• Sonuç bulunamadı

Teşekkürler. Merhaba. Kısıtlı Türkçe becerilerimle pratik yapmak istiyorum. Ben Dakmara. Romanya’dan geliyorum. Cenevre’de çalışıyorum UNESCO için. Beni bu konferansa katılmaya davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Böylesi büyük ve saygın bir katılımcı kitlesinin önünde bulunmaktan büyük onur duyduğumu belirtmek isterim. Aynı zamanda biraz heyecanlıyım; çünkü sizin de düşüneceğiniz gibi, bu kadar çok sayıda parlak zekalı kişinin önünde konuşacağım. Ama yine de bu konferansta konuşma yapma şerefine nail olmuş birkaç kadından biri olarak kısa ve yoğunlaştırılmış bir şekilde konuşmaya çalışacağım.

Ben bir alan yönelimli ve bir alana odaklanmış olan ve UNESCO üyesi ülkelere teknik destek sağlama amaçlı bir program yönetiyorum. Müfredat geliştirme çerçevesinde. Yıllarca öğretmenlik yaptım, altyapım felsefe üzerinedir, bu altyapıyı birçok katılımcıyla paylaşıyorum ve Türkiye’nin yükseköğretimde yürüttüğü iddialı felsefe programlarından dolayı Türkiye’ye karşı özel bir hayranlığım var. Ben her ne kadar felsefe temelli çalışan bir insan olsam da şunu söyleyebilirim ki, şimdiye kadar kısmetim hep eylem yönelimli programlarda çalışmak oldu. Düşünüyorum ki önceki hayatımda birçok kötü şey yaptım ve bu hayatımda da hep çok karmaşık süreçlere dahil olacak şekilde cezalandırıldım. Bunlar müfredat reformu, eğitim reformu ya da eğitimin yaygınlaştırılması konularıydı. Romanya’da arkadaşım Alexandru ile çok karmaşık bir reform sürecini atlattım, daha sonra bir yıl Kosova’da çalıştım ve burada da reform süreci atlattım. Bu yüzden belki de UNESCO benim çok iyi hayatta kalma becerilerine sahip olduğumu düşündü ve beni bu operasyon projesine müfredat çalışmalarında üye ülkelere destek olmak için koordinatör olarak aldı.

Benim çalıştığım Uluslararası Eğitim Bürosunun (IBE: International Bureau of Education) uzun bir geçmişi var. Burası 20’li yıllarda İkinci Dünya Savaşı’ndan önce dünya çapında, eğitim alanında destek sağlamak amacıyla kurulmuş ilk uluslararası sivil toplum kuruluşudur. IBE, Birleşmiş Milletler’den de önce kurulmuş bir kuruluştur. Daha sonra, 1969 yılında büromuz UNESCO’nun bir parçası haline geldi. Yani bizler şu anda UNESCO’nun bir parçasıyız. Ama bugün her ne söyleyeceksem, lütfen bunu UNESCO’nun duruşu gibi algılamayın. Çünkü söyleyeceklerim farklı konularda benim kendi görüşlerimi de ifade edecektir. Sizler de biliyorsunuzdur, Birleşmiş Milletler sisteminde çalışan insanlar zaman zaman kuruluşlarından kopma özgürlüğünü gösterip kendi görüşlerini açıklayabilirler. Tabii ki UNESCO’nun değerleri ve yaklaşımını paylaşıyorum; ama bu konulardan bazıları hakkında, bazı kaynaklara da dayalı olarak, kendi

görüşlerim de var. Bunların neler olduğunu, eşitlik ve erişim konularıyla nasıl bir bağlantı içinde bulunduğunu anlatacağım.

Aslında bu konuyla ilgili çok kısaca konuşmayı planlamıştım. Kalite ilebirlikte ya

da kalite olmaksızın erişim ve eşitlik. Çalıştığım programların çoğunda fark

ettiğim ki, bu hükümet ve sivil toplum programlarında da böyle, daha çok erişim yaratma önceliğine odaklanarak, kaliteden bir şekilde ödün verme eğitiliminin baskın olmasıdır. Bu çok büyük bir sorun teşkil etmektedir. Şu anda, Türkiye için duruma bakıldığında, farklı sunumlardan da anlaşılacağı gibi, dünyadaki diğer birçok ülkeden daha iyi durumdasınız. Bu sabah PISA sonuçlarıyla ilgili bilgi veren sunumdan da görebildiğimiz gibi, halen bir takım kalite düşüklüğü sorunlarıyla karşı karşıyasınız. Sisteminizde diğer ne tür sorunlarla karşı karşıya olduğunuzu benden çok daha iyi bilirsiniz. Ama aslında iyi haber şu ki, diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda, biraz ilerleme var ve bu ilerleme bizim iyimser olmamızı sağlıyor.

