• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE’DE 1968–71 DÖNEMİ SOSYALİST HAREKETLERİN İŞÇİ HAREKETİ İLE İLİŞKİSİ

C) Milli Demokratik Devrim (MDD) Akımı

Milli Demokratik Devrim akımı temel olarak TİP’in siyasal iktidar stratejisine karşı çıkan ve Mihri Belli’nin etrafında toplanan sosyalistlerin Yön sayfalarında başlattıkları ve Türk Solu dergisi ile devam ettirdikleri devrim stratejisi tartışmalarından doğdu.73 Belli ve onun izleyicileri kendilerini “Proleter Devrimciler” adıyla tanımlamakta, buna karşılık proleter bir devrimin değil milli demokratik devrim stratejisinin savunuculuğunu yapmaktaydılar. Proleter Devrimciler’e göre, Türkiye’nin en temel sorunları feodalizm ve emperyalizmden kaynaklanıyordu. Zaten, milli demokratik devrim kelimesinin açılımı anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleyi kapsamaktaydı: MDD’ciler milli kelimesinden emperyalizmden bağımsızlığı, demokrasiden ise feodalizmden kurtulup modern burjuva devlet yönetimine geçişi anlıyorlardı (Koçaş, 1977: 1944). MDD’nin en açık tarifini S.

Karaman yapmıştı: “Anti-emperyalist savaşla tam bağımsızlığa; işbirlikçi ve feodal düzene karşı savaşla da gerçek demokrasiye ulaşılacaktır. Her ikisi için yapılan devrimin adı Milli Demokratik Devrim’di(r)”74(Karaman, 1967: 52).

MDD tezinin savunucularından biri de, Belli’nin Proleter Devrimciler grubu içinde yer almayan ve 1950’lerin sonlarında kurduğu Vatan Partisi ile bağımsız bir çizgi izleyen Hikmet Kıvılcımlı idi. Kıvılcımlı, Türkiye’de demokratik devrim gerektiğini kabul etmekle birlikte sınıfsal sorunların gözardı edilmemesi gerektiğini hatırlatıyordu (Kıvılcımlı, 1965).

Türkiye’de kapitalizmin sanıldığı kadar azgelişmiş olmadığını savunan Kıvılcımlı,

73 Aslında MDD 1960’lı yıllarda MDD tezi, ilk olarak Doğan Avcıoğlu tarafından hatırlanmış ve savunulmuştu ancak Avcıoğlu’nun daha sonra milli askeri güçler tarafından yapılacak bir darbeyi ön plana çıkaran analizlere yönelmesi üzerine MDD tezine M. Belli sahip çıktı ve bu tez Belli ile özdeşleşti (Atılgan, 2007: 553).

74Proleter Devrimcilere göre, klasik sosyalist literatürde kullanılan “burjuva demokratik devrim” deyimi, günün şartlarına uygunluk göstermemektedir. Antifeodal ve antiemperyalist bir devrim için milli demokratik

özellikle finans kapitalin hakim olduğu bir yapı bulunduğunu iddia etmekteydi.75Ona göre, 1960’ların gözde sosyalizm düşünceleri bilerek ya da bilmeyerek sosyal sınıf temelini terk etmişler ve tüm konsantrasyonlarını üstyapının egemenliği anlamına gelen devletin ele geçirilmesine vermişlerdi (Kıvılcımlı, 1970). Türkiye kapitalizmi hakkında Belli ve 1960’ların diğer MDD’cilerinden farklı analizler yapan Kıvılcımlı, işçi sınıfının devrime öncülük edecek temel sınıf olduğu konusundaki ısrarı ile de onlardan ayrılmaktaydı.

1) Milli Demokratik Devrim Stratejisinin Sosyalizm Anlayışı

Milli demokratik devrim düşüncesi, aslında daha önce sözünü ettiğimiz gibi, aşamacı devrim modelinden kaynaklanmaktaydı (Çulhaoğlu, 2004: 190). Bu düşünce, ilk olarak TKP birinci sekreteri Zeki Baştımar tarafından Türkiye devrimi ile ilişkilendirilmişti.

