• Sonuç bulunamadı

2.2. YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN “NUR BABA” ROMANININ

2.2.2. Nur Baba Romanındaki Dinî Motifler

Haydi Efendim! Vakit geldi, soyununuz da abdest alınız; rehberiniz bekliyor, dedi (2008: 91).

Adak:

Günah çıkarmaya gelenler, bir adağı olanlar, yaz aylarında el almaya zamanı olmayanlar, sabahlara kadar süren gecelerin tören ve sevgi susuzları ve yüzü özleyenler ne yapsın, nerelere gitsin (2008: 137).

Affet:

Burada kalmışsın veya orada bulunmuşsun; neye yarar? Hepsi bir… Affet, ne yaptığımı bilmiyor, affet… (2008: 170).

Allah âşkı:

Baba erenler, haksızsınız çok haksızsınız! Allah aşkına; bırakın söyleyeyim. (2008: 130)

Allah-Hakk-Rabb:

- Ne mazhariyet, Allah verince böyle verir (2008: 21).

- Hem onun için altının Cenab-ı Hakk’a iki cihetten benzerliği vardır: Biri elle tutulamaz, gözle görülemez oluşu, ikincisi de füsun ve kudretini her şey de belli edişi (2008: 78).

Allah Saklasın:

Âyin ve Cem:

Hele bir gece, bir Âyin-i gecesi, sofranın en cüşacüş (coşkun) bir deminde (anında) çocuğun uyku bahanesile babayı yerinden kaldırıp beraber yatmaya zorlayışı, arzusuna gösterilen muhalefet üzerine bütün kuvvetile tepinip bağırmaya başlayışı, misafirleri o kadar bıktırdı ki, içlerinden büyük bir kısmı bundan sonra Afif Baba dergâhının muhabbetlerinden uzaklaşmaya ve devamında sabit kalanlar da eski muhabbetleri hasretle ya da (anmaya) başladılar (2008: 35).

-Onun tanımlamalarına bütünüyle güvenilseydi, Bektaşi âyinlerini sanki Batılı büyük devlet adamları ve komutanların zevk ve eğlence âyinlerine teşbih etmek gerekecekti (2008: 57)

Bektaşilik:

Ziba Hanım vesilesile Bektaşilik ve Bektaşiler aleyhine neler söylenmemiş, neler hikâye edilmemişti! (2008: 56).

Bereket:

Bereket versin ki hayatının bu ani değişikliğine yabancı kalmıyan annesi ile onu sessizce kıskanan muhibbe genç Macid, yalının havasını büsbütün fesada uğramaktan ve gitgide boğucu bir şekil almaktan hiç olmazsa bir müddet için menetmeği kendilerine bir vazife bildiler (2008: 79).

Bereket versin ki Nur Baba’nın o hali çok sürmedi (2008: 129). Bidat ( Tarikat ilkelerine aykırı):

Ancak sadakatli ve kâdim Bektaşîler tarafından bir müridin bir insana bağlanması çok kötü bir bidat kabul edilir (2008: 44).

Cavidâni:

O kadar ki, şimdi için yanıp tutuşmada bile cavidani (sonsuz sevgi) bir zevk duyuyor ve mütemadiyen göğsünü tırmalayan ızdırapları kendi okşuyor, ısıtıyor ve besliyordu (2008: 159).

Cehennem:

Dinî ve uhrevî (Dünyasal olmayan):

Onun bu halinde dini ve uhrevi (dünyasal olmayan) bir azamet vardı (2008: 128).Erenler:

- Erenler bir şey içmez misiniz, diye soruyor, dedi (2008: 58). Evamir-i İlahiye (Tanrı Buyruğu):

Emriniz nezdimde evamir-i ilahiye (tanrı buyruğu) mertebesinde mukaddes olduğundan boyun eğdim, diş sıktım; işte, dört gündür ki sizi huzurumla rahatsız etmiyorum; bu fedakarlığıma mukabil sizden bir lütuf dilerim çok mudur? (2008: 117).