2000 yılından beri ne olduğunu öncelikle sizinle birlikte görmek istiyorum. O zamandan bugüne, yani EFA (Herkes İçin Eğitim) hedeflerinin oluşturulmasından bugüne geçen süre içinde, iyimser olmamızı sağlayacak bazı gelişmeler yaşanmıştır. Karamsar bir insan olan bir arkadaşım var, şöyle der: “Bilgisiz olan bir insan iyimserdir”. Temelde olarak iyimser olabiliriz; ama dünya çapında neler olduğuna bağlı olarak iyimserliğimizi konumlandırmamız ve bu konua verileri karşılaştırmalı olarak değerlendirmelere göre bir çıkarımda bulunmamız gerekir. Bu kısa sunumumun ikinci kısmında, bu alanda yaşadığımız bazı deneyimleri sizinle paylaşmak istiyorum. Bunlar birlikte çalıştığım iki ülkeden deneyimler olacak ve daha sonra siz Türkiye’de ne olduğuna dair bu bilgilerle bir kıyaslama yapabilirsiniz. Son olarak erişim, -daha çok sizin konu üzerinde düşünmenize katkı sağlayacak bir bilgi niteliğinde- eşitlik ve kalitenin birlikte nasıl geliştirileceği konusuna kısaca değineceğim. Örneğin, hükümet eğitim konusunda ilgili taraflarla birlikte kısıtlı kaynaklarla baş etme, zaman baskısı, siyasi baskı konularında ne yapabilir; birlikte neler yapabilir? Eğer bir gün eşitlik, erişim ve kaliteyi birlikte sağlamak isterlerse; nasıl başlamalı, bunun hepsini bir bütünlük içinde gerçekleştirebilmek için ne yapılmalıdır?

Şimdi EFA hedeflerini biliyorsunuz. Size sadece bu EFA küresel izleme raporundan söz etmek istiyorum. Bu toplulukta kaç kişinin bu tür raporlara aşina olduğunuzu bilmiyorum. Sadece el kaldırabilir misiniz? Kaçınız? Bazılarınız bu raporları biliyor, ama çok fazla kişi değil. Bunlar diğer kuruluşlarla da işbirliği halinde UNESCO tarafından hazırlanan raporlardır. Bunlar EFA hedefleri gibi farklı konular üzerine yoğunlaşmış yıllık raporlardır. Geçen yıl, yani 2007 yılında yayımlanan 2008 yılı raporu bir çeşit ara değerlendirme tekrarı gibidir. 2000 yılında ne olduğu ve 2015 yılına kadar halen ne yapılması gerektiğinden bahseder; 2015 yılı kalite, cinsiyet ve erken çocukluk döneminde evrensel ilköğretim ile ilgili tüm bu hedeflere ulaşmak için bir çeşit son tarih gibidir.

