• Sonuç bulunamadı

1.4. TANZİMAT’TAN BUGÜNE NESİR TÜRLERİNDE DİN UNSURU

1.4.4. Gezi Yazısı-Anı-Deneme

Tanzimat’tan günümüze nesir türünde o kadar çok yapıt vardır ki bunların hepsinden söz etmek burada mümkün değildir. Ancak belli başlı gezi yazılarında, denemelerde ve anılarda, çeşitli dinlere ait unsurları ele almakla yetinilenecektir. Gezi yazılarında, anılarda ve denemelerde ülkelerin, bölgelerin, yörelerin; dil, din, inanç, âdet, gelenek, görenekleri hakkında inceleme ve yorumlar bulunur. Bölgelerdeki insanların dil, din, gelenek ve inançları hakkında bilgiler verilir. Ahmet Mithat

Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan adlı gezisinde, Ahmet Mithat Efendi ve Madam Gülnar, Doğu ve Batı medeniyeti, bu iki medeniyet arasındaki farklar, İslâmiyet ve diğer dinlerin karşılaştırılması, resim, müzik, güzel sanatlar gibi pek çok konuda fikir alışverişinde bulunurlar. Örneğin bir sohbetlerinde Avrupalıların uygarlığı Hristiyanlıkla eş değer gördüklerinden bahsederler:

“Hakikat milel-i sâire-i islâmiyeye kıyasen millet-i Osmaniyemizin derece-i teyakkuz ve intibâhı ne kadar lâyık-ı şükrandır. Bir milletin kendi kendisine terakkisi mümkün olamayacağı hakikatine Avrupa’nın efkâr-ı cedîde erbâbı feylesoflardan pek çokları muteriz olup bunlar güya dinlerin ve hükümetlerin terakkiyat-ı matlub-ı beşeriyeye mani olacakları hezeyanını dermeyandan çekinmezler ise de hakikat-i hâl bu mütalaaların mahz-ı hezeyan olduklarını isbattan geri kalmaz” (Efendi, 1890: 445-447).

Toplumsal ve dinî konulara elinden geldiğince değinmeyen Cenap Şehabettin Hac Yolunda adlı gezisinde Mekke, Medine ve İslâmi mekânların mistik havasından bahsederken Reşat Nuri Güntekin’in, birçok eserinde olduğu gibi Anadolu Notları’nda da özellikle din unsurunu kendi çıkarları için kullanan softalar tenkit edilir. Yazarın Çalıkuşu ve Değirmen adlı romanlarında geçen yatır ve türbeler, Anadolu Notları’nda Türk insanındaki güçlü din duygusundan dolayı türbe, yatırlara verilen önem şu şekilde belirtilir:

"Kelâmi Baba türbesi bir nevi enbiya tarihi müzesiydi. Orada kocaman bir kemik vardı ki Yunus Peygamberi yutan balığa, bir sopa vardı ki Hazret-i Musa'ya âit olduğu söylenirdi. Yine orada Hazret-i Nuh'un gemisinden kopmuş bir tahta parçasıyla Eyüp Peygamber'in fukaralığı zamanında üstünde yattığı kerevet görülürdü” (Güntekin, 1968: 81).

Ahmet Hamdi Tanpınar; insanın kaderi olan ölüm fenomeninin oluşturduğu trajediyi yenmenin yolunu şu şekilde ifade etmektedir: “Cemiyet fikri işe karışınca kader trajedisi azalır. Çünkü cemiyet için fertte olduğu gibi ölüm yoktur. Orada süreklilik vardır. Parça parça olsa bile bir sonraki, kendinden önce geleni tamamlar. Cemiyet hayatı, topluluk için olduğu gibi fert için de ölüm düşüncesini yener. Çünkü kurduğu değerler zincirinde ölümün de bir yeri vardır (Tanpınar, 2000: 22).

Beş Şehir adındaki denemesinde İstanbul, Ankara, Erzurum, Konya ve Bursa’yı inceler. Bahsi geçen bu şehirlerdeki siyasi, dinî, toplumsal yapıyı kendince anlatır. İstanbul’da Akşemseddin’den, Ankara’da Hacı Bayram Velî’den, Bursa’da Şeyh Edebalî’den, Erzurum’da Cihan Harbi ve ulemazâdelerden, Konya’da Mevlânâ’dan

bahseder. Beş şehrin monografisi niteliğindeki bu başyapıtta, özellikle dinî mimarilerinin şehirlere ve kültüre ayrı bir estetik kazandırdığını dile getirir. Bu şehirler şu şekilde ele alınabilir:

Ankara: Ahmet Hamdi, Beş Şehir’de Ankara’nın özellikle birçok medeniyete ve dine beşiklik ettiğini vurgular.

