• Sonuç bulunamadı

Leninist örgüt teorisine en önemli katkıyı yapan isimlerin başında kuşkusuz İtalyan Marksisti Antonio Gramsci gelmektedir. Gramsci’nin yaklaşımı, pek çok alanda olduğu gibi işçi sınıfı örgütlenmesi ve işçi sınıfının parti ve aydınlarla ilişkileri konusunda da özgün düşünceler içermektedir. Onun parti ve sınıf hakkındaki görüşlerini, genel yaklaşımının bütünlüğü içinde ele almak gerekse de, buradaki amacımız bu yaklaşımdan konumuzu ilgilendiren çıkarsamaları yapmak olacaktır. Zaten Gramsci’nin hegemonya, aydınlar, ideoloji, sivil toplum gibi bir çok önemli kavram etrafında gelişen özgün görüşlerini ortaya koymak, her biri ayrı bir çalışmanın konusu olacak nitelikte zaman ve çaba gerektireceğinden burada gerektiği ölçüde ele alınacaktır.52

Gramsci’nin yaklaşımının en önemli özelliklerinden biri, tarihte bilinçli insan unsuruna verdiği önem ve determinist bakış açısını reddetmesidir (Molyneux, 1991: 192).

Sınıf bilincinin bireylerde kendiliğinden gelişmeyeceğini savunan Gramsci, kendiliğindenlik ile ilgili tartışmaya oldukça farklı bir noktadan yaklaşır. Ona göre, “(…)

‘saf’ kendiliğindenliğin tarihte varolmadığı vurgulanmalıdır; bu ‘saf’ mekaniklikle aynı anlama gelirdi” (Gramsci, 1989b: 196). Kitlelerde eyleme yönelik bir kolektif irade oluşturulması gereklidir ve bunu sağlayacak güç ise parti olmalıdır.

Gramsci, parti konusuna, Makyavelli’nin Prens adlı eserine gönderme yaparak yaklaşmaktadır. Bu gönderme ile kendi parti anlayışı ve Makyavelli’nin görüşleri arasında bir benzetme kurmaktadır. Gramsci’nin böyle bir benzetme kurmaktaki amacı, Makyavelli’nin kendi döneminde, İtalya’nın ulusal birliğinin sağlanması yolunda kolektif bir ulusal iradenin nasıl yaratılacağına dair ortaya koyduğu yaklaşımı hatırlatmak ve sahip

çıkmaktır. Gramsci’ye göre, Machiavelli’nin Prens’i, dağılmış ve öğeleri birbirleriyle ilintisini kaybetmiş bir halkın harekete geçirilmesini ve kolektif iradesinin örgütlenmesini etkileyen somut bir fantezidir (Gramsci, 1989b: 125). Gramsci için Makyavelli’nin bu çabasının anlamı, yeni bir devletin kurulmasında halka önderlik edecek prensin nasıl olması gerektiği üzerinde durması ve konuyu mantığın gücü ve bilimsel tarafsızlıkla ele almasıdır (Gramsci, 1984: 3).

Makyavelli, Prens mit figürü ile yeni bir devletin oluşturulması için gerekli olduğunu düşündüğü politik liderliği ve organları incelemiştir. Gramsci’nin Makyavelli ile ilgilenmesinin nedeni de budur. Ona göre, yeni bir işçi devletinin kurulması da bu tür bir politik liderliği, bir ‘modern prensi’ gerektirmektedir. Ancak bu modern prens gerçek bir kişi ya da somut bir birey olamaz. Bu, olsa olsa, kolektif iradenin içinde biçim kazanacağı varsayılan toplumsal bir organizma olabilir. Gramsci, tarihin bu organizmayı ortaya koyduğunu, bunun da siyasal parti olduğunu iddia etmektedir. Gramsci, kendi politik amaçları doğrultusunda, bir işçi devletinin kurulması ve yaşatılması açısından gerekli stratejiyi bulmaya çalışmaktadır. Böyle bir strateji, işçi sınıfının örgütlenmesini ve kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirilmesini öngörmektedir. Bunun için ise, öncelikle, politik bir liderliğin oluşturulması gerekmektedir.53

Gramsci için, siyasal parti tartışmasının ana kavramlarından biri ‘kolektif irade’

kavramıdır. Gramsci’ye göre, tarihsel eylemi gerçekleştirecek ve kültürel sosyal birliği oluşturacak olan iradeler çoğulluğunun, ortak ve eşit bir dünya görüşü temelinde, tek bir

52Gramsci’nin hegemonya konusundaki yaklaşımını ele alan kapsamlı bir çalışma için bkz. Yetiş (1996).

