• Sonuç bulunamadı

Teşekkür Ederim. Ben eğitimin bir amacı üzerine yoğunlaşacağım. Eğitimin, son birkaç gündür tartıştığımız çok sayıda amacı bulunmaktadır. Ama ben özellikle eğitimin ekonomik büyümedeki rolü ve rekabet gücü üzerindeki katkıları üzerinde duracağım. Üç soru ile başlamak istiyorum. Türkiye’nin eğitim sistemi ülkeyi ekonomik büyüme yönünde ne kadar iyi konumlandırmaktadır? İkincil olarak, ekonomik büyüme için ciddi öneme sahip olan eğitim ve iş alanında gerçekleşen yeniliklere Türkiye’deki okullarda verilen eğitimin katkısı nedir? Son olarak da Türkiye’nin eğitim sistemi küresel anlamda rekabet edebilir bir işgücü üretmeye

yönelik olarak tasarlanmış mıdır? Yani bu eğitimin tek amacı değildir; ancak, ekonomi açısından bakıldığında, inanılmaz ölçüde önemlidir.

Şimdi biraz şoke edici bir slaytla başlayacağım. Ne kadar görebiliyorsunuz bilmiyorum, göremiyorsunuz –sanmıyorum- ama yukarıya doğru giden mavi çizgi Çin’e aittir. Yani bunun ne ile ilgili olduğu hakkında şimdi bir fikir sahibi olabilirsiniz. 2003 yılını ifade eden sol üstten başlayan sarı çizgiye bakacak olursak, sağ tarafa baktığınızda Çin’in altındaki ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu tablo, 1990-2003 yılları arasındaki gidişat; temelinde 2003 ile 2015 arasındaki gayri safi yurtiçi hasıladaki artışı yansıtmaktadır. Bu tablo şunu gösteriyor ki eğer hiçbir değişiklik olmazsa, 2015 yılında Çin dünyada üretilen toplam gayri safi yurtiçi hasılanın %35-40’ını temsil edecektir, ABD ise kademeli olarak düşüş gösterecektir. Kırmızı çizgiyle belirtilen Hindistan ise, tutarlı bir şekilde artış gösteriyor, belki bir 30 yıl içinde Hindistan’da ABD’ye yaklaşmaya başlayacaktır. En altta da tüm diğer ülkeleri bulabilirsiniz. Bu ülkeler arasında, Türkiye gibi Fransa, Almanya ve başka ülkeler de bulunmaktadır. Yani burada söylemek istediğimiz şey şudur. Eğer Türkiye’de hiçbir değişiklik olmazsa, dünya ekonomisine çok az bir katkıda bulunacak ve çok yavaş bir oranda ekonomik büyüme sağlayacak. İşte en basit haliyle işin arka planı budur.

Ancak Türkiye geçen birkaç yılda, geçen 5-10 yıl içinde temel eğitime kaydolma ve eğitimde eşitliğini geliştirilmesi gibi konularda kayda değer bir başarı göstermiştir. En üst dilimdeki öğrenciler, en yüksek uluslararası standartlarda performans sergilemişlerdir. Müfredat reformu gerçekleştirilmiş ve modernize edilmiştir; bu da ayrıca çok olumlu bir gelişmedir. Bu uygulama sivil toplum örgütleri, sivil toplum, özel sektör ve diğer sektörlerden artan bir şekilde destek görmektedir. Bunlar çok önemli katkılardır. Türkiye’de ortaöğretime kayıt oranında da etkileyici artış görülmektedir. Soldaki, net ilköğretime kayıt oranıdır. Sağ tarafta da net ortaöğretime kayıt oranını görebilirsiniz. Türkiye geçen 20 yılda ortaöğretime yazılma oranını ciddi anlamda artırmıştır ve bu oran artmaya devam etmektedir.

