• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.2. Gelenekselden Moderniteye Değişen Sosyal İlişkiler

Modern dünyada yaşayan bizler, toplumun hiçbir zaman statik olmadığının, toplumsal, siyasal ve kültürel değişikliklerin aralıksız devam ettiğinin farkındayız (Marshal, 2005:136).

İnsanların dayanışmasının biçimi değiştiğinde, toplum yapısı değişmeden kalamaz (Durkheim, 2006:213).

Sosyal ilişkiler, insan topluluklarının vazgeçilemez bir özelliğidir. İnsanlığın var olduğu günden bugüne kadar insanlar sürekli olarak birbirleriyle iletişim içerisinde bulunmuşlardır. Kongar (2010: 56), insanoğlunun bir arada yaşamaya başladıktan sonra birbiriyle ilişkiye girdiğini ve bu ilişkinin oluşturduğu etkileşim sonunda anlamlar, değerler, kurallar ve yönetim biçimlerinin ortaya çıktığını ifade etmektedir. Sanayi devriminden sonra kentleşme, teknolojik gelişmeler, ulaşım imkânları, kitle iletişim araçları insanlar asındaki etkileşimin niteliğini ve boyutunu değiştirmiştir.

Toplumlar dinamik bir yapıya sahiptir ve sürekli bir değişim içerisindedir. Dönmezer (1984: 428) değişmeyi insan toplumunun esas karakteristiği olarak ifade ederken, Erkal (2012: 220) değişmenin olmadığı bir insan topluluğu düşünmenin mümkün olmadığı belirtmektedir. Bu halde, değişme toplumun doğasının bir gereği olarak daha önceki bir durumda meydana gelen farklılıktır. Sosyal değişme, toplumun yapısını oluşturan toplumsal ilişkiler ağının ve bu ilişkileri belirleyen toplumsal kurumların değişmesidir (İçli, 2009: 141). Dönmezer’in ifadeleriyle (1984: 429) sosyal değişme sosyal ilişkilerde oluşan değişmedir.

Sosyologlar bu yaşanan değişimleri dönemsel özelliklerine göre ayırarak ifade etmeye çalışmışlardır. İbni Haldun, dönemlerin değişmesiyle birlikte toplumların tabiatının da değiştiği fikrini (Kayapınar, 2006: 85) ileri sürmektedir. Bu çerçevede toplumsal yapıda meydana gelen her değişim sosyal ilişkilerin de değişmesine neden olmuştur. Toplumsal yapı, zaman, mekân vb. gibi olgular sosyal ilişkilerin yapısında ve niteliğinde değişikliklere yol açmışlardır.

Toplumsal yapıdaki yaşanan değişimler çerçevesinde toplumlar klasik sosyologlar tarafından genellikle dikotomik bir sınıflandırmaya tabi tutulmuşlardır. Sosyolojik olarak dikotomi’yi, Thedorson, “birbirinin zıddı iki değer alabilen değişken” (Yelken, 1999: 53) olarak tanımlamaktadır. Dikotomik açıklamalara

Tönnies’in cemaat ve cemiyet, Durkheim’in mekanik ve organik dayanışma, Cooley’in birincil ve ikincil grup ayrımı örnek verilebilir. Yelken’e göre (1999: 53) sosyologlarca “büyük ikilik/ayırım” olarak adlandırılan bu gelenek, günümüz sosyal bilimlerinin “geleneksel ve modern” ya da “modern-postmodern” ayrımlarının da temelini oluşturmaktadır. İkiye ayırarak tipleştirme mantığı, başından bu yana zamansal olarak bir dönemleştirme geleneğini de içinde barındırarak süregelmiştir. Yani aslında ikiye ayırmaların çoğu betimledikleri içerik açısından aynı zamanda bir sürece ya da tarihsel bir zaman dilimine atıfta bulunarak bir dönemleştirme işlevi de görmektedir.

İbni Haldun, insan topluluklarının ilk durumunun göçebelik olduğunu, bunun zamanla yerleşikliğe, kentliliğe dönüştüğünü öne sürer (Kongar, 2010: 66). İbni Haldun, toplumları organizmacı bir yaklaşımla bedevi ve hadari diye iki temel toplum şeklinde sınıflandırmıştır. Bedevi kırsal yaşamı, hadari ize kentsel yaşamı temsil etmektedir.