53Modern prens, mitos prens gerçek bir kişi, somut bir birey olamaz; Ancak, kabul edilmiş ve kendini bir ölçüde eylemde kanıtlamak zorunda olan bir kolektif iradenin içinde somut biçim kazanmaya başladığı toplumun bir organizması, karmaşık bir unsuru olabilir. Şimdiki halde tarih bu organizmayı ortaya koymuş bulunmaktadır ve bu siyasal partidir – evrensel ve bütünlüklü olmaya eğilimli bir kolektif iradenin

amaç etrafında birleşmesi kolektif iradenin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Böylelikle, kolektif iradenin biçimlenmesi, Gramsci tarafından her türlü tarihsel dönüşümün ve bu amacı taşıyan stratejinin birinci koşulu olarak ele alınmaktadır. Siyasal parti, kolektif iradenin hem etkin bir örgütleyicisi hem de bir ifadesidir. Ancak siyasal partinin bu işlevleri, asıl olarak entelektüel ve moral bir reform gerçekleştirmeye dönük nihai amacın bir aşamasıdır: “Modern prens entellektüel ve moral bir reformun ilancısı ve örgütleyicisi olacaktır ve olmadan edemeyecekir” (Gramsci,1989b: 133).

Gramsci, böylece partinin temel görevlerini de ortaya koymaktadır. Modern prensin yani devrimci bir siyasal partinin temel görevi entelektüel ve moral dönüşüm yaratma yolunda kolektif iradeyi oluşturmak ve örgütlemektir. Devrimci parti, bu görevi yerine getirebilmek için, Gramsci’nin ‘ikili perspektif’ adını verdiği diyalektik yöntemi izlemek durumundadır, çünkü bizzat hakim sınıf aynı yöntem ile varlığını sürdürmektedir. Yani hakim sınıf, iktidarını, devlette ve sivil toplumda ayrı ayrı kurumlaştırılmış bir hegemonya ve zor bileşimi ile sürdürmektedir. Devrimci parti bu ilişkinin somut bir analizini yapmalı ve stratejisini buna göre oluşturmalıdır. Örneğin, doğu ve batı ülkelerinin toplumsal formasyonları arasında varolan temel fark Gramsci açısından dikkat çekicidir. Ona göre, Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrimin, Avrupa’da başarısızlığa uğramasının nedeni, Avrupa ile Rusya toplumlarının örgütlenişi arasındaki farktır.54

Bu nedenle, Rusya’da ve Batı’da kullanılacak siyasal stratejiler de farklı olmalıydı.

Rusya’da devlet cepheden hızlı bir saldırıya açık durumda idi. Bu şekilde kolaylıkla devrilebilirdi. Oysa, sivil toplumun güçlü olduğu Batı’da farklı bir strateji gerekli idi.

54Hegemonyanın kuruluşu açısından ortaya çıkan bu farkı Gramsci şöyle betimlemektedir: “Rusya’da devlet her şey, sivil toplum ise henüz filiz halinde ve peltemsiydi. Batıda devletle sivil toplum arasında uygun bir ilişki vardı ve devlet ne zaman sarsılsa sivil toplumun sağlam yapısı derhal açığa çıkardı (Gramsci, 1989b:

238).

