• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE’DE 1968–71 DÖNEMİ SOSYALİST HAREKETLERİN İŞÇİ HAREKETİ İLE İLİŞKİSİ

A) Dünya Siyasal Konjonktüründe Toplumsal Muhalefet ve Sol

II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalizm bir istikrar ve büyüme dönemine girmiş, ancak 1960’lı yılların sonuna doğru bu istikrar bozulmaya başlamıştı. 1960’lı yıllar özellikle de 1968 sonrası dönem, kapitalist gelişmenin fordist aşamasının sona yaklaştığı bir dönemdi (Hirsch, 2004: 188). II. Dünya Savaşı’ndan bu yana uygulanan Keynesci para politikaları ve refah devleti uygulamalarının neden olduğu yüksek kamu harcamaları bütçe açıklarına yol açmakta, kâr oranları düşmeye başlayan sermaye ise devletin ürettiği hizmetleri kendine yeni kâr alanları yaratacak hedefler olarak belirlemekteydi. Nitekim, krizin 1970’lerde derinleşmesi üzerine, çözüm devlet işletmelerinin özelleştirme yoluyla sermayeye devrinde bulunacak ve refah devletinin iç talebi desteklemeye yönelik politikaları krizden sorumlu tutularak tamamen terkedilecekti. Talebi destekleyen Keynesçi para politikası ile bunun yarattığı korporatist yapı da 1970’lerden itibaren bir yana bırakılmaya başlanacaktı.

Yine de, 1960’lar hala fordist birikim rejiminin geçerli olduğu ve buna bağlı olarak korporatist siyasal yapının hakim olduğu yıllardı. Bu dönemin belirleyici özelliği, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve nispi artı değer üretiminin artışıydı (Hirsch, 2004: 176).

Fordist birikim rejimi bilindiği gibi, dayanıklı tüketim mallarının kitlesel üretimine, göreli olarak yüksek ücretlere, emeğin yeniden üretilmesine ilişkin yönetsel düzenlemeleri de içeren devlet müdahalesine dayanmaktaydı. Bu dönemde, sosyal refahın artışına paralel olarak, hem işçi sınıfının yaşam standartları hem de sendikaların gücü anlamlı bir şekilde gelişmekteydi. Ancak, sendikaların bu gücü, benimsedikleri korporatist anlayışla dengelenmekteydi. Bu dönemin sendikaları, kitleleri sistemle uyumlu hale getirerek sınıf çatışmasını kontrol etmeye dönük bir işlev görüyorlardı. Dolayısıyla, bu dönemde,

kapitalist dünyadaki işçi hareketleri de sendikaların çizgisini koruyarak ekonomik mücadele sınırlarını zorlamayan bir çerçeve içinde kalıyorlardı.

1960’lar, siyasal olarak kapitalist ve sosyalist dünya arasındaki Soğuk Savaşın yer yer yoğunlaştığı dönemlerden biriydi. Kapitalist dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü hala ABD idi, ama hem kendisinin hem de uluslararası mali sistemin temel birimi olan doların hegemonyası giderek zayıflıyordu. Bununla bağlantılı olarak, doların altına konvertibilite edilebilmesine dayanan dünya para sistemi de bozulmanın işaretlerini vermeye başlamıştı4(Hobsbawm, 1996: 331). ABD’nin Vietnam’da sürdürdüğü savaşın ve uyguladığı sosyal refah programının büyük açıklarlarla finanse ediliyor olması, uluslararası piyasalarda doların güvenilirliğinin zayıflamasına neden oluyordu. Bu durum, uluslararası mali sistemin istikrarını tehlikeye sokarken, üretkenlik düşüşüyle boğuşan kapitalist ülkeleri de yavaş yavaş ekonomik krize sürüklemeye başlıyordu (Çavdar, 1969: 6).

1960’lı yılların sonunda krizin işaretlerini vermeye başlayan kapitalist ekonomiler bir yandan da toplumsal muhalefet hareketlerinin yükselişiyle başetmek zorunda kalmıştı. Bu toplumsal muhalefet, 19. yüzyılınkinden daha farklı, yeni bir biçim ve içeriğe sahipti.

