yaramaz bir öğrenciydi diye hatırlıyorum. Doğru

mu? Komünisttim o zaman diyor. Ben yaramaz dedim kendisine ama Cüneyt Boğaziçi Üniversitesi’nde çok iyi bir öğrenciydi, onu hatırlıyorum. Başka başarıları yanında akademik hayatta da önemli tecrübesi var. Harvard Üniversitesi’nde ve Colombia Üniversitesi’nde “İktisat” alanında doktora yaptı. Kaynak Ekonomisi konusunda doktora yaptı. Ben o zaman fazla vakit kaybetmeden mikrofonu Mark Ginsburg’a bırakıyorum.

Prof. Dr. Mark Ginsburg, Maryland Üniversitesi

Tünaydın. Benim için Türk Eğitim Derneği’nin 80. kuruluş yıldönümünde burada bulunmak büyük bir zevk. Aslında benim için esas ayrıcalık, önümüzdeki iki gün boyunca sizler ve daha fazla kişiyle konuşmak olacak. Maalesef, eğitimden bahsederken, bir konuşma ve ders serisi sunarak nasıl eğitim verilemeyeceğini göstermiş oluyoruz. Umarım, bu sabah yapılan sunumlar gibi, yapacağım yorumlar sizi harekete geçirir, sadece konuşacağımı ümit ediyorum; ama belki de tartışmak istediğim bazı konuları münazara edebilirim. Bugünkü konuşmamda özet olarak sunacağım belge, işimin büyük bir kısmını kapsayan ve işbirliği neticesinde ortaya çıkmış bir çalışmadır. Tepegözden ekrana yansıdığı gibi, bir Mısırlı, bir Faslı ve bir Japon meslektaşımla, küreselleşme kavramına Mısır’daki avantajlı noktasından bakılabildiği gibi bakabilmek için bu sunum üzerinde çalıştık. Söyleyeceğim gibi, küreselleşmeyi serbestçe hareket eden ya da sadece soyut bir şeymiş gibi ele almamak özellikle önemlidir; çünkü küreselleşmenin yeryüzündeki insanlar için gerçek aktörleri ve gerçek sonuçları bulunmaktadır. Küreselleşme, bilimsel literatür dahilinde çok sıklıkla tartışılmıştır ve bana ilginç gelen de eğitim politikasını oluşturanlar arasında bir çeşit mantrahaline gelmiştir. O denli sıklıkla tartışılmıştır ki ne anlama geldiğini açıklamak durumunda kalınmamıştır ve farklı seçenek kümelerini derinden incelemeye gerek olmamıştır. Dikkat genelde ekonomik alan üzerinde yoğunlaşmış ve tahmin ediyorum ki hem Adam Smith hem de Karl Marx, ekonomik alanın en temeli olacağı düşüncesini benimseyeceklerdir; ancak bu kavramın aynı zamanda siyasi, kültürel, teknolojik ve bizim kendi amaçlarımız için eğitimsel alanı da bulunmaktadır. Kültürel gidişat ile ilgili olan alanı ideolojik alan olacaktır. Bu sabah birkaç konuşmacı tarafından vurgulanan, belki bir büyük dünyadan bahsettiğimiz, ancak büyük bir aile gibi olan bir dünyadan bahsettiğimiz ve aramızda farklılıklar olduğu hususunu yeniden vurgulamak istiyorum. Güçlerimizde farklılıklar, kaynaklarda farklılıklar, kontrolde farklılıklar. Buna bir dünya sistemi bakış açısıyla bakarsak, Manuel Lawrestine ve diğerleri bu ülkeleri çekirdek, yarı oranda çevrede kalan ve çevrede kalan ülkeler diye ayırmışlardır. Bu, kategoriler o kadar da açık değildir. Bu bir kavramdır, bir katmanlara ayırma durumu vardır ve küresel sistemde dikkat etmemiz gereken eşitsizlikler bulunmaktadır. Ancak, aynı zamanda, eğitim, özellikle kürselleşme ve küreselleşmenin eğitimle bağlantısından bahsettiğimizde, işleyen en az iki bakış açısı bulunmaktadır. Bunlar bazen küreselleşme ve eğitim

arasındaki ilişki üzerinde düşünmenin tek yoluymuş gibi tartışılmaktadır. Diğer bakış açısına nazaran benimkine daha yakın olduğunu göreceğiniz bir şekilde, bunun çatışmaya yönelik bir bakış açısı olduğunu fark edeceksiniz.