Gramsci, bu noktada görüşlerini askeri strateji terimleri olan mevzi ve manevra savaşları metaforlarından yararlanarak açıklamaktadır. Çabuk zafer umudu sağlayan ve tek bir hedefe yıpratma amacıyla yapılan hızlı saldırılardan oluşan manevra savaşının aksine mevzi savaşı, sivil toplumun eğitim, medya gibi kurumları üzerinde yürüyen uzun süreli bir karşılıklı kuşatmayı ifade etmektedir (Gramsci, 1989b: 238-9). Mevzi savaşı, gelişkin Batı toplumlarında izlenmesi gereken stratejiyi anlatmaktadır. Bunun sebebi bu toplumlarda sivil toplumun karmaşık bir yapı olarak ortaya çıkmasıdır. Batı toplumlarında, sivil toplum dolaysız ekonomik krizlerin yol açtığı çatlamalara karşı oldukça dayanıklı olduğunu göstermiştir. Gramsci, bu dayanıklılığı açıklarken, sivil toplumun üstyapılarını, askeri analojiden yararlanarak modern savaşların siper sistemlerine benzetir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Gramsci bu iki askeri kavram arasında da diyalektik bir ilişki öngörmüştür. Bir siyasal stratejinin temel amacı siyasal iktidarın el değiştirmesi olduğuna göre, mevzi savaşının son aşaması doğrudan iktidarı amaçlayan manevra savaşı olacaktır.

Ancak iktidarın tek başına ele geçirilmesi yeterli değildir; bundan önce sivil toplum içindeki mevzilerin ele geçirilmiş olması gereklidir.

Bu belirlemelerin siyasal parti açısından taşıdığı vurgu, proletarya partilerinin varolan krizi derinleştirmek ve işçi sınıfı içinde bilince çıkarmak için çaba sarf etmeleri gerektiğidir. Ekonomik krizler, işçi sınıfı partileri için gelişme olanakları yaratsa bile, bunların siyasal iktidarı ele geçirmeleri için tek başına yeterli değildir. Bu nedenle işçi sınıfı partisi, ancak uzun süreli bir hazırlık dönemi boyunca eğitildikten sonra konjonktürel olanaklardan yararlanabilecektir (Yetiş, 1996: 243). Devrimci partinin, kitlenin hakim sınıfın otoritesine verdiği onayı zayıflatmak ve kendi hegemonyasını kurmak için vereceği

mücadele Gramsci’ye göre, birbiri ile ilintili üç düzeyde gerçekleşmek durumundadır (Molyneux, 1991: 200).

Bunlardan birincisi, sınıf ittifakları düzeyidir. Çünkü, proletarya, nüfusun çoğunluğunun kapitalizme ve burjuva hegemonyasına karşı harekete geçmesini sağlayan bir sınıf ittifakları sistemi yaratmakta başarılı olduğu ölçüde öncü ve hakim sınıf haline gelebilecektir. İkinci düzey, partinin kendi güçlerinin eğitimidir. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketine güvenmek Gramsci açısından anlamlı değildir. İşçilerin mücadeleye kazanılmaları ve uygun zamanda harekete geçmek üzere hazırlıklı ve sürekli bir güç haline getirilmeleri gereklidir. Parti bunu yapabilmek için kendi argümanlarını sürekli olarak tekrarlamaktan asla bıkmamalıdır. Gramsci, tekrarın, halkın zihniyetine işlemek için en yararlı araç olduğunu düşünmektedir (Gramsci, 1989b: 340). Üçüncü düzey ise, işçi sınıfının organik aydınlarının yaratılması ile ilgilidir. Gramsci’nin partiye yüklediği en önemli işlevlerden biri işçi sınıfı aydınlarının yetiştirilmesidir. Yöneticilerin ve onların yönetim yeteneklerinin geliştirilmesinde en uygun yol bunların siyasal partiler içinde yetiştirilmesidir55(Gramsci, 1989b: 15).