Gelişmiş bir işçi sınıfına sahip olmayan, ulusal bağımsızlık mücadelesi veren üçüncü dünya ülkelerinde, uygulanması amaçlanan ulusal demokratik devrim tezi, aslında tüm ulusal güçleri işçi sınıfının politik önderliği altında birleştirmeyi amaçlayan kapsamlı bir stratejiydi (Gevgilili, 1987: 394). Bu strateji, tüm ezilen toplumsal kesimlerin işçi sınıfı öncülüğünde ittifak yapmasıyla oluşacak bir geniş cephenin kurulmasını gerektiriyordu.76

75 Kıvılcımlı Türkiye’de büyük burjuvazinin tekelci sermaye haline geldiğini ve uluslararası sermaye ile işbirliği içinde olduğunu ortaya koymuştu. MDD’cilerden farklı şekilde büyük bir ekonomik gücü elinde tutan finans kapitalin tefecilerle birlikte hareket ettiğini yani Türkiye’de feodal bir yapının değil, kapitalist ve prekapitalist öğelerin bir arada bulunduğu bir yapının hakim olduğunu savunuyordu. Prekapitalist öğe olan tefeci-bezirganlık, finans kapitalin ürettiği veya ithal ettiği ürünleri köylere pazarlayan, bu arada köylünün elindeki ürünü ucuza kapatarak tekelci sermayenin kentteki pazarlarına ileten sınıftı (Kıvılcımlı, 1969).

TİP’liler de aynı şeyi savunuyordu. K. Fişek’in şu satırları bu konuda TİP görüşünü özetlemektedir:

“Dünyada hiçbir biçimde saf kapitalizm olamayacağına göre, Türkiye’de görünen feodal kalıntılara bakıp da sosyalist mücadeleyi bırakarak anti-feodal mücadeleye kalkışmak yersizdir” (Fişek, 1969c: 8-9)

76Bu noktada TKP’nin savunduğu geniş cephe politikasının 1960’ların MDD ideologlarının savunduğu geniş cepheden farklı olduğunu belirtmek gereklidir. TKP anti-emperyalist bir demokratik cephe kurulmasını destekliyor ancak bu cephenin öncülüğünün işçi sınıfına ait olacağı noktasında kesinlikle taviz vermiyordu.

Dolayısıyla 1960’lı yıllarda TKP, temeli anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleye dayanan geniş cephe politikasına sahip çıkmakla birlikte, MDD’cilere değil, işçi sınıfı öncülüğü savunan TİP’e destek veriyordu.

Hatta bu konuda Belli ve MDD’cileri “küçük burjuva sahte devrimci görüşlerine” sahip olmakla eleştiriyordu (Saydan, 1968: 540).

Hareketin lideri M. Belli ve diğer MDD’ciler de, demokratik devrim tezini ve bu geniş cephe anlayışını benimsemişlerdi, ancak işçi sınıfının cephenin öncülüğü için yeteri derecede güçlü olmadığını düşünüyorlardı.77Onlar açısından geniş cephe, ulusal burjuvazi ile kurulacak ve öncülüğü milli asker – sivil aydın zümreye ait olan bir ittifak anlamına geliyordu. Bu anlayış, henüz yeterli bilinç ve örgütlülüğe sahip olmadığı gerekçesiyle işçi sınıfının cephenin öncülüğünü yapamayacağı düşüncesine dayanıyordu. Belli emperyalizm boyunduruğu altında iken “sosyalist Türkiye” sloganını atmanın rüya görmek olduğunu iddia ettiği bir yazısında, emperyalizme karşı savaşta bütün milli güçlerin bir cephede birleşmesi gerektiğini ve işçi sınıfının da bu cepheye ileride katılabileceğini dile getirmiş, böylece işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelede öncü güç değil cephenin unsurlarından biri olduğunu ortaya koymuştu (Belli, 1967a: 4-5). Hatta, işçi sınıfı katılımını ileri bir zamana bırakarak işçileri, burjuvazi tarafından biçimlendirilen bir stratejiye sonradan eklemlenen bir öğe olarak ele almaktaydı. MDD, aşamacı devrim tezini kabul etmekle birlikte Lenin’in kuramında temel öğelerden biri olan işçi sınıfı öncülüğünü koşulların akışına göre uygulanıp uygulanmayacağı belli olacak bir ilke olarak görüyordu.78