Küreselleşme ile ilgili tam bir güçler ve batılılaşma kümesi, ya da devlet ya da sosyal hareket aktörlerinden oluşan tamamen zayıf bir grup üzerine dayatılmış belli biçimlerde ekonomik ve kültürel yayılma biçimleri şeklinde bir anlayış vardır. Daha çok fikir birliğinden yola çıkan ve denge diye tabir edilebilecek bir diğer bakış açısından, dünya genelindeki kültüre bir sembol olarak gösterilecekse, küreselleşmeyi bir seçenekler dizisi olarak gören bir algılayış biçimi bulunmaktadır. Küreselleşmeyle ilgili olup bitenlerden gönüllü olarak bir şeyler almak için kalkınma basamaklarını çıkan insanların attığı kalkınma adımları buna dayanmaktadır. İçinizden birçoğu şunu söyleyecektir: “Ama bir dakika, bu söylenenlerin bazılarında gerçeklik payı var ama aynı zamanda bunlar, insanların günlük yaşamı ile ulusal kurumlar ve küreselleşme arasındaki ilişkilerin işleyişinin belli boyutlarını abartılı bir şekilde ifade etmesi açısından ideolojiktir.” Ayrıca farklı ülkelerin farklı biçimde etkilenmesi gibi, aynı ülkeden farklı insanlar küreselleşmeden farklı biçimde etkilendiğinden, bu şema ile ilgili olarak kimilerinin bu basamaklarda bulunmadığını, kiminse bir hayli alt basamaklarda bulunduğu sorusunu da sorabilirsiniz. Kısaca birtakım sınırlamalardan bahsettim. Ben bunun bu sabah çok net bir şekilde anlatıldığını düşünüyorum; en azından küreselleşmenin vizyonlarının ne olduğunu, farklı ve birbiriyle çelişen durumlarda bunun etkilerinin ne olacağını çok net gördüm.

Bence küreselleşmenin bugün en baskın biçimi olarak, eğitim ve diğer hizmetlerin sağlanmasında devleti daha az işe dahil olan bir merci gibi gören küreselleşmenin neoliberal versiyonunu düşünüyorum. Bununla beraber, aynı zamanda küreselleşmenin devletleri küresel ekonomiye daha çok ve daha iyi işçi, bir şekilde daha az kaynak sağlamaya iten diğer boyutları da bulunmaktadır. Küreselleşmenin çelişkili etkileri üzerinde daha çok başarılara bakılmalıdır. Modellerin ne olup bittiğini bize önceden sunduğunu ben de düşünmüyorum; aslında şunu söylemeliyim ki küreselleşmeyi bir şey ya da bir süreç olarak değil, bu sabah da sözü edildiği gibi, ulusal düzeyde eğitim politikası bakımından düşünmeliyiz. Şunu da söylemeliyim ki eğitim etrafında dönen küresel politika ve ekonomik mücadele de en iyi şekilde bir mücadele olarak anlaşılır. Burada size kısaca bu öğleden sonra bu mücadelede çok önemli yeri olan UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Fonu), UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu), Dünya Bankası, tarihimizdeki nispeten son dönemlerde oluşturulmuş birimler, ikili kuruluşlar ve özellikle ABD uluslararası kalkınma ajansına atıfta bulunacağım; ama ikili ya da ulusal temelli ulusal kalkınma kuruluşları da bulunmaktadır. Çokuluslu kuruluşlara fazlaca değinip vakit almayacağım; ama buna özel bir açıdan, bu kuruluşların eğitim aktörleri haline gelme yolları açısından bakmamız gerekmektedir. Aynı şekilde bence bir açıdan sözleşmesiz bir şekilde hükümetin görevini yerine getiren kuruluşlara bazı yönlerden benzeyen hem sosyal

hareketleri hem de grupları da içine alan ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin rollerine de kısaca bakmak istiyorum.