İbni Haldun, bu ayrımın özellikle toplumsal üretimin yöneldiği amacın farklılaşmasına dayandığını düşünür. Bedevî yaşam biçimi, yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli olan şeylerin üretimi ile sınırlıdır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman arzusuyla artı değerler arttıkça hadarî yaşam biçimine doğru ilerler. Bu bakımdan bedevî yaşam biçimi, tarihsel açıdan hadarî yaşam biçimini önceler. Çünkü yaşamı sürdürmek için gerekli olan şeyleri elde etmekle işe başlamak, yaşamı yetkinleştirmek için gerekli olan şeylerden önce gelir (Yıldız, 2010: 40).

Toplumsal değişimlerin temelinde “asabiyet” olgusunu yerleştiren İbn Haldun’a göre bedevî toplumlarda birlikteliği sağlayan güç “asabiyet” adını alır. Bu asabiyet kan bağına dayanır ki buna “nesep asabiyeti” adı verilir. Yerleşik hayata geçen ve geniş cemiyetler oluşturan toplumlarda ise nesep asabiyeti yerini, söz konusu cemiyeti birbirine bağlayan güç olan “sebep asabiyeti”ne bırakır. Asabiyetin amacı mülk ve iktidardır (Özkılıç, 2007: 5). Bu çerçevede Kongar, (2010: 66) İbni Haldun’un asabiyet kavramı ile birlik ruhuna dayalı olan kuvveti” kastettiğini, asabiyetin hem dayanışmayı

hem de güç sahibi olmayı içerdiğini ileri sürer. Yelken ise (1999: 27, asabiyeti, her

şeyden önce bir grubun üyelerini bir arada tutan, birbirlerine yaklaştıran “biz” bilinci veren bir unsur olarak nitelendirirken, Kayapınar (2006: 92) asabiyetin, zaman içerisinde, zor şartların beraberinde getirdiği kaynaşmanın bir neticesi olarak ortaya çıktığını ifade eder.

İbni Haldun’un “asabiye” kavramı, Tönnies’in “doğal irade” kavramına, “bedevilik” kavramı ise kırı temsil eden “cemaat” kavramına, “hadarilik” kavramı ise

kenti temsil eden “cemiyet” kavramına çok benzemekte, fakat doğal olarak kavramları koyma, kullanma ve açıklama biçimleri farklılaşmaktadır (Yelken, 1999: 27). Bu açıdan bakıldığında Tönnies’in, İbni Haldun’un değerlendirmelerinden ve topluma ilişkin tanımlamalarından etkilendiğini söyleyebilmek mümkündür.

İbni Haldun ile Tönnies’in teorilerini karşılaştıran Orçan, (2004: 81) İbni Haldun’un 14. yüzyılda ortaya attığı bedevi asabiyetten hadariliğe geçişin bir teorisi olan asabiyet teorisiyle 19. yüzyılda cemaatten cemiyete geçişi çözümlemeye çalışan Tönnies’in kuramı, hem tanım açısından, hem de bu tanımda kullanılan kriterler bakımından birbirine oldukça benzemekte olduğunu ifade eder.

Toplumsal yapıda meydana gelen değişimi Tönnies, cemaat’ten (gemeinschaft) cemiyete (gesellschaft) geçiş olarak açıklarken, Durkheim ise mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçiş olarak açıklar. Hem Tönnies hem de Durkheim açıklamalarında toplumsal yapıda yaşanan değişimlerle birlikte sosyal ilişkilerin de değişime uğradığı üzerinde dururlar.

Cemaat ve cemiyet kavramlarını sosyal ilişkilerin oluşumunda ideal tip olarak kurgulayan Tönnies, temel çalışması Gemeinschaft-Gesellschaft’ta geçmişteki toplumlar ile girilmekte olan sanayi çağı Avrupası arasındaki temel farklılıkları, özellikle toplumsal ilişkilerdeki değişimin doğası ve kapsamını kavramaya çalışır (Slattery, 2008: 59). Bu çerçevede cemaat ve cemiyet şeklinde gruplandırma sosyal ilişkilerdeki değişimin de bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.

Toplumların yaşadığı değişimi dayanışma ve iş bölümü çerçevesinde inceleyen Durkheim, sanayi toplumu ve sanayi öncesi topluma ilişkin, mekanik ve organik olmak üzere iki farklı toplumsal düzen ileri sürmektedir (Kivisto, 2008: 130). İnsanların dayanışmasının biçimi değiştiğinde, toplum yapısı değişmeden kalamaz. Dayanışmanın hemen hemen tek biçimi olan mekanik dayanışmanın giderek alanını yitirmesi ve organik bir dayanışmanın yavaş yavaş üstün bir duruma gelmesi tarihin bir yasasıdır (Durkheim, 200: 213).