Muhalif düşünür ve hareketler, hem birer tüketim toplumu olan Batı’nın sanayi demokrasilerini hem de Doğu’nun bürokratik sistemlerini eleştiriyorlardı (Lavabre ve Rey, 1998: 25). Böylece, ister kapitalist olsun ister sosyalist, her tür iktidar biçimini yabancılaştırıcı mekanizmalar oldukları iddiasıyla reddediyorlardı. İktidarın eninde sonunda yabancılaştırıcı bir güç olduğu düşüncesini savunan bu yeni hareketler, iktidarın ele geçirilmesi yoluyla toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlayan geleneksel

4 Savaş sonrasından 1960’lara kadar uluslararası ödemeler sisteminin istikrarı, doların konvertibilitesine bağlıydı. Ancak 1968’de küçülmeye başlayan ABD’nin altın havuzları, doların konvertibilitesine de facto son verdi. Nitekim uluslararası mali sistem 1971’de çökünce bu uygulamadan tamamen vazgeçildi. Bu anlamda 1960’larda kimi ülkelerde başlayan emek üretkenliği ile ilgili sorunlar, krizin ilk sinyalleriydi (Hobsbawm,

Marksist toplumsal dönüşüm stratejisini de dışlıyorlardı. Eski toplumsal hareketleri benimsedikleri bu strateji nedeniyle eleştiren ’68 hareketi, sokak gösterileri, oturma eylemleri, fabrika ve üniversite işgalleri ile yoğun şekilde afiş ve poster kullanımı gibi yeni protesto biçimleri geliştirmişti. Üçüncü dünya ülkelerinin durumu ile yakından ilgilenen ve Soğuk Savaşın sorumlusu olan ülkelerin politikalarını sorgulayan bu muhalefet, en önemli eleştirisini ise emperyalizme yöneltmekteydi.

Yeni muhalefetin eleştirisi, özellikle de Herbert Marcuse tarafından temsil edilen

“yeni sol” adı verilen akımın ileri sürdüğü düşüncelerle çakışmaktaydı. Marcuse, modern insanın hem Doğu’da hem de Batı’da büyük bir yabancılaşma ve atomizasyon içinde olduğunu savunmaktaydı (Marcuse, 1990). Marx, Hegel ve Freud’un teorilerini eklemleyerek yaptığı kapitalizm ve tüketim kültürü eleştirisi ile bu yabancılaşmanın Batı’da psikolojik yöntemlerle ve aklın ele geçirilmesi yoluyla işlediğini ortaya koyuyordu.

Doğu’da ise, bürokratik yapı, tüketim toplumunun işlevini yerine getirerek “tek boyutlu”

insan ve toplumların yaratılmasını sağlamaktaydı. Benzer şekilde Guy Debord da, Gösteri Toplumu (1996) adlı eserinde, kapitalist toplumda insanların bireyselliklerini kaybederek pazardaki metalar gibi dolaşıma girdikleri eleştirisini dillendirmekteydi.

Yeni sol, varolan sosyalist ve komünist partilere ve onların Marksizm anlayışlarına da karşı çıkıyordu. Hatta genel anlamda Marksizmin resmi yorumlarını otoriterlikle suçluyor ve buna karşı özgürlük temasını öne çıkartıyordu. Marcuse’nin de içinde bulunduğu yeni sol düşüncenin temel eleştirilerinden biri de, modern dünyada işçi sınıfının bir sınıf olarak sisteme uyum sağladığı ve sayıca azaldığı, bu nedenle de toplumsal muhalefetin öğrenciler gibi yeni aktörlere ihtiyacı olduğu yönündeydi. Marcuse, düzenle çatışan siyahları, etnik azınlıkları ve öğrencileri “yeni proleterya” olarak selamlıyordu

(Marcuse, 1998). Ancak yeni ortaya çıktığı iddia edilen bu muhalif hareketler, bütünlüklü bir siyasal program geliştiremedi ve toplumsal heyecanın yatışmasından sonra siyasetten geri çekildiler. Dolayısıyla, öğrenci hareketi ve diğer toplumsal kesimler, işçi sınıfının yerine aday gösterildikleri toplumsal mücadele arenasında süreklilik sağlayamadılar.

Aslında, yeni sol düşünürlerin, endüstriyel işçi sınıfının küçülmekte olduğu tezi, istatistiksel olarak da yanlıştı (Hobsbawm, 1996: 351). 1960’larda, gelişmiş ülkelerde, özellikle ABD’de, imalat sanayi alanında istihdam edilen işçi oranının azaldığı doğruydu, ancak küresel ölçekte sanayide istihdam edilen insan sayısı artmaktaydı. Bunun sebebi, hızlı sanayileşen Doğu Avrupa ülkelerinde ve sanayileşme sürecine yeni başlayan Brezilya, Kore, Meksika ve Hindistan gibi üçüncü dünya ülkelerinde proleterleşmenin hızlanmasıydı.

1960’larda dünyadaki sosyalizm uygulamaları da birbirinden farklılaşmış, özellikle ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkelerde yeni devrim teorileri ortaya atılmıştı.