“Atalarımızın kabirlerinden çıkan rengarenk, yemyeşil otlar hangi din için

kazındıkları belirsiz eski mi eski taşları güzellikleriyle neşelendirir. Bizans’ın oyma taşları ile kucak kucağa uyurlar. Kerpiçten yapılmış bir duvarla bir mermer sütun, ileride bir türbe basamağının üzerinde Romalı devlet başkanının kenti ziyaret etmesini temsil eden eski bir taş göze çarpar, daha da ileride çeşme oluğunda antik bir lahit göz kırpar. Ahîlerin şeyhi Şerafettin Bey’in türbesini yıllarca Yunan – Roma aslanları sadık bir bekçi gibi korurlar, bundan dolayı Arslanhane ismindeki caminin gerçekten mükemmel mihrabında Hititlerin bolluk tanrıçasından gayrı bir nesne bulunmayan bir ejder, meyvelerin etrafında, arasında ve üzerinde gezinir. Caminin görenleri hayrete düşürecek güzellik ve sadelikte boyanmış ahşap direkleri hem Roma hem de Bizans başlığının karışımından oluşur. Kale’de, Alaaddin Camisi’nin Türk oymacılığı ile bezenmiş mihrabı ziyaretçilerini karşılar. Bir kartal gibi Ankara Ovası’nı süzen camide kullanılan sütunlar, belli ki çok çok öncesinden burada bulunuyordu. Ankara’daki bu kozmopolit yapıların belki de en anlamlısı Hacı Bayram Veli Camisi’yle Roma İmparatoru August adına dikilen mermer kasideden kalanların oluşturduğu zıtlıklar toplamıdır.

Tamamlanmış ya da eksiksiz olarak adlandırabileceğimiz hiçbir yapıt, bu toprakların ve insanların serüvenini böyle güzel biçimde gösteremez. Bayram Veli’yi bu kartalın yanına çilegah kurmaya iten sebep nedir? Çilehane’deki taştan dünyada zamanını geçiren Hacı Bayram Veli’yi kendi duygu, düşüncesi ve inancından tamamen farklı utkuları ifade eden bu mermerler, kibriyle nam salan Romalı hükümdarın taştan siması huzursuz etmiyor muydu?” (Tanpınar, 2005: 17).

Erzurum: Tanpınar, farklı dönemlerde ziyaret ettiği Erzurum’un I. Cihan Harbi ve İstiklâl Savaşı’ndaki rolünden, yaşadığı felaketlerden bahsettikten sonra dinî yapılardan ve ulemâ sınıflarından bahseder.

“Bununla beraber kaynaşma, anlaşma havasına rağmen camilere, vaizlere kadar bu ayrılık gidiyordu. Son devirlerde Caferiye Camii'nde gençler, açık fikirliler toplanır, biraz sonra bahsedeceğim Müftizâde Edip Hoca'nın vaazını dinlerlermiş. Pervizoğlu, koyu zahitlerin camii imiş. Orada Abdülkadir Hoca vaaz eder, önünde fermanların okunduğu devlet camii Lala Paşa, daha karışık, daha çeşitli halkla dolarmış. (Tanpınar, 2011: 39-40).

Burada Solakzadelerden vaizler varmış… Hiç kuşku yoktur ki Erzurum’daki Çifte Minare, Sivas’taki, Konya’daki benzerleriyle beraber bir başyapıttır. İfade tarzı, taşların oymacılığı, anıtsal dikilme bakımından kendi türünün en nadide ve etkileyici yapıtlarındandır. Erzurum’un bir köşesinde, Erzurum’un neredeyse yarısına egemen olan görkemli kapısını ve göğe baş uzatan minaresini görenlerin hayran kalmaması imkansızdır” (Tanpınar, 2003: 49). Buna benzer şekilde Yakutiye’de de insanı içinde çeken, ışıl ışıl bir cami minaresinin insanı büyüleyen bir tarafı vardır. Yakutiye Camisi’nin içi tasarı olarak yalnızca Doğu Anadolu’nun değil, aynı zamanda tüm Anadolu’nun en çarpıcı eserlerindendir. Yakutiye’ye göre daha yalın bir biçimde tasarlanarak inşa edilmiş Ulu Cami, beş tane beşiğin iç içe geçmesinden oluşan iç özellikleriyle garp camilerini anımsatır. Camiye geriden bakılınca oldukça sadedir ancak içine girildiğinde gotik tarzı kemerle başlayan ve özellikle incelenmesi elzem bir inşaat yapısı bizi karşılar” (Tanpınar, 2011: 51).