Bugün eğitimin tek bir boyutu üzerine konuşacağım; aktif öğrenme, eşitlik, teste tabi tutma ve etkinlik, bütün bunlar eğitim ile ilgili dönen bir dizi konuşmanın parçalarıdır. Ben kısmen toplum katılımının ademi merkeziyetçiliğinden bahsetmek istiyorum; çünkü bu kavramların her ikisi de çeşitli uluslarda ve çeşitli uluslararası kuruluşlarda desteklenmiştir. İlginç olan şudur ki eğitimin kalitesi üzerinde ademi merkeziyetçiliğin kesinlikle ve katılımın belki bir farklılık yarattığına dair çok az tutarlı kanıt bulunmaktadır. Her ne kadar bazen bu tartışılsa da kanıt pek de açık değildir. Ancak, çok sayıda ülkede geçmişten dolayı şu çok açıktır ki bunu uluslararası konuşmalara bakarsanız tartışabilirim, bu hükümetlerin ve idari reformların yoluna devam etmesini sağlayan şey kısmen kaynak azlığıdır ve görecemiz gibi, kısmen de bazı grupların çok fazla güç ve ademi merkeziyetçilik uygulamalarına mani olacak şekilde gücü yeniden dağıtma çabasıdır. Örneğin Yeni Zelanda’da, bence küreselleşmenin, siyasi bir aktör olarak artan bir şekilde güç kazanan öğretmenler birliğinin etkisini azaltmak için olduğu çok kolaylıkla anlaşılabilir. Daha dini ve laik boyutlar dizisine sahip olan Mısır’ın durumunu göreceğiz. Daha da önemlisi, küreselleşmenin kavramlarının toplum katılımını ademi merkeziyetçi bir hale getirilmesidir. Bunlar ideolojilerden bilgilenmektedirler. Bence küreselleşmeyi tartışıyorsanız her şeyden önce, muhtemelen benim Adam Smith ve kapitalist ideoloji ve uygulamanın farklı versiyonlarıyla ilişkilendireceğim, küreselleşmenin halihazırdaki, baskın halinin şu anda okumakta olduğum tek tür olduğunu düşünmelisiniz. İki farklı cilt, iki alternatifi sunmaktadır. Katılın ya da katılmayın, küreselleşmeyle ilgili bir görüşe sahip olan Lenin’in biyografisidir ve sol içinde Lenin’in görüşüne ve geniş seçenekler dizisine katılanlar ve katılmayanlar vardır. Aynı şekilde bir başka küreselleşmeyi, Kuran’ı da okumaktayım ve bugün burada yapmak istediğim konuşma içinde bununla ilgili önemli özellikleri göreceksiniz. İslam’ın rolü ve Türkiye’deki politikayla bağlantısı konularının basit hususlar olmadığını biliyorum.

Birkaç nedenden dolayı Mısır’dan bahsetmek istiyorum; bunlardan biri burada birkaç ay yaşama ve on yıldan fazla bir süre burada çalışma zevkini tatmış olmamdır. Aslında, Nil Nehri’nin suyunu içme şansım oldu; ünlü deyişte de dendiği gibi sürekli tekrar tekrar Mısır’a geri dönüyorum. Ama aynı zamanda Türkiye ile ilişkilerindeki tarihi ilgisinden ve nihayetinde Türkiye’ye benzer bir şekilde, Mısır’ın birçok konuda ve bugünün dünyasında birçok alanda çok stratejik ve jeopolitik bir konumda bulunmasından dolayıdır.