Gramsci’ye göre, siyasal parti temel olarak üç unsurdan oluşmaktadır. Birinci unsur, yaratıcı bir ruh ve örgütsel yetenekten çok, disiplin ve sadakatle partiye katılmış, sıradan, ortalama insanlardan oluşan kitle unsurudur. Bunlar olmadan parti varolamaz, fakat tek başına bu unsur da bir partinin var olması için yeterli değildir. Kitleyi bir merkezde birleştirecek, örgütleyecek ve disipline edecek bir güç gereklidir. Kitleyi merkezde

55“Öyleyse denilebilir ki partiler yetenekli yöneticiler oluşturmak göreviyle yüz yüzedir; partiler, belirli bir toplumsal grubun (her toplumsal gruptaki üyelerin ne sayıda olduğunu belirlemek mümkün olduğuna göre, grup belirli bir nicelik oluşturur) eklemleşmesi ve çalkantılı bir karışıklıktan organik olarak hazırlıklı bir politik orduya dönüşmesi için gerekli yöneticileri seçen, geliştiren, sayıca arttıran kitle işlevidir” (Gramsci, 1989b; 125).

toplayan, dağınık güçleri etkin ve güçlü bir şekilde örgütleyen bu unsur Gramsci için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu ikinci unsur, bir yana bırakılması halinde her şeyin sona ermesine sebep olacak birleştirici güç, yani parti liderliğidir. Liderlik birleştirme ve disipline etme gücü yanında partiyi yenileme gücüne de sahiptir. Partinin üçüncü unsuru ise aracı unsur olarak isimlendirilebilir. Birinci unsuru ikinci ile eklemleyen ve ikisi arasındaki ilişkiyi sadece fiziksel olarak değil, moral ve entelektüel olarak da koruyan bu aracı unsur aydınlardan oluşmaktadır. Bu yaklaşımda Gramsci her ne kadar liderliği ön plana çıkartıyor olsa da, onun anlayışında liderlerin emir ve önerilerinin diğer üyelerce pasif ve mekanik bir şekilde yerine getirilmesi söz konusu değildir. Parti liderleri ve sınıf arasında diyalektik bir ilişki kurulmalıdır. Gramsci, parti disiplini ile tabanın kendiliğindenliği ve inisiyatifi arasında diyalektik bir birlik sağlanmasını önermektedir.

İşte bu diyalektiğin oluşturulması, aracı unsur olan aydınların görevidir.

Gramsci’ye göre, kendiliğinden tepkinin, uzun erimli bir dönüşüm sağlayacak şekilde dönüştürülemeyişinin sebeplerinden biri de işçi sınıfının kendi organik aydınlarıyla kurduğu ilişkidir. İşçi sınıfı bilincinin ekonomik – korporatif düzeyden siyasal – hegemonik düzeye ulaşmasına yardım edecek olan aydın katmanlarının oluşturulmasındaki eksiklikler, sınıf bilincinin gelişimini de olumsuz etkilemektedir (Yetiş, 2002: 238).

Hobsbawm, Gramsci’nin düşüncesinde siyasal partinin önemli bir yer tuttuğuna dikkat çeker (Hobsbawm, 1977: 209). İşçi sınıfının ekonomik - korporatif bilinç uğrağından siyasal bilinç aşamasına geçmesinde ve bu yolla hegemonik bir sınıf olma yolunda ilerlemesinde temel araç siyasal partidir. Hobsbawm, gerçekten de tarihte sosyalizmin başarılı olduğu ülkelerde bu başarının sonradan yeni kurulan devletin de temelini oluşturan bir partiye borçlu olunduğunu hatırlatmakta ve böylece Gramsci’nin

görüşlerindeki isabetliliğe işaret etmektedir. Sosyalist devrimin örgütleyici gücü partidir;

ancak söz konusu olan proletarya adına hareket eden koruyucu ve yol gösterici, bu anlamda otoriter bir siyasal örgütlenmeden çok, işçi sınıfıyla organik olarak bütünleşmiş, toplumun her kesiminde örgütlenmiş, çoğunluğun desteğini sağlamaya, yeni bir toplumsal iktidar görüşü geliştirip yaygınlaştırmaya çalışan, katılımı öngören ve bu açıdan demokratik niteliğe sahip olan bir örgüttür (Boggs, 1984: 18-20). Gramsci, Lenin’in öncü parti anlayışından hareket etmekle birlikte bu yaklaşımı geliştirmiştir. Sınıfın parti aracılığıyla bilinç kazanacağına yaptığı vurgunun yanında, partinin sınıfın dışında ayrı bir grup olarak varolmadığını ancak sınıfın içinde onunla organik ilişkide bulunduğu ölçüde gerçek bir sınıf partisi olacağını da belirtmektedir.

