• Sonuç bulunamadı

Sayın Başkan sabahki ve şimdiki oturuma baktım, yabancılar ayakta, Türkler oturarak konuşuyor. Diyeceksiniz Bahadır ayakta konuştu ama o da Avrupa

Birliği vatandaşı. Ben müsaade ederseniz Türklük hakkımı kullanarak oturduğum yerden konuşmak istiyorum.

Bahadır Kaleağası: Pardon ben AB ‘de Türk vatandaşıyım ama espriyi

memnuniyetle karşılıyorum.

Cüneyt Ülsever: Bir de ben hepinizden heyecanımı mazur görmenizi rica

ediyorum. Ben bu okulun mezunuyum. 43 yıl evvel bitirdim. Bugün biraz kötüyüm. Hatta şöyle bir duygum var: Hayatımda ilk aşkı ilkokulda tattım. Sabahtan beri acaba onu görebilir miyim diye sağa sola bakıyorum. Ama hiçbir yerden çıkmadı. Nerdedir, ne yapıyor… Ben maalesef bilmiyorum. Ancak biraz sonra değineceğim, biraz sonra Sayın Bay Elma’ya Bay Mr. Apple’a sataşacağım. Orada, bu okul çerçevesinde de özel ile devlet kavramının farkını vurgulamaya çalışacağım.

Şimdi konuşmamı mümkün olduğu kadar belki biraz kavramsal seviyede yapmaya çalışacağım. Amacım şu küreselleşmeden çıkardığım bazı sonuçların eğitime nasıl yansıyacağı veya eğitim sektörünün bunu nasıl algılaması üzerine konuşacağım. Fakat konuşmamı yaparken de kullanacağım düşünce sistematiğini size baştan söylemem lazım ki ne demek istediğim daha rahat anlaşılsın. Benim dünyayı kavrama metodolojimde veya benim dünyayı kavrama paradigmamda önce teknolojik değişim geliyor. Bu, üretim tarzını değiştiriyor, üretim tarzı da insanı değiştiriyor. Ancak eğitilen insan zaman içinde dönüyor teknolojiyi değiştiriyor. Tekrar teknoloji üretim tarzını değiştiriyor. Tekrar o üretim tarzı insanı değiştiriyor. Benim dünyayı algılamam böyle bir döngünün devam etmesi üzerine kuruludur. Yanlış olabilirim ama böyle algılamak, benim algılama kabiliyetimi artırıyor. Bugünkü konuşmamı da onun üzerine kuracağım. Hemen dikkati çekmek isteyeceğim ki bu bahsettiğim döngülerde eğitimin bir aktif, bir de pasif rolü var. Pasif rolü teknoloji değişip üretim tarzı değiştikten sonra insanı ona uydurmak için gayret göstermek zorunda eğitim. Bir de aktif yönü var. Aynı o insanı eğiterek, araştırma-geliştirmede teknolojiyi değiştirmek üzere aktif olarak kullanmak.

Sayın İnam kültürleri, faklılıkları yok etmesinden korktuğunu söyledi. Halbuki benim anlatacaklarım tamamen bunun tersi olacak. Ama Sayın İnam’a hak veriyorum. Böyle bir şehir efsanesi, hatta böyle bir global efsane var; ama yani hemen şu anda iki şey söyleyebilirim ki küreselleşmenin yuvası olan Amerika’da eğitim üzerinde hâlâ hiçbir standartlaşma yoktur. Eğitimin hiçbir standardı kabul görmüş değildir. Hâlâ Harvard bir ekol olarak Harvard’dır. Princeton bir ekol olarak Princeton’dır. Yale bir ekol olarak Yale olarak devam etmekte ama içinde küreselleşme öğretilmektedir. Veyahut bilgisayarların üretildiği yerlere baktığınızda, oraları gezdiğinizde de hemen hemen bu kampüslerde mesai saatleri yoktur. Kılık kıyafet yönetmeliği yoktur. Hele hele anayasalarında hiç kılık kıyafet yer almaz. Dünyanın hemen hemen her ülkesinden insanlar kulaklarına, kendi

müziklerini çalarak, orada üretim yapmaya çalışırlar. Bu da küreselleşmenin bizzat kendisidir.