1960’larda Latin Amerika ve üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleşen mücadeleler sosyalist devrime inananların umudu haline gelmiş ve bu ülkelerin deneyimlerinden çıkarılan stratejiler tartışılmaya başlanmıştı. Yeni sol anlayışların tersine, sosyalizmin uygulanması ve devrim konusundaki bu tartışmalar, Türkiye soluna büyük bir yoğunlukla yansımıştı.

Soğuk Savaş döneminin sonlarına yaklaşıldığı 1960’lı yıllar, daha önce de belirttiğimiz gibi, üçüncü dünya ülkelerinin sömürgeci yönetimlerden kurtularak ulusal bağımsızlıklarını kazanma süreçlerini neredeyse tamamladıkları bir dönemdi. Özelikle de bu onyılın son yarısı, Latin Amerika ve üçüncü dünya ülkeleri açısından devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişi ile karakterize edilmektedir. 1945’den bu yana üçüncü dünyanın bir çok ülkesinde verilen devrimci mücadelelerin çoğu, gerilla savaşı yoluyla

gerçekleştirilmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Küba, Vietnam, Laos, Cezayir, Fas gibi ülkelerde gerçekleşen gerilla savaşlarının sayısı otuz ikiyi buluyordu (Hobsbawm, 1996:

503). Gerilla mücadelelerinin yoğunluğu ve sağladığı kimi başarılar, gerillalar üzerine geliştirilen stratejilerin hızlı bir şekilde solun gündemine girmesine neden oldu.

Özellikle Fidel Castro ve Che Guavera önderliğinde gerçekleşen Küba devrimi ile Vietnam’da Ho Chi-minh önderliğinde gerçekleşen direniş, kır gerillası üzerine stratejiler5 üretilmesine zemin hazırladı. Buradan hareketle R. Debray da partiyi dışlayan ve küçük silahlı gruplara dayalı mücadeleyi savunan “fokoculuk” (Debray, 1967) olarak adlandırılan stratejiyi ortaya atmıştı. Bu stratejide, gerilla eylemine, devrimi başlatacak küçük motor görevi yüklenmekte ve işçi sınıfı ile diğer sınıfların gerillalar tarafından başlatılacak harekete katılıp destek vereceği öngörülmekteydi. Kolombiya, Venezüella ve Bolivya’daki muhalif hareketler, buradan yola çıkarak “foko” stratejisini benimsediler ve geliştirdiler (Lavabre ve Rey, 1998: 44).

İşçi sınıfı içinde örgütlenmeyi ve sınıf hareketi ile organik ilişkiler kurmayı ikinci plana iten bu stratejinin başarısı oldukça sınırlı kalmasına rağmen, 1960’larda gerilla savaşı başlıca devrimci mücadele biçimi olarak görülmeye başlandı. Bu mücadele anlayışı Türkiye dahil pek çok üçüncü dünya ülkesinin özellikle genç kuşak solcuları üzerinde derin etkiler yapıyordu. Gerilla stratejisi tartışması gelişmiş ülkeler soluna da sirayet etmişti. Paris, Tokyo ve ABD’de 1968’in göstericileri Che, Ho Chi-minh ve Castro’nun posterlerini taşıyor ve kendilerini “barışçı gerillalar” olarak tanımlıyorlardı. Ayrıca, gerilla stratejisi kırsal alanla sınırlı kalmayarak kentlere de yayıldı. Brezilya ve Meksika’nın dahil

5Debray’in yanında Carlos Mariguella da gerilla strateji ve taktikleri üzerine yazıyordu. Latin Amerika’da pek çok ülke bu stratejileri izliyordu. Bu stratejiler bir yandan da daha geniş kuramsal analizlerin parçası haline gelmişti. Merkezdeki gelişmiş ülkeler tarafından sömürülen çevre ülkelerindeki kurtuluş mücadeleleri yoluyla dünyanın özgürleşeceği düşüncesine dayalı “Üçüncü Dünyacılık” kuramı bu dönemde yaygınlaşmıştı (Hobsbawm, 1996: 509).

olduğu kimi ülkelerde, 1960’ların sonu, kent çatışmalarına sahne oluyordu. Bu bağlamda, Çin lideri Mao tarafından ortaya atılan kentlerin kırlardan başlayarak kuşatılmasına dayalı

“halk savaşı stratejisi” de, gerilla mücadelesi anlayışı ile birlikte kabul görüyordu.