Konya: Tanpınar, “Bozkırın Çocuğu” olarak nitelendirdiği Konya’yla ilgili özellikle Selçuklular dönemini konu alır. “Anadolu tarihi adı verilen oldukça büyük sanat kapısı artık sizlere sonuna kadar aralanmıştır. Hükümdarların hemen sağında ve solunda bir sürü sadrazam, vezir, candar, emürülümera, teşrifatçı bulunur. Selçuklu döneminde adından sıkça söz edilmiş – kimi oldukça değerli - devlet adamları… Anadolu’yu Konya’dan başlayarak Sivas’a kadar bir sürü anıt ile süsledikten sonra kendisi için Konya’da yapılan camide uyuyan bilgili, erdemli, sabırlı, tahammül göstermeyi bilen Sahip Ata; vezir olmayı istemeyen ve birçok kez -istemeyerek de olsa- düşmanlarının düzenlediği oyunlardan kurtularak onları yok eden, üstelik başka çıkarcıların öneri ve istekleriyle İzzeddin Keykâvus’un eski zevcesi ile dünyaevine girerek Atabek unvanını kazanan, her zaman riyâ içinde olan, ozan, hat yazıcısı, ilim sahibi, müzisyen, istediği zaman ağlayabilen Şemsettin Isfahani; aklında daima hile olan, iç karışıklıkların yanında dış karışıklıklarda bile çıkar sağlamayı düşünen, ince hesaplı, karışıklıklar içindeyken cebindeki bütün kozları hiç çekinmeden oynayan, bütün rezillikleri kolayca yapabilen savaş meydanlarının korkusuz cengaveri Muinüddin Pervane...” (Tanpınar, 1969: 74-75).

Konya’yla ilgili bölümde Tanpınar, Selçuklu dinî mimarisinden başka Mevlânâ ve Yunus Emre’nin tasavvuf ve şiir anlayışlarından söz eder: "Celaleddin Rûmî, Yunus Emre’ye 25618 beyitten oluşan Mesnevi'sini teker teker okur, Yunus da saygıyla dinler. Mesnevi bittikten sonra da ‘Üstad güzel söylemişsin, hoş söylemişsin de çok

söylemişsin! Ben olsam: Ete kemiğe bütündüm Yunus diye göründüm der, bitirirdim” (Tanpınar, 1969: 98).

İstanbul: Ahmet Hamdi Tanpınar İstanbul’daki dinî mimariye hayranlığını gizleyemez:

“İstanbul’da Sinan’a geri dönüşün en canlı örneği Ali Paşa Camisi’dir. Bahçesine girdiğinde hemen bir gülizâra girdiğin besbellidir. Ali Paşa Camisi’nin akşam vakitleri beni her zaman mest etmiştir. Akşam vakitlerinde bu narin yapı, bir sessizlik konserine dönüşür; dış avlusuna adım atar atmaz caddelerin gürültüsünden kurtulur, bambaşka bir havaya bürünür. Geçen güz tekrar uğradım. Cami çok kalabalık değildi. Camiyi renk cümbüşüne gark eden lambaların loş ışığının gölgesinde kimi nesneler ırak diyarlardan ürperti getiren gizemli nesneler gibi ışıldıyordu. Önceleri Selimiye’de müezzinlik yapmış, gözleri görmeyen bir müezzin benim göremediğim gerçekleri gezmeye başlamıştı. Elbette ki yaşam yalnızca gözlerle görülmez, ancak ışığın ve aydınlığın kaslara etkisinden yoksun kaldığı için, belki insanın siması kendi şavkıyla ışıldamadığından, âmâ insanlarda dudak hareketlerine varana dek her şey farklılaşıyor. Kanı, canı olmayan nesnelerde hissedilen bu sinirlilik hali, dünyadaki hiçbir vokalin pörsütemediği bir tür sessizlik sirayet ediyor” (Tanpınar, 1976: 98).