Mısır’ın 200 yıllık tarihinin, durumun küresel ve ulusal noktalarıyla bağlantısını ortaya koyan hususlarına hızlıca değineceğim. Tabii ki Sultan’ın kendisini atamasıyla, Muhammed Ali 1801 yılında Mısır’a varır, Fransa’nın işgaline cevap olarak Fransızları ülkeden atar, bağımsız bir ülke kurmaya başlar; ancak bu ülke

Osmanlı İmparatorluğu bağlamında kurulmuştur. İlk modern ve son derece merkezi bir biçimde laik eğitim sistemini kurar. Böylece, başlangıçtan itibaren, bu özel laik sistemden itibaren Mısır’ın eğitim sistemi son derece merkezidir. Ancak, bu sistem çok da merkezi olmayan başka bir sistemle beraber gider. Bu sistem, İslami, Kuran temelli olan ve birçok yerel topluluk tarafından başlatılmış olan Al-Azaar okul sistemidir. Ancak, Mısır doğumlu Arnavut asıllı Muhammed Ali modern eğitim fikirlerini getirmiş ve insanları yurtdışına göndermiştir. Bu dönemde açıkça bir Avrupa etkisi bulunuyordu. İngilizler çoğunlukla ekonomik çıkarlarını korumak için Avrupa’ya geliyorlardı, Mısır’a yüklü kredi borçları vardı; bu paraları ödeyemeyeceklerdi ve iflas etmek üzereydiler. Britanya çıkarını korumaya karar verdi, Mısır’ı işgal etti birkaç on yıldan fazla bir süre burada kaldı. Ancak, ilginç bir şekilde okul sistemlerinin karşı karşıya olduğu en büyük sorun, özellikle de Britanya’nın etkisiyle, kaynaklarlaydı ve aynı zamanda liderlik, ekonomik sorunu çözme fikri il danışmanları yaratmayı ve hükümetin Britanya’ya borcunu ödeyebilmek için gelir yaratmaya çalıştığı için sahip olamadığı parayı arttırabilmeyi getirdi. Britanya’nın da tabii ki bir çeşit ademi merkeziyetçi bir eğitim sistemi bulunuyordu. Bu, o noktada bir sistem bile değildi. Atatürk ve diğerlerinin burada Kurtuluş hareketine önderlik ettiği zamanda, Mısır’da bir ihtilal devam etmekteydi. Britanyalılardan kurtulamadı, ama bir çeşit yarı bağımsızlık dönemi yarattı. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu sonlanmış olsa da Muhammed Ali’nin vasiyeti halen kenara atılıyordu; ama önemli olan siyasi yönelimli gruplardaki büyümeydi. Bu durumda 1928’de ortaya çıkan Müslüman Kardeşlerin Mısır’da uzun ve önemli bir geçmişi bulunmaktadır; ama bu aynı zamanda yine ademi merkeziyetçilik getirmeye yönelik bir hareket vardı. Mısır’dan aklımda kalan bu hikâyenin bir kısmında, ilave kaynak almak, toplulukları ele geçirmek, özel işlerin katkıda bulunmasını sağlamak, ulusal vergi gelirlerinden gelmeyen işi insanların yüklenmesini sağlamak ve aynı zamanda farklı inanışlara sahip grupların etkisini azaltmak o zamanın amaçları arasındaydı. Bu çaba aktif bir şekilde ve ademi merkeziyetçi kılma amaçlı olarak her zaman vardır. Bence bu da aynı şekilde önemlidir; çünkü, küreselleşmeyi düşündüğümüzde, genellikle UNESCO, Dünya Bankası ve diğerleriyle birlikte eğitimden bahsederiz ve bu uluslararası ve çokuluslu kuruluşları küreselleşmenin tedarikçi ve ileticileri olarak zikrederiz. Bunlar sadece II. Dünya Savaşı’ndan sonra kuruldular. Mısır Türkiye’yle ve diğer yerlerle olduğu gibi kürselleşmenin küreselleşme ile ilgili söylenenlerden kaynaklanan boyutlarını da yaşamaktadır. Yine Nasser döneminde, yerel kontrolü ve sorumluluğu harekete geçirme ama eğitimin üzerindeki merkezi kontrolü koruma yönünde bir girişim vardı. Aynı zamanda tabii Nasser Mısır’ın içinde ve çevresinde diğerleriyle bir Arap sosyalleşmesi kavramını geliştirme çabasındaydı. Bu kavram, Müslüman Kardeşler ve köktendinci İslamcı grupların savunduklarıyla tam olarak aynı görüşte değildi. Aynı zamanda, Mısır Sovyetler Birliği’ne sadece kaynak sağlayan değil, aynı zamanda daha ademi merkeziyetçi bir model ve yine ortaya çıkan