MDD’cilere göre, Türkiye’de öncelik arzeden mücadele anti-emperyalist mücadeleydi ve bu mücadele temelde vatanseverlerle vatanı satanlar arasında gerçekleşmekteydi (Belli, 1968c: 1; Aydınlık, 1969a: 418). Dolayısıyla, milli safta yeralanlar ile buna karşı olanlar arasında gerçekleşecek olan temel mücadelenin öncüleri

77“Gücü yeten çözümler, devrimde önderlik sorununu. Kim güçlü ise o hegemonyayı kurar. Böyle önderliğe talip olmakla olmaz bu iş, hepimiz isteriz ki, en devrimci sınıf önder olsun” (Belli, 1977: 69) diyen M. Belli, böylelikle işçi sınıfının değil ama en devrimci sınıfın yani o anda en bilinçli olan kesimlerin devrimde öncülük yapması gerektiği düşüncesini dile getirmektedir. “Denilebilir ki asker – sivil aydın zümre, gerek kök bakımından gerek genel durum bakımından içinde sayılması gerektiği küçük burjuvazinin en bilinçli kolunu teşkil etmektedir” (Belli, 1966b: 10-11).

78 “Emperyalizmin boyunduruğundan ve feodal kalıntılardan Türkiye’nin tamamen kurtulması, öncülüğü mücadele içinde kazanacak olan proletaryanın şehir ve köy küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi ile ittifakına dayanacaktır” (Belli, 1969: 3) diyen Belli, burada işçi sınıfı öncülüğünü vurgular görünse de, işçi sınıfının

de milli güçler olacaktı. Bu nedenle “(A)nti-emperyalist mücadele mi yoksa sınıf mücadelesi mi sorusu yanlış bir varsayımdan hareket eden temelsiz bir” soruydu ve

“(A)nti-emperyalist mücadele aynı zamanda sınıf mücadelesi”ydi. Çünkü, bu,

“Türkiye’nin ekonomisine hükmeden işbirlikçi sınıflara karşı mücadele” etmek anlamına geliyordu (Belli, 1968a: 2).

Türk Solu dergisinin 53. sayısına ek olarak verilen 32 sayfalık Milli Demokratik Devrim broşürü, bu akımın manifestosu niteliğini taşımaktaydı79 (Türk Solu, 1968b).

Broşürde, emperyalist dünya sistemi içinde Türkiye’nin sömürülen azgelişmiş bir tarım ülkesi olduğuna dikkat çekiliyordu. Bu nedenle, temel hedef “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” şeklinde sloganlaştırılıyordu. Türkiye şartlarında kurulacak bir sosyalist iktidarın ilk aşamadaki temel görevi ise, sosyalist devrimin değil, ülkenin bağımsızlığını gerçekleştirme ve feodal kalıntıları temizleme gibi demokratik devrimin gereklerini yerine getirmek olmalıydı.

Türkiye’nin, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmekte olduğu değil hala feodal üretim ilişkilerinin sürmekte olduğu bir ülke olduğunu düşüncesinden hareket eden MDD stratejisi, aynı zamanda ülkenin emperyalist sermayenin tahakkümü altında olduğunu ve bu şartlar altında gelişmesinin mümkün olmadığını savunuyordu. Bu durum MDD’nin iki hedefini ortaya koyuyordu. Demokratik hedef feodal ilişkilerin tasfiye edilmesini, milli hedef ise “yabancı ve işbirlikçi sermayenin ekonomi ve dolayısıyla politika üzerindeki

79İlk olarak 1968 Kasım’ında yayınlanan bu broşür, 1970 Nisan ayında ikinci defa basıldı. Bu iki basım arasında önemli farklılıklar vardı: İşçi sınıfının öncülüğü konusunun 1970 yılında önem kazanması ve sol içinde temel tartışma başlıklarından biri haline gelmesi MDD’cileri de etkilemiş, böylece akımın manifestosunda da yerini almıştır. İlk broşürde bu konuda bir eksiklik olduğu bu ikinci broşürde kabul edilmekte ve bu durum Şöyle açıklanmaktaydı: İlk broşürde, “proletaryanın en devrimci sınıf olarak devrimci çizgiyi sonuna kadar izlemesinin ve tarihi gelişmeye kendi damgasını vurmasının kaçınılmaz olduğuna işaret edilmekle yetinilmişti. Türk Solu dergisi hiç değilse broşürün yayınlandığı tarihte bir cephe dergisi niteliği taşıdığından, dergiyi ilzam eden imzasız bir yazıda devrimde hegemonya konusunun cephenin unsurlarından birinin açısından konması doğru bulunmamıştı. Burada devrimde hegemonya konusu üzerinde biraz daha ayrıntılı durulmuştur” (Türk Solu, 1970: 21).