“İslâm âleminin ve Osmanlı’nın gururuydu, İstanbul. İstanbul ile gururlanıyorlar, onun eşsiz güzelliklerini methdediyorlar, geçen her saat onu yeni bir anıt ile güzelleştiriyorlardı. Bütün bu güzelliklerle mest olan babamın en büyük korkusu İstanbul’dan uzak bir diyârda vuslata ermekti. Çünkü babam için İstanbul, dünyanın hiçbir şehrinde benzeri bulunmayan cami ve müezzinlerin şehriydi” (Tanpınar, 1969: 140).

Bunlardan başka Beş Şehir’de İstanbul’daki birçok din bilgini, ermiş; cami, türbe ve külliye gibi din unsurları hakkında bilgiler verilir.

Bursa: Tanpınar Bursa’yla ilgili izlenimlerinde bir yandan Bursa’nın dinî mimarinin güzelliklerinden ve Şeyh Edebâli’nin faziletlerinden bahsederken, bir yandan da İslam ulemâsının kendileriyle çelişen yönlerini eleştirir.

“Karamanlı bir fıkıhçıydı Şeyh Edebali. Osman Bey’e kızını verme konusunda oldukça endişeli olduğunu, evinde konuk olarak bulunduğu ve aynı odada uyudukları bir gecenin sabahı Osman Bey’in gördüğü rüyayı anlatmasından sonra kızını vermeyi onayladığını ifade eder. Osman Bey’in rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden çıkan ay büyüyüp yükselerek Osman Bey’in göğsüne girer. Bundan sonra, Osman’dan fışkıran koca bir çınar yükselir. Kısacası Osman, devletinin bütün tarihini, geleceğini ve utkusunu rüyasında gördüğü şeklinde yorumlanır. Tarihçl Hammer’in de söylediği gibi Yakup

Peygamber’in gördüğü rüyaya göre uyarlandığı alenidir. Ancak bu evliliğin Osman’ın gücüne güç kattığı görmezden gelinemez” (Tanpınar, 1969: 113).

“Şeyhlerin ve din âlimlerinin tarih boyunca oynadığı roller birbirine oldukça zıttır. Bir yandan münafıklığı yok etmek veya fitnecilere mâni olmak için bütün yenilikleri kabul ederler. Öbür yandan olmayacak fitneler çıkarırlar” (Tanpınar, 1969: 120).

Anı türündeki eserlerde de din unsurlarına sıkça yer verilmiştir. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya anı-romanında dinî yanlış anlayan ve anlatan din adamlarına göndermeler göze çarpar:

“Din meselesi halledilmeli idi. Atatürk devri lâiktir. Lâisizm, din ve dünya işlerini ayırmak demektir. Daha ilk günden lâisizm, halk yığınlarına ‘’dinsizlik’’ hareketi diye telkin edilmiştir. Halk camilere gidiyordu. Dinî görevlerini yapıyordu. Fakat kendisine kılavuzluk edecek devrimci din adamları yetiştirilmediği için, eski hocalık hiçbir zaman olmadığı kadar kaba, cahil ve mutaassıp bir yobazlık hâlini alıyordu. İmam-hatip okullarında ilk öğrenilecek şey, lâisizmin bizzat Müslümanlığın da kurtuluş davası olduğu idi. Devlet din işlerinden elini büsbütün çekecekse, din işlerini topluluğa da bırakacaksa, yine her şeyden önce bu mesele halledilmiş olmalı idi. Bugün de bu ikisini yapmak, tam ve çabuk yapmak zorundayız: Bütün halk çocuklarını, kız oğlan, sivil ilkokul eğitiminden geçirmek, inkılâp Türkiye’sinin medeniyetçi, vicdan ve tefekkür hürriyetçisi yeni din adamlarını yetiştirmek!” (Atay, 1968: 208).

Bunların yanında Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Ateş ve Güneş gibi anı türündeki yapıtlarında da dinî unsulara değinmiş, yer yer hurafeleri savunan din adamlarını eleştirmiştir. Yukarıda verilen nesir türündeki eserlerde din unsurunun kimi zaman olumlu bir şekilde ele alındığı kimi zaman da -özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra- olumsuz biçimde irdelendiği görülmektedir. Olumsuz eleştirilerin gerek romanda gerekse diğer nesir türlerinde dini yanlış aksettiren, hurâfeyi savunan, yobaz olduğu düşünülen din adamları üzerinde yoğunlaştığı sonucu çıkarılabilir.

1.5. YAZARLARIN TANITIMI, ROMANLARIN TANITIMI, ROMANLARA VE