çelişkili unsurları getiren bir imkân sunuyordu. Sanırım, Nasser dönemi için, daha çok kaynak ve idari sisteminin eleştirilerinden bahsetmek istiyorum. Mısır hükümetinin eğitimi merkezi bakış açısından ele alma kapasitesini ve en yakın geçmişte Mübarek döneminde başka birtakım hareketler görmeye başlarsınız. Bir cumhurbaşkanını katledip yerine başkasını getirmek merkezi hükümetin görevi gibi gözükmektedir. Kaynaklar burada olduğu için değil, aslında kaynakların yerel gruplar nedeniyle var olmaması nedeniyle hükümeti yeniden kurmaya çalışır. Şunu anlamalısınız ki İngiliz koloni dönemindeki tarihi seferberliklerin büyük bir kısmının vuku bulduğu ve köktendinci İslami grupların faaliyet gösterdiği yukarı Mısır, Mısır hükümetinin ve çok taraflı ve iki taraflı kuruluşların reform çalışmalarını yoğunlaştırdığı yerdir. Bu yüzden burada koşulların ilerleme kaydetmesi tesadüf değildir. Kısmen 90’lı yıllardaki birkaç olaya eğilmek istiyorum; çünkü bence en çok entrikanın döndüğü dönem bu dönemdir. Ademi merkeziyetçilik için artan oranda talepler gelmektedir. Bu konuda Mısır hükümetiyle yürütülen çalışmalar bile bulunmaktadır; örneğin 1993 yılında yerel okul katılım komitesi kurmak için, katılımcı bir proje için harekete geçilmiştir. UNICEF çok ilgi çekici bir pilot program uygulamaktadır, ama aynı zamanda Milli Eğitim Bakanı ve diğer hükümet yetkilileri okullarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygun gördüğü çizgide olmayan bazı faaliyetlerin yürütüldüğünü fark ediyorlar. Köktendinci grupların çok fazlasıyla dikkatini çekebilecek bazı materyaller var. Bunlar okullardan, sınıflardan çıkarılıyor. Bu gruplarla bağlantısı olan ya da en azından ilgisi olduğu iddia edilen birkaç öğretmen var. Bunlar da okullardan uzaklaştırılıyor.