Gramsci işçi sınıfının devrimci amaçlarla örgütlenmesi sorununu yeni bir devletin, bir işçi devletinin kurulması sorunu ile birlikte ele almaktadır. Bu nedenle, Gramsci için, örgütlenme sorunu hem işçi sınıfı içinde bilincin geliştirilmesinin, hem devlet iktidarına yönelik stratejilerin hayata geçirilmesinin hem de oluşturulacak yeni düzenin sahip olacağı ilişkiler sisteminin nüve halinde yaratılmasının hepsiyle derinden ilgilidir. Bu bağlamda, Gramsci, fabrika komiteleri ve sovyet türü örgütlenmelere, siyasal ve ideolojik önderlikle işçi sınıfı geneli arasındaki ilişkinin geliştirilmesi açısından özel bir önem yüklemektedir.

Sovyetlerle fabrika konseyleri arasında herhangi bir ayrım yapmayan Gramsci’ye göre, bunlar yalnızca sınıf mücadelesini yürütmenin bir aracı değil, aynı zamanda “proleter devletin de modeli” dir. İktidarı ele geçirmenin aracı olan bu örgütler, böylece işçi sınıfının mücadele içinde iktidar deneyimi edinmesini mümkün kılacaktır (Gramsci, 1989a: 109).

“Fabrika konseyleri stratejisi” (Yetiş, 1994: 146) adı altında bir strateji geliştiren Gramsci, Fabrika konseylerinin, işçi sınıfını birleştirmeye yardım ettiğini, işçilerin üretici

ve toplumsal sistem içindeki yerlerini anlamalarına ve burjuvazinin artık üretici güçlerin gelişmesini garanti edemediği bir dönemde, yeni bir toplum ve yeni bir devlet tipinin yaratılması için gerekli becerilerin geliştirilmesine imkan verdiğini belirtmektedir (Gramsci, 1989a: 137). Gramsci’nin Bolşevik Devrimi’nden türettiği bu strateji, 1906’da çalışma koşullarına ilişkin sorunları görüşmek üzere oluşturulan fabrika komisyonlarının, sosyalist devletin kurulmasına yardım edebilecek sınıf örgütlenmeleri olarak işlevselleştirilmesine dayanmaktaydı. Üretim alanından başlayıp giderek bu alanın dışında mahalle düzeyinde komiteler, kent dışında ise köylülerin oluşturduğu komiteler şeklinde örgütlenerek devlet iktidarının kurucu öğelerini sağlayacaktı. Bu stratejinin düşünsel arka planı Rusya’daki sovyet deneyimi ve Lenin’in politika teorisiydi (Yetiş, 1994: 146).

Komiteler içinde üretim alanına göre biraraya gelen işçiler, kendi aralarında yaptıkları tartışmalar ve bundan daha önemlisi siyasal önderlerin katılması ile ilerleyen karar alma süreçlerinde giderek radikalleşebilecekler ve sınıf bilincini geliştirerek kendi için sınıf haline gelebileceklerdir. Görüldüğü gibi, Gramsci fabrika konseylerine en büyük vurguyu yaptığı anlarda bile parti öğesini göz ardı etmemiştir. Parti ve onu oluşturan siyasal ve ideolojik önderlik, fabrika konseylerinde örgütlenen işçilere varolan teorik birikimi aktararak, gerekli yöntemsel ve ilkesel danışmanlığı sağlayarak ve gerektiğinde kritik karar aşamalarında inisiyatifi alarak yönlendirecektir. Fabrika konseyleri stratejisi, sağlam bir önderlik ve programa sahip olan parti öğesi olmadan gerçekleşemeyecek bir stratejidir. Dolayısıyla, Gramsci için, komiteler ne kadar vazgeçilmezse parti de o kadar vazgeçilmez bir öğedir.