Bay Apple liberal görüşün, kamusal üretimi etkinlikle verimlilik açısından kendinden aşağı gördüğünü söyledi. Bunun yanlış olduğunu söylüyor. Bence liberaller burada yerden göğe kadar haklılar. Yanılan Bay Apple. Buna da Milton Friedman’ın bir cevabıyla cevap vereyim. Etkinlik ve verimlilik sadece kaynakların kıt olduğu yerler için gereklidir. Buralarda ararız. Hemen söyleyeyim; kaynaklar kıt olmasaydı, ekonomi bilimi olmazdı, liberalizm hiç olmazdı. Etkinlik ve verimliliğin ölçülmesinin iki temel öğesi, fiyatlar ve kalitedir.

İnsanoğlunun arayışı, kıt kaynakları o kadar iyi kullanalım ki en ucuza, en kalitelisini elde edelim mantığı üzerine kuruludur. Yani ekonominin, üreten birimlerin aradığı, en ucuza en kalitelisini üretelim. Etkinlik bu, verimlilik bu. Şimdi Milton Friedman bunu para harcama dörtlüsü üzerine yerleştirince şöyle sonuçlar ortaya çıkıyor: Kimin parasını, niçin harcıyorsunuz araştırmasına girsek, ben Bay Apple’ın parasıyla kendime bir pardesü almaya kalksam, en kalitelisini alırım, fiyata hiç dikkat etmem. Nasılsa kazığı yiyecek olan o. Terse çevirirsek, Bay Apple bana, kendi paranla benim için bir pardesü al dese, hemen ikinci el pazara gider, para benden çıktığına göre yani en kalitesiz pardesüyü en ucuza alırım. Yani birinci şıkta kalite benim için önemlidir. İkinci şıkta para önemlidir. Başkalarının parasını başkası için harcasam, başkalarının parasını başkaları için harcayan merkezde Ankara’dayız, her ikisine de dikkat etmem. Bana ne, başkasının parasını başkası için harcıyorum. Belki dikkat edeceğim bir unsur vardır, başkasının parasını başkası için harcarken; acaba içinden kendim için biraz bir şeyler ayırabilir miyim? Arayacağım budur. Amma velâkin kendi paramı kendim için harcıyorsam, vallahi de billahi de hem maliyetine hem kalitesine çok dikkat ederim. En ucuzu, en kalitelisini en ucuza bulana kadar bütün çarşı pazarı akşama kadar dolaşırım. Yani en azından hanımefendiler burada beni doğru bulacaktır. Değil mi her hafta cumartesi günleri bu faaliyetle geçer.

Şimdi buradan hareket ettiğimiz zaman benim eğitimle ilgili vardığım genel hüküm şudur. Ne olur, devlet eğitimin üretimine karışmasın. Devlet eğitimin finansmanına karışsın. Bu finansmana karışırken de Allah’a şükür, benim ödeme gücüm yerinde, benim oğlumu nasıl okutacağımı devlet kendine dert etmesin. Bıraksın onu ben okutayım. Devlet üretimden tamamen ayağını çeksin. Sadece ve sadece kendisini, ödeme gücü olmayanların eğitiminin finansmanında kullansın. Şimdi bunun çok sabit bir neticesi var. Ben Ankara da doğdum 10 yaş, 12 yaşımda ayrıldım. Ankara’ya gelince hep mahallemi geziyorum. Ankara Maarif Koleji benim okuduğum yerde değil. Ben vallahi kendi kendime burayı bulamazdım ve burada nostaljik hiçbir şey yok, her şey yeni. Ama mahallemdeki, benim gitmediğim devlet okulu Sarar İlkokulu’na gittiğimde her şey aynı. Orda insanın gözleri doluyor, nostalji basıyor. Kapıdan nerdeyse hani ilkokul arkadaşım çıkacak gibi geliyor bana. Okumadım ben orada. Allah’a şükür, Ankara Koleji’nde

okudum. Şimdi bu katiyen o iki okuldaki yöneticilerin veya öğretmenlerin farkından doğmadı. Oraya başka hamurdan insanlar gitti, buraya başka hamurdan insanlar gitti değil. Hayır! İkisinin içinde farklı felsefeler, farklı zihniyetler yerleştiği için bu fark ortaya çıktı. Onun için ben, eskidendim, hocam biliyor, komünizmi denedim, vallahi billahi hiç hayır gelmiyor. Haylaz ve hatta yobaz bir insan olarak şey yapıyorsun, o psikolojiyle de her an bana hayta sus diyecek diye de ödüm kopuyor, yine bilemedin. Şu ana kadar sabırlıydınız hocam sağ olun.