Eğitim reformu kültürü konusunda 2001 sonu ile 2006 yılı başı arasında Türkiye’de çalıştım ve kültürde büyük ölçüde değişiklikler gördüm. Eğitimciler, hükümet, sivil toplum olarak sizler eğitim reformlarına karşı bir yaklaşım sergilediniz mi? Bizler verilere daha önce baktığımızda gördüğümüze nazaran bir değişim görüyoruz; artan bilgi, daha çok bina, daha çok kitap, daha fazla eğitim gören öğretmen, daha fazla bilgisayar. Bunların hepsi önemli gelişmelerdir. Bu gelişmeler gereklidir, gerekli olmaya devam edecektir. Ancak, Türkiye’de daha çok 21. yüzyıla yönelik bir odaklanma bulunmaktadır. Tüm öğrenciler için üst düzey öğrenme sonuçlarına ulaşma çabası görülmektedir. Öğrenme ile ilgili sonuçlar elde edilmektedir. Standartlar oluşturma ve okulları hesap verebilir hale getirme çabaları devam etmektedir. Kamu ve sivil topluma danışma… Ayrıca, tamamen Türkiye’nin kontrolü dışında olan, OECD ile Uluslararası Öğrenci

Değerlendirme Programı (PISA) okul sistemlerinin performansını değerlendirdiği bağımsız bir alana açılma gayreti gözlenmektedir.

Son olarak da politikasını, geçmişe dayanan uygulama ve inanışlar değil, kanıt ve sonuçlara dayalı olacak şekilde değiştirmek. Bu değişiklikler neden önemlidir? Bu grafik Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmadan gelmektedir. 90’lı yıllarda işverenlerin talep ettiği becerilerde oluşan değişiklikleri incelemektedir. En üstte daha önce görmüş olduğumuzla kıyaslandığında, bu üst düzey düşünme-uzmanlık düşünme becerilerini ifade etmektedir. Bunlar en üstteki çizgi ile ifade ediliyordu; onun hemen altındaki çizgi de üst düzey iletişim becerilerini ifade etmektedir. Bu gördükleriniz işverenden gelen talepler bakımından artmaktadır. Bu sonuçlar ABD’de on yıl önceki sonuçlardır. Düşüş gösteren çizgilere bakacak olursak, modern ekonomide rutin el becerisi kademeli olarak gittikçe daha az gerekecektir. Rutin beceriler ve rutin olmayan el becerilerinin önemi gittikçe azalacaktır. Bunlara olan ihtiyaç hiçbir zaman ortadan kalkmayacak; ancak gelir açısından iş imkânlarında iyi bir alan olmayacaktır. Bu yüzden, bu değişiklikler yeni becerileri önemli hale getirmekte ve değişimde beceri önem kazanmaktadır. Ancak, rekabetçi olmak aynı zamanda yenilikçi olmayı gerektirir ki, yenilikçi olmak da eğitime bağlıdır.

Şimdi göstereceğim bir kaç slayt; Brezilya’da henüz tamamlanmış olan çok kapsamlı bir çalışmadan gelmektedir. Brezilya’nın ekonomisine ve yeniliğin

Talep Edilen Becerileri Hızla Değişiyor

-10 -5 0 5 10 15 Yıllar zd el ik D im

Üst düzey düşünme becerileri Üst düzey iletişim becerileri

Rutin el becerileri Rutin bilişsel beceriler Rutin olmayan el becerileri

1969 1974 1979 1984 1989 1994 1998

ekonomik kalkınmaya katkısına bakarak, eğitimin bu konuda ne kadar önemli bir faktör olduğunu görürüz. Üç çeşit yenilik bulunmaktadır. Bunlar ekonomik büyümeye katkıda bulunur ve hepsi de ayrılmaz bir biçimde eğitimle bağlantılıdır. Biri yeni bilgi ve teknolojinin yaratılmasıdır. Bilginin, yeni bilginin yaratılması. İkincisi başka yerlerde yaratılmış olan bilgi ve teknolojinin edinilmesi ve adapte edilmesi. Üçüncüsü de zaten ülkede var olan bilgi ve teknolojinin yayılmasıdır. Bunları tek tek ele alacağım.

Yeni bilgi ve teknoloji yaratmak. Bu, temelde üniversitelerin, araştırma merkezlerinin, özel sektör AR-GE birimlerinin ve diğer ilgili kuruluşların görevidir. Türkiye’de bu, tabiatıyla, en iyi üniversitelerde gerçekleşmektedir. Ancak, Türkiye’nin buna çok katkıda bulunduğunu kabul etmek de önemlidir. Bu, küresel bir üründür, yeni bir bilgi küresel bir üründür. Bu yüzden, sadece ekonomik büyüme için yeni bilgiye dayanmaya gerek yoktur. Ayrıca, daha az gelişmiş üniversitelerin bile bilgi üretebilmesi çok önemlidir. Bu konu ile ilgili incelenmesi gereken etmenlerden biri de olan bilgiyi ticarileştirmek ve işe yaramasını sağlamak için üniversitelerin özel sektörle ne kadar iyi çalıştıkları konusudur. Yüksek öğretim ve özel sektör arasındaki bağlantı, Çin’in şu anda ve ABD’nin yıllardır başarılı olmasının nedenlerinden biridir. Ancak, önemli olan, örneğin üniversitelerden gelen yeni bilgi, yenilik için gereken ekonomik büyümeye giden tek yol değildir. En önemlisi başka yerlerde yaratılmış olan bilgi ve teknolojiyi uyarlamaktır.