Kahve arasında bir meslektaşımız bana erken çocukluk döneminde bir şey olup olmadığını sordu. Evet, erken çocukluk dönemiyle ilgili de bir rapor bulunmaktadır; okuma-yazma ve cinsiyet ile ilgili bir rapor vardır. Bu yüzden bunlar eğitim camiasında tartışmalara bilgi kaynağı olma bakımından çok ilginç materyallerdir; UNESCO’nun web sayfasında bulunabilir, bilgisayarınıza indirebilirsiniz, ama yanı zamanda bunları UNESCO’dan sipariş de verebilirsiniz. Şimdi biraz iyi haber… 2000 yılında özellikle de Sahra Altı Afrika ülkeleri ve Güney ve Batı Afrika gibi hassas alanlarda, her ne kadar sorunlar halen devam ediyor olsa da, okula yazılma oranında bir artış bulunmaktadır. Okula gitmeyen çocuk sayılarında bir düşüş gözlenmektedir. O bölgelerde okula gitmeyen 72 milyon çocuk bulunmaktadır. Bu herkes için büyük bir endişedir ve siz de Türkiye’de ne kadar kişinin okula gitmediğini ve bu konuyla nasıl baş etmeniz gerektiğini biliyorsunuz. Bundan başka, bu raporda ilerlemenin örneği olarak bahsedilen bazı ülkeler bulunmaktadır. Bu ilerleme üniversiteye yazılmaya ve cinsiyet eşitliğine doğru giden hızlı bir ilerlemedir. Bu ülkelerden bazıları Hindistan, Mozambik, Tanzanya, Yemen, Zambiya gibi eirişim konusunda siyasi irade ortaya koyan ülkeler olarak yer almaktadır bu raporlarda. Bu ülkeler aynı zamanda uluslararası yardım da almaktadır ve bu bir fark yaratmıştır. Demek istiyorum ki değişim mümkündür, mesaj budur. Bu arada Türkiye bu raporda müfredat reformu ve zorunlu eğitimin beş yıldan sekiz yıla çıkarılması konusunda desteklenmiştir. Bu da dünyada olumlu örnekler arasında yer almaktadır.

Bazı ülkelerde ortaöğretimde okul ücretleri kaldırılmıştır. Özellikle Afrika ama aynı zamanda Asya’da da farklı ülkelerde temel eğitime daha çok destek verilmiştir. Bunun gibi farklılık yaratmak için çeşitli yollar vardır ve bu iyi haberdir. Bu gelişmelere karşın, dünyanın birçok yerinde erişim, eşitlik ve kalite konularında ciddi boyutta sorunlar devam etmektedir. Sadece cinsiyet eşitliği konusundaki birkaç konuya yoğunlaşacağım. Biz bunu başardık gibi ve bazı ülkelerin 2015 yılına kadar bunu başarabilmesi yönünde umut verici gelişmeler görülmektedir. Diğer yandan uluslararası, ulusal, bölgesel değerlendirme raporları olmak üzere birçok rapor, öğrenme sonuçlarının oldukça düşük olduğunu düşünmektedir. Aynı zamanda bu sabah Türkiye ile ilgili konuştuğumuz konu var. Ama öğrenme sonuçları, düşük öğrenme sonuçları eşit olmayan öğrenme sonuçları, sadece gelişmekte olan ülkeler için bir sorun değildir. Daha geniş ölçekli bir sorundur. Biliyorsunuz, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde de öğrenme sonuçlarının, temel becerilerin dağılımında eşitsizlik sorunları vardır. Bu durumda okuma-yazma bilmemenin hem cinsiyet eştiliği açısından, hem de daha üst düzeyde ve yaşam boyu eğitimde giderek artan eşitsizlikler açısından önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Okumayazma bilmiyorsanız, temel eğitim sonrası eğitim kademelerine erişim hakkınız zaten yok demektir. Dünya hâlâ erişim ve eşit erişim ile ilgili çok sorunla uğraşmaktadır; ama bunlardan da öte kalite konusuyla uğraşmaktadır. Daha önce söylediğimi tekrar edeceğim, bazen hükümetler, topluluklar, daha genel olarak paydaşların kaliteden

vazgeçtiğini fark ediyorum. Afganistan’dan bir örnek vereceğim. Afganistan’da çok çalıştım ve bilirsiniz hiçbir kaynakları yok, bu ülke korkunç bir geçiş döneminden geçiyor. Yanımda açık okulların, duvarları bile olmayan, açık alanda ders yapmak zorunda kalan okulların birkaç fotoğrafını getirdim. Bu, Afganistan’da oldukça yaygın olan bir durum; dünyamızın bir parçası olan Afganistan gibi bir ülkede bu durum normal karşılanıyor. Bu resim Dünya’dan Mars’tan değil. Aynı zamanda bu kızlar okulu. Yani açık okullar, şimdi bu tür ders koşulları altındaki kalite sorunu tabii ki, Türkiye gibi bir ülkedeki kalite sorunundan farklıdır. Ama yine de benzerlikler de var. Biz aynı dünyanın bir parçasıyız, bir referans grup olarak tek bir insanlığın parçasıyız, bu da küreselleşmedir. Bu örnekle göstermek istediğim; Türkiye ya da Avrupa ülkeleri gibi ülkelerin uğraştığından daha çok sorunla uğraşan ülkeler vardır. Ama aynı zamanda aynı endişeleri paylaşıyoruz ve benim sorum şudur: Erişim sorununun yarın çözüleceğini farz edelim ve eşitliğin de olduğunu düşünelim. Yani artık bu iki kavramla ilgili hiçbir endişemiz kalmadı. Ancak, eğitimin kalitesi ne olacak? Neye erişim? Kaliteyi tanımlarken, yine fazla detaya girecek zamanımız yok, ama bildiğiniz gibi kalitenin, kaliteden ne kastettiğimiz konusunda bir konferans boyunca konuşabileceğimiz boyutları vardır.