Küreselleşmeyle ilgili –yok hayır siz bizim yanımızdaydınız, siz bizi idare ederdiniz- şimdi ikinci ikileme geleyim. Küreselleşmeyle ilgili de iki gözlemim var. Birincisi şu: Ne tartıştığımızı bilmiyoruz. Önce bunu kabul ettim. Yaşanan tartışılamaz, yaşanan sadece yaşanır. Şu anda yani bu işe biraz gönül vermiş, biraz okuyan bir insan olarak söyleyeyim: Herhangi bir metne dünyada rastlayamazsınız ki küreselleşmenin tam tarifini versin. Sadece ve sadece hakkında iki şey söyleyebiliriz: Birincisi, dünyanın değişimi kavrama etrafında kapitalizmden sonra, sanayi devriminden sonra gelen en büyük olgudur. Bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Ama ne olduğunu tarif etmek, kapitalizmi bile tarif etmek 150-200 yılı aldı. Yani Adam Smith, Karl Marx kapitalizmi tarif ederken ve yerleştirirlerken zaten 150-200 yıldır kapitalizm ayaktaydı. Yani küreselleşmenin de ne olduğunu anlamamız için çok vakit geçecek.

Fakat ikinci bir gözlemimi söyleyeyim: Küreselleşme iradi bir şey değildir. İkinci fark etmemiz gereken, birinci fark etmemiz gereken için tam tarifi veremeyiz. İkincisi de iradi bir şey değildir. Küreselleşmeyi beğenmeyebilirsiniz. Küreselleşmeye kızabilirsiniz. Ama onun umurunda değil. Küreselleşmeye karşı iki şey yapabilirsiniz. Bir tedbir alırsınız. İki uyum gösterirsiniz. Burada seçimler farklı olabilir. Ama yapabileceğiniz iki şey vardır; ya tedbir almak için mücadele edeceksiniz, ya da uyum göstermek için mücadele göstereceksiniz. Yani dışarıda kar yağıyorsa, bu yağan kara benim kızmamın, küsmemin, darılmamın karın hiç umurunda olmadığı belli. Şimdi ben bundan ya çizmemi, paltomu giyerek tedbirimi alacağım, ya da belki ilkokul havasına girip biraz kartopu oynayarak keyfine varacağım. Başka yapabileceğim bir şey yok. Bunun iradi olması Türkiye açısından çok önemli. Yabancı dostlarımı bilmiyorum ama bizde hâlâ sanki biz buna girmesek de olur gibi bir anlayış var ve ben buna çok kızıyorum. Ben hanımefendilerden özür dilerim ama biz ona girmezsek, o bize girecek onu bilin. Bundan kaçış yok, bundan kurtuluş yok bu süreç çoktan başladı. Onun için ister yanında, ister karşısında tartışıyorsak, önce bir onun ne olduğunu anlamaya ve ona karşı ne yapmamız gerektiğini tartışmaya başlamamız lazım. Yaklaşımımız böyle olmalı. Sopayla çiçek döverek Marksistlik olmuyor artık. Radikal’deki o resmi hiç unutmuyorum; bana çok acı şeyler söylüyordu: Bir kız çocuğu sopayla çiçek dövüyordu. Bu tavrın hiçbirimize hiçbir fayda getirmediğinden çok emin olmamız lazım.

Ama tarihi süreç içinde baktığımızda da küreselleşme gelir farklarını arttırıyor dediğinizde, kişisel bazda baktığınızda haklısınız, gruplar halinde baktığınızda

haklısınız ama mesela bir OECD çalışmasına dönersek, ülkeleri küreselleşmenin kurallarına uyum gösteren ve uyum göstermeyen ülkeler diye iki ayrı bazda ele aldığınızda, uyum gösteren ülkelerin kendi içinde gelir dağılımında bir pozitif iyileşme ve dünya ülkeleriyle aralarındaki farkın azalmakta olduğunu görüyorsunuz, böyle bir netice çıkıyor. Çin, Hindistan, Malezya, Türkiye, Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda, Brezilya gibi ülkelere baktığınız zaman, 10 yıllık, 20 yıllık dilimler içinde bu ülkelerde milli gelirin reel olarak arttığını gördüğünüz gibi, kendi aralarında bir hafif de olsa gelir dağılımında düzelme ve dünyaya da yaklaşma olduğunu görüyorsunuz. Ama hayır ben Afrika ülkelerine Ortadoğu ülkelerine bakacağım. Yani küreselleşme sürecine direnen, hukuk devletine direnen, serbest piyasaya direnen ülkelere baktığınızda tersini görüyorsunuz, orda bu farkı savunanlar haklı çıkıyorlar.