Biliyorsunuz ki 80’li yıllarda ve 90’ların başında bile bazı Asya kaplanlarının birçok başarısı sadece bilginin üretilmesi değildi, zira bu konuda önde değildiler. Bunların becerisi Avrupa ve ABD’de üretilmiş olan bilgiyi pratik uygulamalara dönüştürmekti. Hepiniz video kaydedici, walkman, Sony CD çalar gibi klasik örnekleri duymuşsunuzdur. Bunlar gerçek anlamda gelişmelerdi ve bu örnekte anlatılmak istenilen Japonya’nın ABD’de geliştirilmiş olan teknolojiyi alıp bunu güvenilir bir ürün üzerinde ticarileştirmesi ve pazarlayabilmesiydi. Bu uyarlamayı işgücü içinde yapabilmek için, temel becerilere sahip çalışanlara ihtiyacınız vardır. En azından temel düzeyde işlem bilgilerini okuyamayan ve anlayamayan çalışanlarla bilginin ve teknolojinin uyarlanmasını gerçekleştiremezsiniz. Ama daha önemlisi, bilgiyi uygulamak için, bundan daha da ileriye gitmeniz gerekmektedir. Gerçekten, kavramsal olarak düşünebilen çalışanlara ihtiyacınız var. Çalışandan kastım sadece işçiler değil, çalışanları kastediyorum, hizmet sektöründe çalışan insanlardan, işçi statüsünde çalışan insanlardan bahsediyorum. Bu kişilerin düşünmek ve akıl yürütmek konusunda yetenekli ve yaratıcı olmaları gerekmektedir. Böylece mevcut durumu, neler olduğunu görecekler, süreci düzeltmeye çalışacaklar ve fikirleriyle katkıda bulunacaklardır. Pek tabii ki etrafta olan biteni dinleyebilen işverenlerin olması gerekmektedir. Bu yüzden, yöneticilerin eğitimi de bir o kadar önemlidir. Bu yüzden, bilimsel düşüncede farklı bir yaklaşım ile düşünme yeteneği, özel sektörün başka yerlerde geliştirilmiş bilgiyi uygulayabilmesi için büyük önem taşıyan becerilerdir.

Buna ek olarak, birkaç yıl önce aralarında hizmet ve sanayi sektörlerinin de bulunduğu çok sayıda sektörden Türkiye’deki üretimin geçmişine bakan ve aynı ürünleri üreten üretim performansları bakımından büyük farklılık olduğunu ortaya çıkaran Mc Kenzie raporu vardı. Bir diğer deyişle, ülkenin bir ya da başka belli bir yerinde, aynı şehirdeki işkolları, örneğin ayakkabı, hizmet, otel hizmetleri gibi ürünler üretiyor ve bu işletmeler bu üretimleri diğer bölgelere nazaran daha etkin bir şekilde yapıyor. Yani, işgücünün, işin yapıldığı yerden bir şeyler öğrenerek, daha sonra bu bilgiyi alıp aynı şehirde, dünyanın başka bir tarafında kendi sanayisine uygulayabilmesi gerekir. Bunu yapabilecek bir iş gücü yetiştirilmelidir.

Bu noktada soracağımız soru şudur: Türkiye’deki eğitim sistemi işçi ve işvereni bir araya getirip verimliliği artıracak düşünme becerisi ve davranışları geliştirmekte midir? Bu sadece beceri ve bilginin de ötesinde bir konudur. Bu aynı zamanda insanların nasıl birbiriyle ilişki kurduğu ile de ilgilidir. Bu yüzden bu, ölçme işleminde zorluk çeken biri için söz konusu olabilir, ancak bunun şimdi değineceğimiz konuyla bağlantısı bulunmaktadır.