Genellikle karşılaştığımız şu ikilemlerdir: Erişimi artırmak mı? Kaliteyi arttırmak mı? İnsanlar bazen kalite konularıyla ilgilenmeyi bırakırlar. Bu çeşitli şekillerde olabilir ve ben size Afganistan’dan bahsedeceğim. Milli Eğitim Bakanı’nın bir seçeneği çok sayıda ders kitabı yayımlamaktı, her çocuğa ders kitabı vermekti; ama bunlar çok düşük kaliteli ders kitaplarıydı ve anlamsız şeyler öğretiyordu. Aslında Afganistan’da bugün çok fazla parayla birçok çocuk anlamsız şeyler öğreniyor. Benim sorum şu: Bu iyi bir seçenek midir? Farklı bir seçenek aranmayacak mıdır? Aynı zamanda kalite kaynaklarına, çok para harcamadan ve çocukların aklını da boşa harcamadan erişim sağlayabilmek mümkün müdür? Bir diğer ikilem, kalitenin tanımının ne olduğudur. Bu tanımın her ülkede geçerli olup olmadığıdır. Her ülkenin ya da topluluğun kendi kalite tanımının bulunup bulunmadığı ya da kalite ile ilgili birtakım evrensel ya da uluslararası yaklaşımlar bulunup bulunmadığıdır. Bunu tartışmak size kalmış.

Ben sadece size bir örnek vermek istiyorum. Hint Okyanusu’nda küçük bir ada olan Moritanya’da nerdeyse 2 milyon kişi yaşıyor. İstanbul veya Ankara’nın nüfusuyla kıyaslanamaz bile. Ama Moritanya sanki küçük dünya gibi, küçük bir evren; çünkü çok kültürlü, dinler çeşitliliği var, kültürlerarası ilişkiler anlamında çok sayıda sorun var. Bu arada çok uyumlu, ama yine de bazı gerginlikler olsa da, insanlar nasıl birlikte yaşanacağını bir şekilde biliyorlar. Büyük hırsları var. Milli Eğitim Bakanları -bu her ne anlama geliyorsa- dünya sınıfında bir eğitim sistemi yaratmaktan bahsediyor. Ama kendilerini yüksek standartlara göre ayarlamak istiyorlar ve bu sadece bir okul, Moritanya’da bir devlet okulu. Kaynakları var, ama aynı zamanda birçok eşitsizlikleri de var. Altıncı sınıfın sonunda çok zorlu bir seçme sınavı var. Bu sınav sizde sekizinci sınıfın sonunda ve üniversite giriş