tahakkümüne son” verilmesini içermekteydi (Belli, 1970: 220). Bu anlamda, Türkiye henüz milli demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkeydi. Kurtuluş Savaşı sonrası Kemalist kadro tarafından başlatılan devrim milli demokratik devrimin gereklerini yerine getirmeye başlamış, ancak bu girişim daha sonra karşı devrim tarafından kesintiye uğratılmıştı (Aydınlık, 1969a: 419).

Belli, Kemalizmi demokratik devrim yolunda atılmış halkçı bir ilk adım olarak değerlendiriyordu. Bu nedenle, Belli’ye göre, Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktu. Atatürk’ün Türk gençliğine aşılamaya çalıştığı milli gurur milleti sosyalizme götürecek olan yoldu (Belli, 1970: 96).80 Belli 1923-1938 yılları arasındaki dönemi devrimci bir dönem olarak görmekte ve Kemalist iktidarın bir devrimci diktatörlük olduğunu düşünmekteydi (Belli, 1970: 40-41). Öyle ki, Belli’ye göre, 1937’de Atatürk hayattayken objektif şartlar açısından Türkiye sosyalizme 1960’larda olduğundan çok daha yakındı. 1937’de sosyalizm şiarını atmak için objektif şartlar açısından gerekçeler vardı.

Ancak, 1946’dan sonra yaşanan karşı devrim, Türkiye’yi sosyalist devrimden uzaklaştırmıştı81 (Belli, 1970). Bu nedenle, 60’lı yıllarda, ülkemiz, sosyalizm şiarını atabilecek noktadan oldukça uzak bir yerde bulunmaktaydı (Çayan, 1970).

MDD hareketi, sosyalist aydınlar ve özellikle de gençlik arasında yoğun ilgi ve destek görmüştü. Özellikle de, TİP’in pasifizminden rahatsız olan sosyalist gençler hızlı bir şekilde MDD düşüncesini benimsedi. Yön dergisi sayfalarında başlayan MDD hareketi, bu

80M. Belli’nin milli gururun sosyalizme götürdüğü iddiasını H. Kıvılcımlı esprili bir dille eleştirmişti. Milli gururun faşizme de götürebileceği uyarısını dile getiren Kıvılcımlı şöyle yazmıştı: “…Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur. Bu duvar nedir? ‘Belli’ değil. Yahut ‘Belli’dir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. Faşizme de götürmez mi? Gene: ‘Belli’.” (Kıvılcımlı, 1970: 149)

81Milli Mücadele’de ve onu izleyen devrimci hegemonyayı elinde tutan küçük burjuva kökenli asker – sivil aydın zümre, “emperyalizmin iktisadi tahakküm ve sömürüsünün kökünü kazıma”mış ve “emperyalizmin dayanaklarından biri olan feodal mütegallibeye karşı mücadele daha çok ideolojik alanda tutulmuş”tu.

Dolayısıyla tamamen ortadan kaldırılmayan bu karşı devrimci güçler, fırsat buldukları anda eski konumlarını

akımın savunucuları tarafından 1967 Kasım ayında Türk Solu dergisinin kurulması ile bir odağa kavuşmuştu. İkinci bir odak da 1968 Aralık ayında Aydınlık Sosyalist Dergi’nin (ASD) kurulmasıyla ortaya çıktı. Fakat, MDD hareketi de, tıpkı TİP gibi homojen bir hareket olarak kalamadı. MDD asıl güçlendiği dönem olan 1968 yılından bir yıl sonra bölünme işaretleri vermeye başlamıştı. Aydınlık’ın kurulmasından bir süre sonra farklı görüşler dile getiren ve MDD içindeki gençlik liderlerini anarşist olmakla suçlayan bir kısım üye yayın kurulundan uzaklaştırılmıştı. Bu süreç ayrılan grubun 1970 yılının ilk aylarında Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergisini çıkartmaya başlamasıyla sonlandı.