Günah:

Onların ne günahı var? (2008: 82). Harem:

- Bu beyaz saçlı kadın şeyhin haremi mi? (2008: 58). Hacı Bektaş Ocağı:

Nasib Hanım, Hacı Bektaş ocağını sevgilisiyle buluşmak için en uygun yer olarak görürdü. Sevgilisi Rauf’a dergâhları başmbaşka bir biçimde tarif etmisti (2008: 57).

Hazreti Pir (Hacı Bektaş):

-Evladım, bu pek muhterem bir zattır; yirmi senedir dergâha hizmet ediyor, üç defa yaya olarak Hazreti Pir’e (Hacı Bektaş) gidip geldi (2008: 103).

Hidayet:

Kendini Nur Baba’nın aşkına kaptırmasından itibâren ailesini ve çocuklarını aklına bile getirmeyen, Nur Baba’nın olmadığı bir mekânda nefes bile alamayan bu kadın, sevecenlik denen hidayeti (hak yolunu, kurtuluşu) ilk kez böyle bir yaratıktan almaktan tiksinmiyor, gocunmuyor, hiç şaşırmıyor ve endişeye kapılmıyordu. Nuri’de adetâ çocukluğunun tatlı yüz ve anılarını görüyordu (2008: 172).

Hilkat (Yaratılış):

Bunun için değil midir ki o maddi ve şekil sever olan Celile Bacıyı hilkat (yaradılış) ve tabiatın yeknesak ve muttarit (düzenli) kuvvetlerinden biri gibi istila etti (2008: 130).

Himmet:

-Kendisi muhtacı himmet bir dede (2008: 21). Hulüs:

Bu canın elinden, dilinden, sıdkı hulüsundan emin misin? (2008: 94). İlah:

Şeyh kafasında kapkara dolanmış bir sarık, omzunda enli ve ak bir elbiseyle taşın dibindeki deride diz üstünde durmuş, ellerini elbisesinin ceplerine geçirmiş, kapattığı gözleriye cansız bir beden gibi bekliyor. Bu dinî süsleme arasında Uzak Doğulu bir ilah betimlemesini hatırlatıyordu (2008: 92).

İlahiler:

Hele Nur Baba’nın dergâhında bu akıbet derhal hissedilir; zira bu genç ve havai mürşid, diğer mürşidler gibi, ilahiler, neyler, sazlarla gerilen sinirleri idare etmek kabiliyetinden mahrumdur ve onun riyaset ettiği sofralar, ekseriya, ya bir tekma ile devrilmek veya sesi fazla çıkan bir buse ile perişan olmak akıbetine mahkûmdur (2008: 22).

İman Kuvveti:

Pir kuvveti, iman kuvvet ile daha buna benzemez neler oluyor, nitekim… (2008: 125).

İslam Felsefesi:

Bundan birkaç sene evvel İslam felsefesi merakına düştüğü zamanlar yaşlı ve âlim dostlarından birisi ona tasavvufa dair bir hayli malumat vermiş ve dolayısile bu tarikatın erkan ve adabından bahseylemişti (2008: 73).

İyilik:

Allah iyilik versin, çok kötü bir ahlâkı mevcuttur; yurt içinde ve dışında herkes daima kendisi ve Ziba Hanım ile ilgilenilmesini isterdi (2008: 67).

Kail (İnanmak):

Nigar Hanım, hala itibarda olduğuna, hala sevilip arandığına kaildir (inanmaktadır).

Kerbela:

Dik yeleli çıplak kısraklar üzerinde koşan putperest Türk, debdebesi masallara karışmış beldelerin suları kenarlarında kargı sağlayan akıncı Türk, bir Arab’ın çadırında Muhammed’in menakıbını, bir Acemin sarâyinda Kerbela faciasını dinleyen Müslüman Türk ve nihayet Kayserlerin devrilmiş sofraları etrafında raks ve taraba dalan medeni ve inkirazi Türk, birer birer gözümün önünden geçtiler (2008: 101).