sınavı şeklinde, ama onlarda ilkokulun sonunda var. Çocukların ortaöğretimde iyiliği için bunu yapıyorlar ve bu sınav klasik bir sınav. Nüfusun % 40’ı bu sınavda başarılı olamıyor, kalıyor. Eğer iki kez bu sınavda başarılı olamazlarsa, mesleki eğitim okullarına gitmek zorunda kalıyorlar. Böylece ortaokula girme şansları katı bir şekilde sınırlandırılmış oluyor. Şimdi değişmek istiyorlar. Yapılan birçok tartışmanın, gerginliğin münazaranın sonunda, bu sistemi değiştirmek istiyorlar. İki gün önce gazetede bir makalede bakanın sonunda bu önlemi almaya hazır olduğu haberi çıktı. Çünkü bu, hükümetlerin yapabileceği bir şeydir. Eğer bir şey ters giderse, bir şey açıkça adaletsizse, iyi sonuçlar vermiyorsa, sonunda insanların düşüncelerini ve anlamlı önlemleri dikkate almak zorunda kalırsınız. Afganistan’da durum tamamen farklı… Kaynaklarla ilgili sorunların devasa olduğu ve insanlar kalitenin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı bir sistemde sorunlarla baş etmeye çalıştığı bir ülkeden söz ediyorum. Çocuklar arazide, açık alanda eğitim görüyor. Ama en azından eğitim görüyorlar. Demek istediğim, eğitimde her ne yapabiliyorsak, onu yapmamaya göre daha iyi durumdayız; onu yapmalıyız. Çünkü en azından çocuklar okula gidiyor. Geçen 5 yılda nüfusları arttı, bu yüzden ilkokulda öğrenci sayısı neredeyse ikiye, üçe katladı ki bu da iyi bir gelişmedir. Ama yine de soru şu: Ne kalitesi? Şimdi, örneğin Moritanya’da, yüksek standartlara sahipler, kaynakları var, oldukça adil bir öğretmen yetiştirme sistemleri var, ama hiçbir değerlendirmeyi izlemiyorlar. Bunun farkındalar. Okulda aslında ne olduğunu bilmiyorlar. Hiçbir şekilde izleme yok. Aslında ne olup bittiğinin, kalitenin neden düşük ya da yüksek olduğunun farkına varabilmek için bu izleme konusunun getirilmesini istiyorlar. UNESCO’da geçen sene kalite konularına da yoğunlaşan yeni bir program başladı. Çünkü insanlar, bizim çok fazla erişim ve eşitliği tartıştığımızı söylüyorlar, ama ya kalite? Bu program dahilinde üzerine yoğunlaştıkları 3 alan var: Öğreniciye ne oluyor, bu beyin araştırmaları, nasıl öğrendiğimiz ve müfredat ile ilgili okul içi faktörler ve öğretmenler, değerlendirmeler ve diğer konularla çok ilgilidir. Bu kalite ve kaliteyi geliştirme bakımından neler yaşandığını bize daha açık bir şekilde gösteren bir çalışma olacaktır.

Ben bir kadınım ve modayla ilgili olduğumu kabul ediyorum, ama aynı zamanda eğitimsel modayla da ilgiliyim. Bence kalite de modaya bakış açısından sorgulanmalıdır. Kalite diye tanımladığımız şey nedir? Modaya uygun mudur, değil midir? Şimdi konuşmamı bir anektotla bitireceğim. Muhtemelen birçoğunuz bunu internetten öğrendiniz. Bu PISA çalışması ile ilgili bir anektot, PISA’daki çalışmayı anlatmaya yönelik bir anektot. 1960 yılında birçok ülkede zorunlu eğitim 4 yılken, öğrencilerin matematik dersinde bir işin kârını hesaplaması gerekiyordu. Örneğin, patates satıyordu; çünkü dün patatesten bahsettik. Örneğin 50 Marka patates satıyordu; bu olay Almanya’da geçmiştir. Daha sonra üretim bedelleri 40 Mark, satıcının kârı ne kadardır? Öğrencilerin hesaplaması gerekiyordu; cevap 10 Mark. 50’den 40 çıktı 10 kalıyor. Daha sonra diğer aşamalar var. Geçiyorum. 1990 yılında, 10 yılık zorunlu eğitim dönemi.

Öğrencilerden daha sofistike bir şekilde nitelikleri sunmak için Venn şeması kullanmaları isteniyor ve hesaplama çizelgesi kullanmalarına izin yok. 1995 yılında Waldorf sistemi gibi daha alternatif bir sistemde, patates çizmeleri gerekiyor, daha fazla hesap yapmayacaklar, ama patates ile ilgili bir şarkı söyleyecekler. Daha yakın geçmişte, 2006 yılında, dünya çapındaki okullarda, patates sözcüğünün altını çiz, patates ile ilgili tartış, diğer kültürlerden gelen meslektaşlarla tartış ve lütfen okullarda silah kullanma. Daha sonra 2010 yılında, artık bir öğretmeniniz yok, ama sonucunuzu şu e mail adresine göndermeniz gerekiyor. 2015 yılında: “Üzgünüm, artık patates yok.” Çünkü hiç kimse artık patates yetiştiremiyor, sadece MCDonalds patates kızartması var ve yaşasın ilerleme! Eğitimde söylemler değişiyor…