Gramsci’ye göre, proletarya devrimi, sendikalar gibi sözleşmeye dayanan, kendi örgütlenmesi içinde kapitalizmin rekabetçi yapısını ve buna bağlı olarak sistemi yeniden

üreten sözleşmeye dayanan gönüllü örgütlerle başarılamazdı. Çünkü bunlar kapitalizmi ortadan kaldırma yeteneğine sahip değildi. Özellikle sendikalar, sermayenin egemen olduğu tarihsel dönemin sınıf örgütlenmeleri olarak, kapitalizmin yapısal ilişkileri içinde özel mülkiyet rejimine uygun işlevleri olan kurumlardı (Yetiş, 1994: 148). Fabrika komiteleri devrimci kendiliğindenliği nedeniyle sınıf savaşının bir aracı iken, sendika bürokratik yapılanması dolayısıyla sınıf savaşını önlemenin bir aracı haline gelebilmekteydi. Komiteler sömürülen kitlelerin başkaldırısını evrenselleştirmeyi amaçlarken, sendikanın etkinliği yasallığın süreklileştirilmesine yönelikti.

Klasik Marksist düşüncenin, işçi sınıfı hareketi ve sosyalist örgütlenme arasındaki ilişki üzerine geliştirdiği kuramsal çerçeve Gramsci ile sona ermektedir. Elbette ki bu kurama, Gramsci’den sonra da katkıda bulunan düşünürler olmuştur. Ancak bunlar, klasik çerçevenin dışında yer alan yaklaşımlar geliştirmiş oldukları için bu çalışmada ele alınmamışlardır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan sosyal demokrasi ile refah devleti uygulamalarının, işçi hareketi ve örgütleri üzerinde önemli etkileri olmuş ve bunlara yönelik tartışmalar geniş bir literatür oluşturmuştur. Bu çalışma, dönem olarak 1960 sonrasını kapsamakla birlikte, amacı klasik Marksist kuramın temel öncüllerinin hala geçerliliğini koruduğunu göstermek olduğu için, kuramsal çerçeve sadece klasik yaklaşımlarla sınırlı tutulmuştur.

Marksist kuramın işçi sınıfı hareketi ve sosyalist örgütlenme arasındaki ilişki konusuna getirdiği en önemli katkı siyasal mücadele ve partiye yaptığı vurgudur. İşçi sınıfı hareketinin başarıya ulaşmak için siyasal iktidarı kendi hesabına ele geçirmeyi hedeflemesi gerektiği düşüncesini ilk ortaya atan Marx, bunun ancak örgütlü ve siyasal mücadele ile yapılabileceğini savunmuştur. Onu izleyen Lenin ise, ekonomik mücadele ve siyasal

mücadele ayrımını ön plana çıkartarak siyasal mücadelenin ancak disiplinli bir örgütlenme çalışması yapan öncü parti yardımıyla başarılı olabileceğine dikkati çekmiştir. Çünkü işçi sınıfının bireyleri arasında bilincin eşit bir şekilde gelişmemesi, işçi hareketinin siyasal mücadeleye yönelmesini geciktirmektedir. Öncü örgütün en önemli görevi, işçilerin bilinçlenmesini ve örgütlenmesini sağlayarak hareketin gelişmesini desteklemektir.

Böylece Lenin, işçi hareketinin kendiliğinden gelişimi ve tepkisi ile iradi faktör adını verebileceğimiz öncü partinin eylemleri arasında bir ayrım yapmakta ve bu iki faktör arasındaki ilişkinin biçimlerini analiz etmektedir. Onun ulaştığı sonuç, iki faktör arasında diyalektik bir bağ kurulması gerektiğidir. Bu yolla, konjonktürel olarak faktörlerden biri ağırlık kazansa da, nihai toplamda biri uğruna diğerinin göz ardı edilmediği ve her iki faktörün de diğerinin deneyimlerinden yararlandığı bir ilişkinin oluşturulması mümkün olacaktır. Lenin için bu, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin bilinçli siyasal eyleme dönüştürülmesinin biricik yoludur.

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE 1968–71 DÖNEMİ SOSYALİST HAREKETLERİN İŞÇİ