Şimdi bu küreselleşmeyi tam tarif edemiyoruz ama yaşıyoruz. Dediğimiz süreç içinde ben bir şeye dikkat ettim. Bu benim kendi çıkarmalarımdır. Eğitimsiz eğitimcilere bununla ilgili ne yapmak gerekir diye soracağım. Benim konuşmamın ana hattı da bu olacak. Bir devrimi devrim yapan, değişimi değişim yapan en önemli özellik, onun içinde ilkleri taşımasıdır. Yani bir şey ilk defa olacak ki ona ayrı bir önem atfedelim. Şimdi ben bu gözlükle küreselleşmeye baktığım zaman iki tane ilk görüyorum. Birinci ilk şudur: Dünyada ilk defa tek ve ulaşılabilir pazar kuruluyor. İkinci ilk bence, dünyada aynı zamanda ilk defa bilgiye ulaşımın maliyeti sıfıra yaklaşıyor. Bunlardan bunlarla neyi kastediyorum, ne gibi bir sonuç çıkartıyorum? Müsaadenizle onu anlatayım şimdi de.

Dünyanın tek pazar haline gelmesini anlamak kolaydır. İşte Sovyetler çöktükten sonra, dünyada çok az istisnaları dışında piyasa ekonomisinin kuralları işlemeye başladı. Bu anlamda dünya tek pazar haline çok büyük çapta geldi. Ama benim üzerinde durduğum konu ulaşılabilirlik. Şimdi daha evvel Tanzanya’nın serbest piyasa ekonomisinin içine girmesinin bizimle hiçbir ilgisi yoktu. Ama küreselleşme sonucunda artık var. Buradan neyi kastediyorum, bir mizansenle söyleyeyim. Anadolu’da ücra bir kasabayı düşünün. Kasabada bir tek ayakkabı üreticisi var ve Bay Ahmet her ihtiyaç duyduğunda o ayakkabıcıdan ayakkabı alırken bir gün geliyor ve diyor ki kusura bakma, 25 yıldır senden ayakkabı alıyorum ama artık almayacağım. Neden? Sen ayakkabıyı 25 liraya satıyorsun. Dün akşam biz hanımla webde bir sörf; yaptık önce Hacca gittik Mekke’yi Medine’yi dolaştık, ondan sonra dolaşırken Tanzanya’da bir ayakkabıcıya rastladık web sayfasında, senin ayakkabının aynını o 17 liraya veriyor. Sanal ortamda ayağıma giydim; gayet iyi oldu da, nasırım için de tedbir alacaklar. Türk’ün aklı aldadır diyip al, kırmızı renkli bir ayakkabıyı seçtik. Elektronik postayla da ortamla da paramızı ödedik. Ben artık senin müşterin olmaktan çıktım. Takdir edersin ki 17 lira, 25 liradan çok ucuz. Duruma çok içerleyen ayakkabıcı İstanbul’daki deri üreticisini arıyor; çünkü o da haklı, 23 liraya mal ettiği ayakkabıyı 25 liraya satıyor. 17 liraya nasıl satsın. O da diyor ki ha affedersiniz Tanzanya’daki ayakkabıcıyı web sitesinden buluyor ve diyor ki ya ben 22 liraya

mal ediyorum, sen 17 liraya ayakkabı satıyorsun, nasıl oluyor? O da diyor ki Liberya’da bir deri üreticisi var, muhteşem güzel deri ürettiği gibi inanılmaz ucuz fiyatları var. Sen de oradan derini alırsan, belki senin de maliyetlerin düşecektir. Bunun üzerine o kasabadaki ayakkabı üreticisi, İstanbul’daki deri üreticisi toptancısı amcayı arıyor. Ellerinden öperim, gözlerinden öperim ama artık ben senin müşterin değilim diyor.