Kıblegah:

Meydanın şimal ciheti “mevki reşadeti” veyahut eğer tabir caizse muhabbanın (tarikatten olanların) kıblegahını teşkil ediyor (2008: 92).

Kızılbaş:

Nigar Hanım’ı daha küçük yaşında adeta nefret ve haşyetle (korkuyla) titretirdi: “Kızılbaşlar!” (2008: 57).

Küfür:

Elleri ve kolları göğsün üstüne bastırarak kafayı aşağı bükmek; alçakgönüllüğün ruhsal hazzına arzuları bırakmak; çile, ve küfre karşı sabır göstermektir (2008: 157).

Lütuf:

İşte yüzleri; bu lütfunu yalnız bana hasretmiyor, bunların hepsi için de ayrı kul köle oluyor (2008: 138).

Mahfel:

Vakıa bu muvaffakiyet doğrudan doğruya onun kudretinin eseri değildi; beyaz ve korkak bir pervane olan Nigar Hanım’ı yalnız onun nuru değildi ki bu akşam bu cuşişli ( coşkun) aşk mahfeline (tekkesine) çekiyor (2008: 79).

Mahrem/Mahremiyet:

Yumuşak yaratılışlı, yüreği gibi teni de yumuşacık olduğundan mahremiyetinin uğradığı bu sömürgeyi karşı konulamaz bir yazgı sayarak kendini o anın elektiriğine salıverdi (2008: 79).

Macid, ekseriya konağa geliyor; fakat, bir zamanlar samimi ve mahrem mükalemeleri ve deraşina (dertli) bakışlar ile Nigar Hanım’ın ruhuna saf, serin ve tatlı bir gıda döken bu genç adam onun için şimdi mücessem (somutlaşmış) bir nedamet haline girdi (2008: 140).

Mersiye:

Nigar Hanım belki yüzüncü defa olarak bu mersiyeyi tekrar okudu, vakıa bu mersiye o tarzın bir şaheseri değildi, hatta vezin ve kafiye itibarı ile baştan başa hatalı idi (2008: 155).

Mescit:

Meydan denilen şey tekkenin alt katında bir tarafı camekânlı mescit tarzında genişçe müstatil bir yerdir. (2008: 92)

Merhamet:

Lakin genç adamın kalbinde Nigar Hanım’a karşı şu dakikada derin ve nihayetsiz bir merhametten başka bir şey yoktu (2008: 175).

Mezarlık:

Öyle ki bahçenin sol tarafındaki mezarlık bile insana bu kadar gamlı görünmüyordu (2008: 154).

Mezhep:

Macid, şaşkın gözlerle muhibbesinin yüzüne baktı; onu şu ana kadar her türlü mezhebî (mezheple ilgili) hurafelerden azâde tanıyordu (2008: 70).

Muhabba:

Meydanın kuzey yönünü ya da söylemekte bir sakınca yoksa muhabbanın Kâbe’sini oluşturuyor (2008: 92).

Mutekifi:

Bu resimleri muhakkak bir küçük çocuk çizmiş ve bir deli boyamış olacak; bazısı bir küre üzerinde bağdaş kurmuş çubuk içen bir dervişe; kimi dört başlı ejderler, sekiz ayaklı kaplanlar ve birtakım insan gözlü yırtıcı kuşlar ortasında düşünceye dalmış bir mutekifi diğer bir kısmı da muhakkak Hazreti Ali’nin muharebelerini gösteren bu resimler o kadar iptidai ve acemi bir elden çıkmışa benziyorlar (2008: 86).

Mülhid (Dinsiz):

Özellikle Sütlüce Dergâhı’nın başındaki bir yaşlı derviş, Nuri’ye sanki bir mülhid nazarıyla izliyor, ona ve müritlerine denk geldiği her yerde çeşit çeşit aşağılamalardan bir türlü vazgeçemiyordu (2008: 137).

Münacat ( Tanrı’ya Yakarmak)

-Nuri Baba’ya yöneldi, avuçlarını bir münacattaki ( Tanrı’ya yakarır) gibi gökyüzüne kaldırdı (2008: 43).