Yani bu bir çeşit kabus dünyasında başımıza gelecek olan şey, böylesi bir dünyada herkesin eğitime erişimi olacak, eşitlik problemi olacak ama kalite çok zarar görecek. Bence bizim sorgulamamız gerekiyor; hepimiz kalite neden ibarettir sorusuna cevap bulmaya çalışıyoruz. Bu moda gibi yok olan ya da var olan bir şey midir? Temelde moda gibi olan insani konularda; kalitede sürekli bir şey var mıdır, kalite eğitimde ne anlam ifade eder? Bence erişim, eşitlik ve kalite konularını hep birlikte değerlendirirken bu sorulara cevap aramak bize yardımcı olabilir. Bu arada, rapor aynı zamanda erişim, eşitlik ve kaliteye erişim konularıyla kapsamlı bir şekilde başa çıkmanın mümkün olduğunu söylüyor, ama sadece az bir kısmıyla. Bu noktada bence keşfedilecek çok şey var. Hükümetlerin, toplumların, paydaşların bu gibi zorlu konularla nasıl başa çıktığını biliyorsunuz. Tekrar çok teşekkür ederim.

Prof. Dr. Aybar Ertepınar

Sayın Dakmara’ya çok teşekkür ediyoruz. Sonraki konuşmacımızdan, Dakmara’dan başlayayım, tabii kalite üzerinde çok vurgulayıcı oldular. Haklı olarak. Bir sure sonra erişim hakkını elde ettiniz ama neye erişim? Yahut da eşitliğiniz var bir şeye erişmek için ama erişecek bir şey kalmamış. Eşit olarak erişecek bir şey kalmamış ortada. Ve verilen eğitim öğretimin anlamlılığını vurguladılar. Ve Profesör Soto’nun konuyu biraz daha (bizim unuttuğumuz maalesef, unutmadığımız belki de ama gene de kutsal bazda bakmadığımız)… Mesela özürlüler için ne yapıyoruz? Yahut da… Özürlüler doğru kelime mi? Doğru mu kullanıyorum? Engelliler. Engelliler için ne yapıyoruz? Ve ne kadar bu konuda bilinçli davranıyoruz? Zorluk çekenler? Hamile birisinin öğrenimine devam etmesi ya da dezavantajlı duruma düşenler. Bu ayrımcılık yoluyla olabilir yahut Almanya’daki Türkler gibi orada vatandaş olmasına rağmen dil sorunu olması gibi. Bir de Sayın Dakmara’nın “Her şey göreceli” dediği bir husus var. O kadar doğru ki. Yani, tabii ki bizim konumuz eğitim öğretim, ama şunu da düşünmeden edemiyor insan: Sudan’da, Darfur’da, Nazi Almanyası’ndan sonra, Yahudi soykırımından sonra, yaşanan 300.000 kişinin öldüğü en büyük katliam

yaşandı. Acaba o kişilerin şu anda en büyük sorunu eğitim mi, açlık mı, ayakta kalmak mı? Ne kadar göreceli her şey. Bunu da sizin anlatımınızdan dinledik. Teşekkürler üç konuşmacıya da. Şimdi, on dakikaya indiriyorum soru-cevap süresini. Ondan sonra çay aranızdan fedakârlık ediyorsunuz ve dört buçukta bundan sonraki oturumu başlatıyoruz, eğer organizatörler için de uygun ise. On beş dakikalık ara, on dakika şimdi soru-cevap. Bundan sonraki oturumu da dört yerine dört buçukta başlatmak. Peki, demokratik yaklaşım arzu ettiler, Sayın Başkan. Yani, on dakika soru-cevap, kısa bir çay molasıyla bundan sonraki oturuma başlamayı uygun görenler? Uygun görmeyenler? Kabul edildi, teşekkür ederim.

Buyurun efendim, sorularınızı alalım. Efendim? Yani isminizi ve sorunuzu… Kısa bir şekilde, başkalarına da hak vermek için ve soruyu kime yönelttiğinizi lütfen söyleyin.

Zehra Mansur: Ben özel bir okulda öğretmen ve yönetici olarak çalışıyorum.

Sormak istediğim soru değil aslında, ama bir anlamda soru. Abbas Bey’in nezdinde belki bütün medyaya sormak istiyorum. İki gündür forumda sanki