Aydınlık MDD çizgisini koruyarak Dev-Genç içinde etkili olmayı sürdürürken, Proleter Devrimci Aydınlık Mao Zedung’un düşüncelerini benimsediğini ve Çin Devrimi yanlısı olduğunu açıklamaktaydı.

PDA çizgisi, ASD’cileri revizyonist ve küçük burjuva devrimcileri olmakla suçluyordu. Fakat, aslında, onları birbirinden ayıran asıl nokta, PDA’nın Çin Devrimi’ne bağlılığı ile SSCB’yi ve onun politikalarını savunanları “sosyal emperyalist” ilan etmesiydi. PDA’cılar temel çelişkiyi, ezilen halklarla sosyal olsun kapitalist olsun emperyalizm arasında görüyorlardı. Bunun dışındaki konularda, MDD çizgisi82 ile aralarında önemli farklılıklar bulunmuyordu. Küçük burjuvazinin devrimdeki rolü, işçi sınıfının öncülüğünün zamanla gerçekleşecek olması, devrimin demokratik niteliğinin öne çıkarılması gibi konularda ASD’den farklı bir görüş geliştirmemişlerdi. MDD’ciler için

82 Aslında PDA’cılar açık bir şekilde Aydınlık yani MDD çizgisine sahip çıkıyorlardı. Hatta Aydınlık Sosyalist Dergisi’nin kendi eserleri olduğunu savunuyorlardı. Ancak, zamanla, ASD’nin ideolojik birliği bozulmuş, dolayısıyla MDD hareketi TİP’e karşı olma temelinde bir araya gelen ve birbirine zıt tezleri savunan ilkesiz bir birlik haline gelmişti. Bu durumu teşhis eden PDA’cılar bu gruptan ayrılarak yeni bir dergi çıkartmalarının nedenin de MDD tezini doğru bir şekilde ortaya koymak olduğunu iddia ediyorlardı.

“Proleter Devrimci Aydınlık’ın politik çizgisi, esas olarak ‘Aydınlık’ta Dünya ve Türkiye’ başlığı altında çıkan yazılarda çizilen politik çizgidir” (PDA, 1970a: 10) diyerek gerçek Aydınlık çizgisinin kendileri olduğunu ilan etmişlerdi. Dolayısıyla, PDA’nın ortaya çıkışı, ideolojik bir ayrılık nedeniyle değil, savunulan ideolojik çizgiyi belirginleştirmek isteği nedeniyle olmuştu.

olduğu gibi PDA’cılar için de emperyalizme karşı savaşım işçi sınıfının tekelinde olamazdı (PDA, 1970b: 241-245). Diğer milli ve devrimci sınıflar da bu mücadeleye katılacaklardı.

Dolayısıyla, PDA’cılar da, tıpkı MDD’ciler gibi, emperyalizm, işbirlikçi burjuvazi ve feodalite ile çıkarları çelişen bütün sınıfların tek bir cephe oluşturmaları gerektiğini savunuyorlardı (Perinçek, 1969b11-15; PDA, 1970a: 10-11). Hatta, Perinçek, emekçi kitlelerin gerçek partisinin “milli kurtuluş cephesi” olduğunu ve bu partinin komutanının da Mustafa Kemal olduğunu iddia ediyordu (Perinçek, 1969c).

PDA’cılar işçi sınıfı öncülüğü konusunda da MDD’cilerden farklı bir noktada değillerdi; buna rağmen, söylemsel düzeyde MDD hareketini işçi sınıf öncülüğünü ikinci plana itmekle ve küçük burjuvazi kuyrukçuluğu yapmakla suçluyorlardı (PDA, 1970a: 10-11). MDD’cilere karşı, Türkiye’de işçi sınıfının en az yüzyıllık bir tarihi olduğunu savunan PDA yazarları, öncülük konusunda uzun uzadıya açıklamalar getirdikten sonra aslında MDD yazarlarından hiç de farklı olmayan bir noktaya varıyorlardı. İşçi sınıfının uzun geçmişi ne yazık ki bu sınıfın iktisadi mücadele sınırlarını aşacak bir bilinçliliğe ulaşmasını sağlamamıştı. Bu nedenle, mevcut şartlar altında, işçi sınıfının milli demokratik mücadelenin öncüsü olduğu iddia edilemezdi.83 Proleter devrimcilerin yapması gereken işçi sınıfının öncü haline gelebilmesi için gerekli çalışmaları yapmaktı (PDA, 1970b: 248-252).