Müttakiler:

Şark müttakilerine has bu tavır ve hareketlerden daha manasız, daha gülünç, daha adi ve daha zahmetli birçok mecburiyetlere katlanmak ihtimalini düşündükçe kararımdan dönmek derecelerine varıyor ve karşımda, Nigar’ı temiz, zarif ve kibar kıyafetile mutena (özenli) ve taze gördükçe kalbim onun hesabına da ayrı endişelerle doluyordu (2008: 84).

Mürşid:

Aralarında esini çıkarmayan yalnız Mürşidin zevcesi Bacı Celile Hanım idi (2008: 22).

Nevruz:

Nazar:

Bir hizmetçi elinde kirli tabaklarla dolu bir tepsi ile yanlarından geçti ve onlara nazarların en manalısı ile baktı (2008: 63)

Nefes:

-Aman bir nefes okuyalım, diyordu. Aman bir nefes… (2008: 70). Nefes mecmuası:

Necati Beyefendi, nefes mecmuasının yapraklarını çeviriyor, adi Niyazi mızrabını hafiften hafife teller üstünde gezdiriyordu (2008: 25).

Nefsini Körletmek:

Bu yaşa başa bakmaz yavrum, nefsini körlet körlet, günün birinde bir de bakarsın ki… (2008: 117).

Niyaz - Dua:

Birçok kereler olduğu gibi, yarın yine her şey unutulacak, her şey demliliğe atfolunacak ve akşamın asabi, azametli Ziba Hanımefendisi, giderken yine herkes eğilip ona niyaz edecekti. (2008: 33). Rehber bir taraftan elindeki ibrikle su döküyor ve diğer taraftan söylenecek duaları öğretiyordu. (2008: 91).

Nur:

- Allah’ın nurusun sen, diye nara attı. Sesinden daha şaşırtıcı ve daha delice bir tavırlar yüzük ve küpelerini çıkardı (2008: 43).

Ölüm:

Nitekim, Nigar Hanım başını çevirip o tarafa baktığı zaman, uzun bir uykusuzluktan sonra yatağını tahayyül eden kimselerin duyduğu teselliye benzer bir hisle: “Öldüğüm vakit burada yatacağım!” diye düşündü (2008: 155).

Put:

Bu bâkire madeni kendi sinesinin korunda eriten, süzen, kurutan ve yontan Ziba, ondan itinalı bir put, sevgi ve tutku sanemi dikti (2008: 45).

Rabbani (Tanrısal):

-Daha ilk gece yarısından, sanki tüm varlığı parlamıştı ve sohbetin sonuna yaklaşırken aniden Rabbâni bir esin içine doğmuş gibi dizlerinin üzerine çökerek göğsünü ve kollarının göğe açtı (2008: 43).

Riya:

Hiç riyadan, yalandan, gizli kapaklı işlerden hazzetmem (2008: 66). Rükû:

Elleri çaprazvari, göğsü üzerinde, her üç adımda bir ani bir duruşla seri birer rükû (öne doğru eğilme) hareketi yaparak meydan boyunca o beyaz taşa doğru yürüdü, eğilip taşı öptükten sonra ayağa kalktı ve hep o yürüyüş ile sağdan sola bir yarım daire çizip mürşidin dizlerine kapandı ve nihayet kendi postuna da aynı hürmeti göstererek yerine oturdu (2008: 92).

Ruh:

Onların ruhları, erkeğin soluğundan çıkan azap ve çile harında beslenip gelişirdi (2008: 130).

Sabır:

Bazan bir büyük keder içinde dünyanın hiçbir saadeti, hiçbir zevki, hiçbir neşvesi bizi teselliye kadir değildir; bazan yine aynı derecede bir keder içinde bir hiç, bir söz, bir bakış, bir hareket, bir tebessüm kurtulmamıza değilse bile sabır ve tahammülümüze medar olabilir (yarayabilir, neden olabilir) (2008: 172).