Öte yandan, 1960’larda SBKP’nin, dünya sosyalist hareketi üstündeki ideolojik hegemonyası devam etmekteydi. Bu ideolojik hegemonya, SBKP’nin Türkiye gibi az gelişmiş ülke sosyalistlerine, “kapitalist olmayan gelişme” stratejisini empoze etmesine imkân tanıyordu. Sovyet Bloku’nda yeralan ülkelerin komünist partileri, Sovyetlerin Avrupa’da barış içinde bir arada yaşama politikası gereğince, ulusal bağımsızlık mücadelesi içindeki üçüncü dünya ülkelerinin parlamenter yoldan mücadelelerini destekleme kararı almışlardı. Bu durum, üçüncü dünya devletlerinin önüne kapitalist olmayan ama sosyalizmi de daha sonraya bırakan bir milli devrim hedefinin konması anlamına gelmekteydi. Nitekim, 1965 yılında Moskova’da toplanan Avrupa komünist partilerinin liderleri, bu politikayı resmi olarak benimsemişlerdi6 (Sayılgan, 1976: 414).

Kapitalist olmayan gelişme stratejisi, az gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının hem niceliksel hem de niteliksel gelişmemişliğinin, sosyalist devrime imkân vermediği varsayımından hareket ediyordu. Bu çerçevede, işçi sınıfının diğer sınıflarla ittifak yaparak bir geniş cephe oluşturması ve bu cephenin sosyalist devrimden önce ulusal bağımsızlığı da içeren demokratik devrimi gerçekleştirmesi gerektiği düşüncesi savunuluyordu. Bu strateji Türkiye sosyalistleri üzerinde de oldukça etkili olmuş ve benimsenmişti. 1960’larda Türkiye’de MDD akımı ile temsil edilen bu strateji, özelikle eski TKP kökenliler tarafından tamamen benimseniyor ve genç kuşaklara aktarılıyordu. TİP ise, MDD’ye karşı sosyalist devrimi savunur görünmekle birlikte sosyalizm mücadelesinin anti-emperyalist

6Kapitalist olmayan gelişme stratejisi, 1960 yılında Moskova’da 81 ülkenin komünist partisinin katılımıyla

bağımsızlık mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceğini söyleyerek ve kapitalist olmayan kalkınma anlayışına programında yer vererek, aslında, SBKP anlayışına pek de uzak bir noktada durmamıştı.

’68 hareketinin getirdiği özgürlük rüzgarı Sovyet Bloku’nda yer alan ülkeleri de etkilemişti. Bu etkinin en derin hissedildiği ülke olan Çekoslovakya’da Komünist Parti başkanlığına gelen Dubçek’in özgürleşmeyi içeren bir reform projesini uygulamaya koyması, başta aydınlar ve öğrenciler olmak üzere halk tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Ancak merkezi Prag olan bu özgürleşme hareketi, sosyalist sistemin sorgulanması noktasına dayanınca Sovyetler Birliği’nin dikkatlerini üzerine çekti. Sonunda

“Prag Baharı”nın diğer Doğu Bloku ülkelerine yayılmasından endişe eden Sovyetler, Varşova Paktı’na bağlı birlikler eşliğinde Çekoslovakya’ya müdahale etti. Bu müdahale, Sovyetler tarafından Çekoslovakya KP’nin karşı devrimcilerin eline geçmiş olması ile açıklandı. Ama bu açıklama, olayın tüm dünyada büyük bir yankı uyandırmasını engelleyemedi. 1960’ların sonunda dünya ve Türkiye solunda en çok tartışılan ve kimi bölünmelerin sebebi olan konulardan biri Sovyetler’in Çekoslovakya’ya müdahalesiydi.

1960’lar solunun önemli gündem maddelerinden bir diğeri de Çin’de başlayan Kültür Devrimi’ydi.7 1960 sonrası Sovyetler’den farklı bir sosyalizm çizgisi benimseyen Çin komünistleri, kapitalist olmayan gelişme stratejisini ve sosyalizme barışçı yoldan geçişi savunan Sovyet KP’yi revizyonistlikle suçlamaktaydı. Çin lideri Mao Zedung kentlerin kırlar ve merkez ülkelerin çevre tarafından kuşatılacağı halk savaşı stratejisini

7 1966’da Çin’de bir üniversitede başlatılan Kültür Devrimi, bir eleştiri hareketi olarak ortaya çıktı.

Öğrencilerin ve kızıl muhafızlar olarak anılan silahlı grupların sahip çıktığı Kültür Devrimi, Çin’de SSCB’de olduğu gibi bir yönetici sınıf oluşmasını engellemek amacını taşıyordu. Kültür Devrimi’nin temel eleştirileri, sosyalizmin bürokratikleşmesi, kafa ve kol emeğinin birbirinden ayrılması, bireyciliğin reddi gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktaydı (Lavabre ve Rey, 1998: 52). 1968 yılında Mao’nun kontrolü altına giren bu hareket, Batı’da da büyük ilgi ile karşılanmıştı.

savunuyordu. Bu strateji de, gerilla savaşı stratejisine benzer bir yaklaşımdan kaynaklanıyor ve üçüncü dünya solcuları arasında aynı şekilde ilgi görüyordu.