Bu slaytı açıklamak bir dakika alır, ancak buna değer. Bu slayt dikey eksen üzerinde ekonomik büyümenin artışını ve yatay eksen üzerinde test puanlarını göstermektedir. Bu grafiğe göre, test puanı ne kadar yüksek olursa, ekonomik büyüme o kadar artış göstermektedir. Ancak, burada bahsettiğim test puanı nedir? Bu, Stanford Üniversitesi’nden Profesör Eric Hanushek ve Almanya’dan Profesör Worstman ile Dünya Bankası’nda yaptığımız bir çalışmadır. Bu iki profesörün yaptıkları şudur. Geçen 20 yılda herhangi bir uluslararası değerlendirme yapmış olan tüm ülkeleri aldılar ve bu uluslararası değerlendirmelerden ortalama test puanı sonucu indeksi oluşturdular. Bu puanlar bir ekibin yaptığı değerlendirmeler, PISA ya da PIRLS gibi uluslararası değerlendirmelerden elde edilmiş olabilir. Bu değerlendirme sonuçlarından hareketle ülkeler için birer standart puan oluşturdular. Bu grafik, uluslararası testlerden elde edilen standart puanla ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Bu ilişki olumlu, çok önemli ve çok açıktır. Test puanını sabit tutarak, eğitimin süresi, okulda ortalama kaç yıl geçirildiği, ilkokulda, ortaokulda ne kadar zaman harcandığı ve işgücünün ortalama eğitim süresi ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki çok da anlamlı gözükmemektedir. Bir diğer deyişle, eğitim alanların okulda geçirdiği zaman, ekonomik büyümeyi açıklayamamaktadır. Önemli olan, öğrencinin ne öğrendiğidir, ne yapabildiğidir, nasıl düşündüğü, nasıl akıl yürüttüğüdür; okulda geçirilen süre değil, bu sürenin nasıl kullanıldığı, bu sürede ne yapıldığıdır. Tüm bu noktalar daha önce vurgulandı. Bu yüzden önemli olan çocukları yakalamak, ilkokulda ya da çoğunlukla ortaokulda, bu vurgunun öğrencilerin ne öğrendiği, nasıl öğrendiği ve okul ve eğitim döneminden ne gibi becerilerle kazandıkları üzerinde yoğunlaşması çok daha önemlidir.

Şimdi öğrenme sonuçlarının ne olduğuna bakalım. Bunun ekonomik büyüme ve kalkınma ile neden ilgili olduğuna bakalım. Bu konunun temel noktalarından

haberdar olduğunuz açıkça görülüyor. Öğrenci ilköğretimden ortaöğretime devam ediyor. İlköğretimdeki öğrenmenin amacı ortaöğretime geçebilmektir. Sadece bir ilköğrenim görecekseniz; iyi bir iş, iyi para getiren bir iş sahibi olmayacaksınız. Ekonomiye etkin bir şekilde katkıda bulunamayacaksınız. Yalnızca ilköğretim ile başarılı olamazsınız. İlköğretim eğitimi yeterli değildir; bu sadece ortaöğretim için bir adımdır. İlköğretimin amacı ortaöğretimdir. İş piyasasına girebilmek, başarılı olabilmek için ortaöğretimden mezun olmanız gerekir. Ortaöğretimde yetmeyecek, sonrasında sürekli eğitim, yeniden eğitim ile yolunuza devam edebilirsiniz. Önemli olan öğrencilerin ortaöğretimde ve sürekli eğitimde hangi becerileri kazandıklarıdır. Ayrıca, çalışanlar ve yöneticiler için, öğrenme sonuçları önemlidir; çünkü bunlar, daha önce de söylemiştim, bu kişilerin Türkiye’nin işgücü için çalıştıkları şirketlerin üretkenliklerini geliştirmelerine ve verimlilikte ön sıralarda yer alabilmelerine katkı sağlayacaktır. Böylece Türkiye küresel alanda rekabet edebilir.

Öğretmen yeterlikleri vs… kontrol edebileceğimiz hususlar, eğitim camiası olarak kontrol edebileceğimiz şeylerdir bunlar. Bu yeterliklerin de eğitim çıktılarının tüm çocuklar için aynı düzeye getirilmesi hedefiyle doğru orantılı olarak geliştirilmeleri gerekmektedir.