Aynı kasabaya büyük zorluklarla üniversite okuduktan sonra çocuk geliyor; kasabanın milletvekilinden de hamilimdir diye kartını cebine koymuş. Kasabanın tek fabrikasına gidiyor, patronun önüne çıkıyor diyor ki beni işe al, 350 dolara çalışmaya hazırım. Bak diplomam da burada, okulu da bitirmişim. Patron da ona diyor ki vallahi ben bu işlere artık karışmıyorum; insan kaynakları diye bir departman var. Onlar uluslararası standart testleri takip ediyorlar, şimdi meğersem her meslek sahibi, kendi evinde parasını yatırıp belirli saatte iktisattan, mühendisliğe kadar her işte her dalda standart bir puan alabilmek için sınava giriyor. O çalışma yılı tecrübesiyle bir kat sayıyla çarpıldıktan sonra kişinin ana puanı ortaya çıkıyor. Biz artık bundan sonra adamın diplomasını bile sormuyoruz. Sadece o puana göre insan alacağız. E n’oldu? Valla Afrikalı bir siyah çok iyi bir puan tutturdu. Sen 350 dolar istiyorsun, o 250 dolara geldi çalışmaya başladı. Ama dilimiz aynı değil. Ya bilmiyorum 25 dolara benim cebime bir alet koydular. Ben Türkçe konuşuyorum, o kendi dilinde anlıyor o kendi dilinde konuşuyor, ben Türkçe anlıyorum. Şimdi geçenlerde onu kooperatife üye yaptık, niyetim bir de kız bulacağım ona. Ondan sonra da geriye bir tek onu beyaza boyamak kalıyor. Yoksa ondan sonra fark yok.

Şimdi efendim bu iki anlattığım uçuk değil, değil mi? Biraz abartmış gibi geliyor ama bunların her ikisi de artık dünyada yaşanmakta. Bunu bir tek kelimeyi söylemek için size anlattım. O tek kelime, rekabet. Artık rekabet kelimesi kimsenin, ama kimsenin kaçıp kurtulabileceği bir kelime değildir. Küreselleşmenin birinci sonucu budur. Daha evvel duvarlar vardı, ithal ikameler vardı, şu vardı, bu vardı. Artık hiçbir duvarı tanımayan bir düzen içindeyiz. İnsan sermayesi olarak da böyle bir düzenin içerisindeyiz. Mal ve hizmet üreticisi olarak da böyle bir düzenin içerisindeyiz.

İkincisine gelelim: Dünyada bilgiye ulaşmanın maliyeti ilk defa sıfıra yaklaştı dedim. Ben Malatya Üniversitesi’nde gördüm 500 tane bilgisayar var. 100.000 dolara galiba yıllık bir program satın alınıyor ve dünyada yayımlanan her daldaki makale oradan sıfır kuruşa indirilip hem öğretim üyeleri tarafından, hem öğrenciler tarafından okutuluyor, okunabiliyor. Hocamla biz 70’li yıllarda üniversitedeyken değil mi hatırlarsınız, Merkez Bankası’ndan 3 ayda bir para çıkar. Ondan sonra diyelim bir dergi, bir ekonomi, bir siyasi bilgiler dergisi okula gelirdi. Okula vardığında dergi zaten 9 aylık, 1 senelik olurdu. Onun içindeki makaleleri çürüten üç tez de çoktan yayınlanmış olurdu. Bizim eğitim anlayışımız da neydi? Hocamın beyninin içinde belirli bir bilgi vardı. O bilgiyi bana aktarırdı.

Ben de o bilgiyi doğru aldığımı sınavlar vasıtasıyla ispat edersem, o da benim elime bir berat verirdi; aha bu çocuk da benim bildiklerimi biliyor. Şimdi bunun bir anlamı kalmadı. Şimdi bunun hiçbir anlamı kalmadı; çünkü o bilgilerin hepsi bilgisayarda var. Örneğin ben bir tane program buldum hocam, ameliyat nasıl yapılır diye öğretiyor. Bir isim kaldı, bir de enayi bulacağım. Oradan böyle bakarak keseceğim adamı; gazeteci, yazar, operatör olarak da yeni bir kartvizit bastıracağım kendime. Hatta bu o kadar etkiledi ki ben zamanında beyefendiden diplomamı aldığımda, mahallenin sayılı diplomalılarından olarak mahallenin sayılı güzel kızlarından birini almıştım. Şimdi o kız artık web okuyor, bana, ya senin iktisatçılığın öyle çok ahım şahım bir şey değil, öyle eften püften diyor. Ben de kızıyorum ona, geceleri başka yerlere bakıyorum webden, ben de ertesi gün ya senin güzelliğin de öyle ahım şahım bir şey değil, bak dünyada ne güzeller var. Şimdi bu ne demek? Bu bizim için ne demek? Artık bilgiye sahip olmanın hiçbir anlamı kalmadı bu dünyada demek. Bir adama bilgisayar kullanmayı öğrettiğin andan itibaren, ona her türlü bilgiye ulaşmasını sağlıyorsun. Peki o zaman soru: Okulları mı kapatalım? Hayır. Mesela tıp dünyasının yaptığını yapmaya çalışalım. Tıpta diyelim ki aynı fakültede aynı hocalarla, aynı kitaplarla, aynı kadavrayla, 10 öğrenci tıp doktoru olur. Bunlar muayene açtıktan sonra birbirimize ne deriz? Şu doktora değil de bu doktora git deriz. Neden? Çünkü onlar aynı bilgiyi, eşit bilgiyi farklı yorumlamışlardır.