Prof. Dr. Stephen Heyneman, Vanderbilt Peabody Koleji

Herkese tünaydın. Bugün yapacağım konuşmanın başlığı “Eğitim, Sosyal Uyum ve İdeoloji”dir. 22 yılımı Dünya Bankası’nın eğitim kredi stratejilerine katkıda bulunarak geçirdim. Bu stratejiler, beşeri sermayenin, eğitim yatırımlarının bilgi ve beceriye götüreceği, bunların da daha büyük iş verimliliği, ekonomik büyüme ve bunun geri dönüşü olarak da kalkınma getireceğine yönelik var olan genel bir teoriye delil sunma olarak hatırlanmaktadır. Bu teori Afrika, Asya, Latin Amerika ve Ortadoğu’da bir hayli iyi işledi ve tüm ikili ve çok taraflı kalkınma destek kuruluşlarında eğitimin önemi konusunda bir uzlaşmaya varılmasını sağladı. Bu teorinin faydası 1991’de Sovyetler Birliği’nde yaşanan tecrübe ile bir zorluk atlattı. Benim başıma geldiği anı hatırlıyorum. Rus Eğitim Akademisi Başkanı Profesör Davidoff’un ofisindeydim ve ofisinden içeri girdiğimde telefonla konuşuyordu ve kelimenin tam anlamıyla birine bağırıyordu. Telefon konuşmasının sonunda, hayal kırıklığı içinde telefonu fırlattı. Sorunun ne olduğunu sordum. Cevabı şuydu: “Orada ne öğrettiklerini bilmiyoruz.” İşte bu fikrin benim aklıma düştüğü an buydu. Komünizm sonrası yetkililer her konuda merkezi kontrolü azaltmıştı. Ebeveynlere ve yerel halka seçimler önerdiler; kamu

kaynaklı dini eğilimli okulları desteklediler; klasik gelenekler, öğrenci ilgisi, dini inançlar, pedagojik felsefe ve ekonomik talep temelinde pedagojik alanların bozulmasını teşvik ettiler. Her hangi bir standarda ait olan bu seçimler radikaldi; ancak bunlar Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde şevkle ve özel işletmelerin özel alanlara ayrılmasındaki hızla aynı hızda uygulamaya kondu. Merkezi kontrolden bağımsız bir eğitim, totaliter ideolojinin yeniden ortaya çıkmasını engellemek için bir gereklilik gibi yorumlandı. Kır, çabucak kır, tamamen kır ki bir daha toparlanamasın.

Profesör Davidoff ne için endişeliydi? Rusya Federasyonu, aralarında Çeçenistan’ın da bulunduğu 89 alandan oluşmaktadır. Bunlara 55 il, 2 büyükşehir, 21 etnik cumhuriyet, 11 özerk bölge dahildir. 89 alanın 40’ında, azınlık nüfusu o kadar yüksek ve önemli ki eğitimde hangi dilin kullanılması gerektiği, hangi tarihin okutulması gerektiği yönünde tartışmalar ortaya çıkıyor. Eski komünist ülkelerde, azınlıklar sıklıkla zorla bir yerden başka bir yere yerleşmeye zorlanmıştır. Almanca ya da Korece konuşanlar, Sibirya ve Orta Asya’ya gönderilmiştir. Yahudiler, Kazaklar, Piritler, Bolşevikler ve diğerleri uzak ve daha geri kalmış bölgelere yerleştirildiler. Bu yerinden edilmiş insanların gençlere ne öğretilmesi konusunda kendilerine ait hiçbir siyasi sesi yoktu; ama bugün bu insanlar hem sese hem de yetkiye sahipler ve yapmak istedikleri ilk şeyler arasında eski yanlışları yazmak için okul müfredatını kullanmak bulunuyordu. Çocuklarına maruz kaldıkları baskıları anlatmak. Orada ne öğretiyorlar bilmiyoruz haykırışı bir tehlike işaretiydi. Bazı grupların etnik gerilimi yükseltecek ve sosyal istikrarsızlığa neden olacak yönde dersler anlatabiliyor olma ihtimaline karşı bir işaretti.

Profesör Davidoff’un bu korkusu haklı çıktı mı? Bence evet! Örneğin burada, 1994 yılında Bosna’da 8. sınıf ders kitabından bir metin var. Aynen okuyorum: Bosna Hersek’teki Sırp olmayan nüfusa karşı Sırbistan-Karadağlı saldırganlar ve Bosna’da yaşayan Çetniklerce işlenen korkunç suçların amacı, sadece Sırpların yaşadığı, etnik olarak temizlenmiş bir alan yaratmaktı. Yüz binlerce Boşnağı öldürmeyi planladılar. Katiller planlarını en vahşi şekilde gerçekleştirmeye