PDA’cılar, MDD’nin geniş cephe stratejisine katılmakla birlikte, temel ittifakın işçi köylü ittifakı olduğunu savunuyorlardı (PDA, 1970d). Bu ittifak esas olarak işçi sınıf, tarım proletaryası, yoksul ve orta köylülük arasında gerçekleşecekti. İşçi sınıfının baş

83 Bu görüş şu sözlerle desteklenmeye çalışılmıştı: “Her kim bugünkü şartlar altında, işçi sınıfının öncü olduğunu savunuyorsa, her kim proleter devrimcilerinin çeşitli mücadelelerde ön safta dövüşmesine bakarak işçi sınıfının bugün devrimde öncü olduğunu iddia ediyorsa, o, gerçekte tıpkı Aybar – Aren oportünizminin yaptığı gibi, işçi sınıfının öncülüğünün gerçekleştirilmesi için verilmesi gerekli mücadeleyi hasıraltı etmeye

müttefikinin köylülük olarak belirlenme nedeni Türkiye’de köylülerin sayısal olarak sahip olduğu ağırlıktı. Sömürü altındaki kesimler arasında en büyük çoğunluğu köylülük oluşturduğu için, bu sömürüye karşı savaş verecek temel kesim de köylülük olarak görülüyordu. Böylece, PDA’cılar, işçi sınıfının öncülüğü konusunu her fırsatta vurgular ve öne çıkartır görünürken, aslında mücadelede temel görevi köylülüğe yüklüyor ve asıl devrimci mücadelenin bu kesim arasında çıkacağına inanıyorlardı. Bu noktada, geniş köylü kitlelerini mücadeleye kazanmak için ne yapmak gerektiği konusuna kafa yormaya başlayan PDA’cılar, giderek hem teorik hem de pratik olarak enerjilerinin tümünü köylülere yönelttiler. Böylece, köylülüğü harekete geçirmeye dayanan bir strateji geliştirdiler.

Özellikle, Güneydoğuda ortakçı ve yarıcı köylü kitlelerini sömürüden kurtarmayı ve onları toprak sahibi yapmayı devrimin öncelikli hedefleri arasında ilan eden PDA yazarları, böylelikle köylerde başlayacak halk hareketinin kentleri kuşatmasına dayanan bir strateji geliştirdiler. Kırlarda başlayan halk savaşı yoluyla iktidarın ele geçirilmesini amaçlayan bu stratejiyi Mao’nun görüşleriyle birleştiren PDA’cılar, böylece esas çalışma alanı olarak işçilerin bulunduğu fabrikaları değil köylülerin bulunduğu kırsal alanları belirlediler.

Dolayısıyla, bu stratejinin benimsenmesi PDA’cıların pratik düzeyde işçi sınıfından tamamen kopmasına sebep oldu. Teoride önceliği işçi sınıfına verir görünen PDA hareketi, pratik açısından benimsedikleri kırlardan başlayan halk savaşı stratejisi nedeniyle köylülüğe yönelmişlerdi.

Kırmızı Aydınlık (ASD) – Beyaz Aydınlık (PDA) bölünmesi olarak bilinen bölünme, MDD içindeki tek bölünme olarak kalmadı. MDD’nin başlattığı strateji tartışması, devrimin yöntemi ve biçimi konusunda yeni tartışmaları gündeme taşıdı. Dünya zaten yeni

devrim teorileri ile çalkalanıyor, Latin Amerika ve Çin başta olmak üzere devrimler birbirini izliyordu. Bu devrimleri heyecanla takip eden MDD’nin Dev-Genç içinde örgütlü olan kadroları, onların etkisiyle hem daha radikal mücadele biçimlerine yöneldiler hem de Türkiye devrimine model arayış süreçlerini dünya çapında ortaya çıkan farklı devrim modellerini benimseyerek tamamladılar. Böylece 1970 sonrası Che’ci, Mao’cu, Debray’cı devrimciler haline gelen Dev-Genç’liler, MDD hareketinden giderek koptular.