İnam Hocam hiç korkmasın. Fark ortadan kalktığı gün, küreselleşme biter veya tam tersine küreselleşmeye ayak uydurmak istiyorsanız farklı olmak zorundasınız. O halde okullar artık sonsuz rekabete açık, farkın öne çıktığı, bilginin farkının öğretildiği yerler olmak zorundadır. 21. yüzyılın adamı olabilmek için de farkının farkına varman gerekiyor. Benim kasabada gidip o patrona, o zenciyi alma, bak ben ipi farklı atlıyorum, ben hem ip atlıyorum, hem ip atlarken de göbek atıyorum demem lazım ki o beni tercih etsin. Benim ona katma değerimin daha farklı olduğunu görebilsin.

Rekabete açık, farkın farkında olan insanlar yetiştirmek için de okulların bence bir tek görevi var; birey yetiştirmek. Eski adı daha güzeldi, şahsiyet yetiştirmek. Yabancılar belki ne demek istediğimi fazla anlamayabilirler ama Türk dostlarım çok iyi anlayacaklardır. Birbirine benzeme yarışındaki okulların, fotokopi makineleri gibi yaratarak müesses nizama saygılı insanlar yetiştirmesinden ben bıktım. Bunlara sonradan bakıyorsunuz, bir kısmı dinci oluyor, bir kısmı laikçi oluyor ama hepsi aynı oluyor. Lazım olan, ben nerede farklıyım sorusunu soran adam olabilmek.

Çok basit bir şeyle bitireceğim. Müfredat tamamlanır, öğretmen soruyu hazırlar ve cevapları çocuklardan ister. Keşke öyle bir eğitim sistemi olsa ki öğretmen çocuklara cevapları sormasa da soruları sorsa. Arkadaş, “Siz bu müfredatı okudunuz. Hadi bakalım, bu imtihanda bana anlamlı 10 tane soru yaz ki ben onları cevaplarken zorlanayım. Seni ona göre değerlendireceğim” diyebilsin.

Prof. Dr. Üstün Ergüder

Panelistlerimize hepimiz adına çok çok teşekkür ederim. Cidden çok renkli bir paneldi. Benim de kafamdan türlü sorular, anılar, her türlü şey geçti. Kendimi tutamayıp konuşabilirim. Fakat Selçuk Bey’e bakıyorum; galiba bir bağlantı olacak bundan sonraki oturumda. O kadar zevkle dinledim ki burada, bu eğitim meselelerini düşünen, karar veren insanların da çok dikkatli dinlemesi gereken şeyler var, öğretiler var gibi geliyor bana. Cüneyt’ten başlayayım. Aslında Cüneyt’in kariyerine baktığınız zaman üniversiteden bu zamana kadar soru sorabilen, itiraz edebilen bir yapıya sahip olduğunu görürsünüz. Her ne kadar bize “Hoca bir şey verdi; biz de onu geri attık” dediyse de biz o okulda pek onu da yapmaya çalışmazdık. Ama değişimin suç olduğu bir ülkede bence o tür anlayışın başarısını görürsünüz. Değişik düşünmenin suç olarak addedildiği bir ortamda bence çok güzel bir örnektir Cüneyt diye düşünüyorum.

Size başka bir anımı da çok çabucak anlatayım. 1992 senesinde ders vermeyi bıraktım. Rektörlük çok dolu bir iş. 2000’de tekrar ders verdim. Şimdi biz çocuklara yazdırırız ödev veririz. 2000’de dersin ödevini verdiğim zaman karşıma