Tüm ortaöğretim öğrencilerine yükseköğretime devam edebilmeleri fırsatının sağlanması ve istihdam edilebilirlik becerilerinin kazandırılması gerekir. Ortaöğretimdekilerin daha sonraki eğitim-öğretim kademelerine geçemeyecekleri gibi bir duygu içinde olmamaları gerekir. Herkesin, yeterince çalıştığı ve bilgi ve becerilerini en uygun biçimde kullandığı takdirde, dünyanın bir numaralı okullarında değilse bile, yükseköğretim kurumlarında öğrenimini sürdürebileceğini bilmesi gerekir. Buna göre, bu fırsatlar herkese tanınmalı ve herkesin yeterli çalışmayla hedeflerine ulaşabileceğini, mesleki eğitim de alabileceğini ve başarılı olabileceğini bilmesi sağlanmalıdır. Mesleki eğitim öğrencileri de eğitimlerine devam etseler de etmeseler de, mesleki eğitim ile başarılı olabilirler.

Önemli bir konu da Üniversiteye Giriş Sınavı olarak bilinen ÖSS’dir. Şu an için durum nedir bilmiyorum; ama, ÖSS’nin öğrencilerin geleceklerinin tek kalemde belirlendiği bir sınavdan çok, kademeli bir değerlendirmeler bütünü olarak yeniden düzenlenmesi yönünde bir öneride bulunulduğunu anımsıyorum. ÖSS önemli değil diyemesek de, bir o kadar önem arz eden diğer etmenlerin de varlığı kabul edilmelidir. Burada önemli olan, öğrencinin hayatta başarılı olabilmesi açısından bilgi ve becerilerinin tamamının kapsamlı biçimde değerlendirilmesi olmalıdır. Bu bağlamda, hayatta başarılı olmak için bilgi ve becerilerin kazanılması önemlidir, bir üniversiteye ‘kapak atmak’ değil. Ayrıca, bu değerlendirme, örneğin Fransızların bakalorya veya İngilizlerin A seviyesinde olduğu gibi birkaç kademeden, birkaç aşamadan oluşmalıdır. Bu bağlamda çoklu testler yapılması, tek bir testle sınırlı kalınmaması önemlidir.

Son olarak, gelen bir diğer öneri de okulların daha özerk bir yapıya kavuşturulmaları ve bütçelerinin arttırılması yönündeydi. Ancak, böyle olması halinde aynı okulların

eğitim-öğretim çıktılarının geliştirilmesiyle ilgili olarak sorumluluklarının da artacağı üzerinde durulmuştu. Dolayısıyla, herhangi bir sorumluluk olmaksızın özerkliğin artması büyük riskleri de beraberinde getirecektir diyebiliriz. Birkaç yıl önce bir araya geldiğimizde bu konular üzerinde durulmuştu ki, bugün de aynı konuların hâlâ gündemde olduğunu görüyorum.

Şimdi biraz da PISA’dan bahsetmek istiyorum… PISA’nın her tür çıktının ölçülmesinde uygun olmadığı doğrudur. Mezun olduktan sonra çocukların aşçılığa mı, müziğe mi, yoksa spora mı yönelecekleri gibi konuların ölçümlenmesinde uygun olmadığı doğrudur; ancak disiplinli bir zihinsel yapının test edilmesinde de bir o kadar etkili bir yöntemdir. Bu nedenle pek çok analiz uzmanı için PISA, sadece öğrenilen bilgilerin değil, bu bilgilerle neler yapılabileceğinin de ölçümlenmesinde kullanılan ve sentezleyebilen zihinlerin tespitinde yararlılıkları olan bir yöntemdir. Kısaca söylemek gerekirse, okulda öğrenilen bilgilerin okuldan çıkınca atılacağımız hayatta nasıl kullanılabileceğini de belirlemede önemli bir araçtır PISA.

Peki, Türkiye ne aşamada? PISA sonuçlarından haberiniz olsa gerek. Bazı analizler yapılsa da, hâlâ Türkiye’de böyle bir çalışmanın olmadığını gördük. Genellikle ülkeler PISA’nın yayımlanmasını takiben ulusal araştırmalar gerçekleştiriyorlar; ama şu an itibariyle Türkiye’de Ulusal PISA Çalışması’ndan bahsedemiyoruz. 2006 yılı sonuçları 2007 Aralık ayında yayımlanmış olmasına rağmen, henüz bu alanda bir ulusal çalışma yapılmış değil, yapılacağını söylüyorlar, anlıyorum. Ancak bu tür bir çalışmanın ne kadar etkili ve zengin bir bilgi kaynağı oluşturacağını anımsatmama izin verin.