Sakî:

“Ben mi sakî olayım bezme dururken sevgilim

Böyle simin saklar billur bazularla sen” mısralarını söyledi (2008: 167). Sekerat:

Zaten kısık olan sesi söyledikçe daha ziyade kısılıyor, adeta bir sekerat (sarhoşluk) hırıltısı halini alıyordu (2008: 169).

Sadık kul:

Şad (Şükredici):

Ne itseler ana şakir, ne kılsalar ana şad… (2008: 157). Şeyh-Reşadet:

Tam bu sırada, Nuriye Hanım, sofranın ortasına dolmuş bir şişe koydu; arkasından derviş Çinari, mezeleri değiştirmeye ve yenilemeye başladı ve bu, sofranın sönmeye yüz tutmuş şetaretini (şenliğini) üfleyen bir hadise oldu (2008: 25). Nuri yirmi beş yıl önce şu anda reşadet derisinde oturduğu tarikâtın nereden geldiği belli olmayan bir zavallısı idi. Tarikat üyeleri tarafından yalnızca Nuri olarak kendisine seslenilirdi (2008: 49).

Taabbüt:

Dergâha giren herkes önce taabbüt ritüelinin gerçekleştirir sonra yerine oturur (2008: 92).

Takva Saikasıyle ( Tanrı korkusundan ötürü):

Filvaki, muhibler arasında birçokları bunu ne tabii ne de mantıki buldu ve kimisi kıskançlık, kimisi fazla takva saikasile ( Tanrı korkusundan ötürü) birer birer çekilip gitti (2008: 44).

Tarikat-Tekke-Dergâh:

Aslında dergâhın tüm anlamı burada gizliydi (2008: 50). Nur Baba dergâhının emektar ve işgüzar aşçısı derviş Çinari, bugün, şafaktan beri, iki dakikacık olsun, rahat yüzü görmedi: Tek başına üç kurban tığladı, bir araba dolusu zahireyi tekkenin bahçe kapısından ta mutbağa kadar sırtında taşıdı, onları birer birer kilerin dolaplarına yerleştirdi, sonra ocağın başına geçti, tamam dört kazan yemek pişirdi ve akşama doğru da neşeli bir gayretle sofranın mezelerini tertibe ve hazırlanmaya koyuldu (2008: 77). Bektaşilik içinde Bektaşiliğin temsilcileri, farklı bir çeşit tarikat ehline benzerler (2008: 137).

-Yedi tepeli şehirde, eski bir Bektaşi dergâhında kadın, erkek mest ( sarhoş) bir küme muhib (bir tarikatten olanlar), sabaha karşı hep bir ağızdan böyle konuşuyorlardı (2008: 22).

Tasavvuf:

Nigar Hanım dikkatle dinledi; bu dini, tasavvufi ve aynı zamanda garami ve rübabi (lirik ve çalgılı) bir ilahi idi (2008: 70).

Tevazuu:

Elleri yüreğin üzerinde birleştirmek, kafayı öne bükmek; tevazuu ile küfrü ve hakareti hoş karşılayarak nefsini terk etmek ve eyvallah demek (2008: 157).

Ulühiyetinden (Tanrısal niteliğinden):

Nasib Hanım, hayli mutekit (inanmış) bir Bektaşi olduğu için bütün bunları bir mürşide göre pek tabii hallerden sayıyor ve –sadedilane bir lisanla- muhibbesine bu gibi mümtaz ruhlara has esrarengiz kuvvetlerden, bu kuvvetlerin başdöndürücü tecellilerinden ve aşkın ulühiyetinden (Tanrısal niteliğinden) bahsediyordu (2008: 111).

Vasiyet:

İşte, Nigar Hanım daha nasip almazdan evvel, bir gece, Baba’nın kötü bir hareketinden sonra intihara kalkışarak uzun müddet iki ayağı kötürüm, evinde kalan ve mutlaka buraya gömülmek vasiyetinde bulunan Perestev Hanım istemindeki kadının mezarı… (2008: 155).

2.3. REFİK HALİT KARAY “KADINLAR TEKKESİ” ROMANININ ÖZETİ VE