Benimsedikleri devrim modeline göre birbirinden ayrılan yeni küçük örgütler oluşturan sosyalist gençler, bundan sonra silahlı mücadeleye yöneldiler.84 Nitekim, M. Belli’ye en yakın kişilerden biri olan Mahir Çayan da kendi grubuyla birlikte ayrılarak farklı bir örgütlenme içine girdi.85

Öte yandan, 1969 sonrası işçi sınıfının giderek artan eylemliliği ve fabrika işgalleri gibi radikal eylem biçimlerinin yaygınlık kazanması, işçi sınıfının tüm sosyalist grupların gündemine hızlı bir şekilde girmesini sağlamıştı. Böyle bir ortamda Emek dergisi çevresinin işçi sınıfı ve onun öncülüğünü vurgulayan yazıları, diğer gruplarda da işçi sınıfına yöneliş ihtiyacını arttırıyordu. Ayrıca, kimi gruplar, eylemci işçileri kazanmak için çalışmalarını bu işçiler üzerinde yoğunlaştırmaya başlamışlardı. Ancak, bunlardan hiçbirisi TİP’in 1969 sonrası ortaya koyduğu işçi sınıfının öncülüğünü ve onun siyasal örgütlenmesini öne çıkaran çerçeveye sahip değildi. TİP dışındaki sosyalist grupların işçi sınıfına yaklaşımları, oldukça pragmatist bir şekilde yükselen bir hareketi kendi taraflarına kazanmak güdüsüyle şekillenmişti.

84Y. Akkaya, Türkiye’de silahlı hareketleri benimseyen örgütlerin tümünün MDD tezini savunan taraftan çıktığına, sosyalist devrim tezini savunanların ise yeni örgütler yaratmak konusunda bu derece bereketli olmadıklarına dikkat çekmektedir (Akkaya, 2007: 801). Bu durumun işçi sınıfına verilen önem ve biçilen değerin bir göstergesi olduğunu belirten Akkaya’ya katılmamak mümkün değil.

85Mahir Çayan’ın grubu daha sonra THKP_C adını alacaktı. Bu bölümün giriş kısmında da belirtildiği gibi,

MDD stratejisi, Lenin’in sosyalist hareketle işçi sınıfı ilişkisini incelerken işaret ettiği iki tehlikeden birine düşmektedir. Birinci bölümde ele aldığımız bu iki tehlikeden ilki, işçi sınıfı hareketinin sosyalist hareketle bir örgütlülük ilişkisi kuramadığı ve ekonomist çerçevenin dışına çıkamadığı uğrağı temsil etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Lenin’e göre, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin sosyalist bir siyasal partinin öncülüğü olmadan başarıya ulaşması ve bu başarıyı devamlı kılması mümkün değildir. İkinci tehlike ise, sosyalist hareketin işçi sınıfı ile örgütsel ilişkiyi ihmal etmesi ve kendi bilinçli eylemini ön plana alarak, yeterli siyasal bilince sahip olmayan işçi sınıfının kendisini takip edeceğini varsayması hatasıdır. Sosyalistlerin işçi sınıfı hareketini desteklemek yerine kendi eylemlerini işçi sınıfı hareketinin yerine ikame ettiği bu uğrak ikamecilik adıyla bilinmektedir. Bu tehlike, Lenin’e göre, sınıf hareketinin ulaştığı

MDD stratejisi, Lenin’in sosyalist hareketle işçi sınıfı ilişkisini incelerken işaret ettiği iki tehlikeden birine düşmektedir. Birinci bölümde ele aldığımız bu iki tehlikeden ilki, işçi sınıfı hareketinin sosyalist hareketle bir örgütlülük ilişkisi kuramadığı ve ekonomist çerçevenin dışına çıkamadığı uğrağı temsil etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Lenin’e göre, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin sosyalist bir siyasal partinin öncülüğü olmadan başarıya ulaşması ve bu başarıyı devamlı kılması mümkün değildir. İkinci tehlike ise, sosyalist hareketin işçi sınıfı ile örgütsel ilişkiyi ihmal etmesi ve kendi bilinçli eylemini ön plana alarak, yeterli siyasal bilince sahip olmayan işçi sınıfının kendisini takip edeceğini varsayması hatasıdır. Sosyalistlerin işçi sınıfı hareketini desteklemek yerine kendi eylemlerini işçi sınıfı hareketinin yerine ikame ettiği bu uğrak ikamecilik adıyla bilinmektedir. Bu tehlike, Lenin’e göre, sınıf hareketinin ulaştığı