Üstteki mavi çizginin de üzerinde yer alan çizgi OECD ortalamasını göstermektedir. Türkiye’de bir OECD ülkesi olmakla beraber aldığı puanlar düşüktür ve Türkiye’nin puanlarının düşük olması, OECD ortalamasını da düşürmektedir. Mavi olarak gösterilen 2003, kırmızı olarak gösterilenler 2006 senelerini ifade etmektedir. Matematik performansında hâlâ büyük bir artış görülmemektedir. Okumada büyük bir artış kaydedildiği, fendeyse az bir düşüş olduğu görülmektedir.

Bu grafikte, değerlendirmede kırmızı olarak ifade edilmiş olan Türkiye’nin performansı, mavi renkle gösterilen OECD ülkelerinin performansıyla karşılaştırılmaktadır. Yeşil olarak gösterilen AB ülkeleridir; AB ülkelerini ben kendim ekledim. Bu grafikte, 1 ve altı seviyelerde uzun bir çizgi göze çarpmaktadır. Bu aralık gerçekleşen öğrenme seviyelerini ifade etmektedir. Buna göre Türkiye’de mezunların, 15 yaşındaki öğrencilerin çok düşük seviyede kaldıkları söylenebilmekle birlikte, diğer taraftan sağ tarafa baktığımız zaman aynı öğrenciler arasından çok yüksek seviyeli çocukların da çıktığı görülmektedir. Bu son gösterge tatmin edici olabilir; ancak bu konu üzerinde durulması gerekir. Çok ayrıntısına girmezsek, burada GSMH, işgücüyle ilgili diğer özellikler ya da yaş gibi ülkesel verileri temel alan PISA temelinde beklenen sonuçlar verilmiştir diyebiliriz. Bu şartlar altında, Türkiye’nin de kendisinden beklenen düzeyde bir performans sergilediği görülmektedir. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin beklenen seviyede bir

performans sergiliyor olması gayet iyi olsa da, bu seviyeler Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesi ve küresel ortamda rekabet edebilmesine yetecek düzeyde değildir. Belirttiğimiz gibi, kaynaklar açısından bu seviyeler oldukça iyi olmakla beraber, kendisini idame ettirebilmek ve rekabet ortamında hayatta kalabilmek için çok daha yüksek seviyelerin tutturulması gereklidir.

Karşılaştırma yapabilmek açısından örnek olarak yeni bir AB ülkesi olan Polonya’yı tercih ettim. Matematik, okuma ve fen derslerinde Polonya’nın PISA performansının daha iyi olduğu görülmektedir. Burada 2003-2006 yılları ele alınmıştır. Bu iyi görünmüyor, bu slaytı geçiyorum. Sağ taraftaki daire içerisinde Türkiye’nin 2003 yılı matematik değerlendirmesindeki performansı görülmekte. Bu arada, yatay hat en üst ve en alt seviyelerde sergilenen performans değerleri arasındaki orta çizgiyi göstermektedir. Bu grafiğe baktığımız zaman, Türkiye’nin 2003-2006 yılları arasında matematik alanında en başarılı ve en başarısız öğrencilerin performansı arasındaki uçurumu azalttığı görülmektedir. Peki, bunu nasıl başardınız? Anlatın bana. Bunu nasıl başardığınızı bilmiyorum. Aynı şey fen için de geçerli. Eşit dağılımda bir artış söz konusu. Bu da olaya başka bir bakış açısı. İşte, 2003-2006 yılları arasında Türkiye’de alınan notların dağılımı. Burada göremiyorum bile. 2003 yılı mavi çizgiyle gösterilmiş ve 2006 senesiyse kırmızı çizgiyle gösterilmiş. Eğrideyse daha fazla bir yığılma var. Bu da eğrinin azaldığı anlamına geliyor ki bu da iyi bir şey, eşitsizliğin azaldığına işaret ediyor. Aslında sağ tarafa doğru kayması beklenirdi ama…

Şimdi, Türkiye’yle Polonya’yı karşılaştıracak olursak, Türkiye’nin dağılımı sağ tarafta, mavi renkli, Polonya’nın dağılımıysa sağda. Burada, Polonya hem sağa doğru hem de sola doğru bir yayılma trendi gösteriyor ki tüm dağılımın topyekûn bir sağa kayma içerisinde olduğuna bakıldığında, bunun anlamı, herkesin gelişmekte olduğu şeklinde yorumlanabilir. Ancak, Türkiye’ye baktığımız zaman, diyelim ki fen notlarına bakalım, sol taraftaki yükselme bir gelişme olduğuna işaret etmekle beraber, sağ tarafa bakınca görülen düşüş ise en üst seviyede notlar alabilen öğrenci