Mekanik dayanışmada kan birliğinin doğurduğu yakınlıklar, onları bir arada tutan asıl bağdır görüşünü ileri süren Durkheim’e göre, geleneksel toplumlar, topluluklar/cemaatler veya gruplarla ilişkiler özellikle yüz yüze veya mekaniktir ve işbölümü çok basittir, insanların çoğunluğu genellikle aynı işi yapar (Slattery, 2008: 114). Bu tür toplumlarda üyeler arasındaki bağlar kuvvetlidir. Bireyler, birbirleriyle uyum ve harmoni içinde olup, bireysel kimliklerini kaybederek kolektif bilincin bir

parçası haline gelirler (Kızılçelik, 1994: 62). Mekanik toplumda, kişilerin arkadaşlık çevresi, kendi akraba çevresiyle sınırlıdır ve burada çocukların eşlerinin kim olacağına bile ebeveynler karar verir. İlişkilerin ve yükümlülüklerin niteliği net bir şekilde belirlenmiştir. Sosyal ilişkiler, fazla karmaşık olmayan bir sosyal yapıda otomatik ve mekanik olarak ortaya çıkmaktadır (Van der Loo-Reijen, 2006: 90).

Mekanik toplumda bireyler birbirlerine benzer tutum ve davranış sergilerler. Aron (2004: 256) mekanik toplumda bireylerin birbirlerinden pek az farkları bulunduğunu ve aynı topluluğun üyelerinin aynı duyguları hissettikleri, aynı değerlere katıldıkları, aynı kutsala inandıkları için birbirine benzediklerini, henüz farklılaşmadıklarını ifade etmektedir. Mekanik dayanışmanın olduğu toplumlarda, sosyal ilişkiler aile, komşu ve arkadaşlarla yoğun bir şekilde gerçekleşmektedir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus mekanik toplumlarda kolektif bilincin hâkim olması, bireyselliğe az yer verilmesidir. Can’a göre (2004: 97) bu tür toplumlarda ilişkiler yüz yüze yani birincil ilişkilerdir, sosyal ve kolektif bilinç güçlüdür ve kolektif bilinç her eylemi ayrıntılı olarak tanımlamış ve bireylere zorla benimsetmiştir. Durkheim (2006: 109) ortak bilinci, bir toplumu oluşturan üyelerin ortalamasına yaşayan inanç ve duyguların tümü, kendine özgü yaşamı olan ortak bir dizge olarak tanımlar. Durkheim, ortak bilincin bireylerin içinde bulundukları özel koşullardan bağımsız olduğunu ve bireylerin geçici onun ise kalıcı olduğunu ifade eder.

Durkheim’e göre toplumsal iş bölümü geliştikçe, diğer bir deyişle işbölümü ile birlikte mekanik dayanışmanın egemen olduğu farklılaşmamış toplum tipinden, organik dayanışmanın yaygın olduğu farklılaşmış toplum tipine geçilmektedir (Kızılçelik, 1994: 62). Durkheim, farklılaşma üzerine kurulu bireyler arası dayanışmaya organik dayanışma adını verir (Aron, 2004: 256) ve organik dayanışmanın özünü, herkesin karşılıklı bağımlılık içinde olduğu modern toplumların sanayi ekonomilerini ayakta tutan kompleks işbölümü oluşturduğunu (Slaattery, 2008: 115) ifade eder. Kongar’a göre (2010: 103) organik dayanışmanın egemen olduğu toplumlarda, bireycilik gelişmiştir, ihtisaslaşma artar, yerel bağlar zayıflar ve evrensel değerler gelişir.

Durkheim, (2006: 221) organik dayanışmanın olduğu toplumları bireyler perspektifinden şu şekilde değerlendirmektedir.

Gerçekten burada bireyler, artık soy ilişkilerine göre değil, kendilerini adadıkları toplumsal etkinliğin özel niteliğine göre bir araya gelmektedir. Onların doğal ve zorunlu ortamları, artık doğdukları ortamlar değil, meslek ortamıdır. Her bireyin yerini belirleyen, artık gerçek ya da sanal kan bağı değil, yerine getirdiği işlevdir.

Bu toplum tipinde bireyler heterojendir, bireyselcilik ve uzmanlaşma ön plana çıkmıştır dolayısıyla bireyler farklı görevler üstlendikleri için farklılaşırlar (Kızılçelik, 1994: 62). Bu toplum tipinde kolektif bilincin zayıflayarak bireyselliğin artmasına, toplumsal çözülme ve kaosa yol açacağı (Van der Loo-Reijen, 2006: 93) endişesi taşınmaktadır. Böylece Durkheim, organik toplumda sosyal ilişkilerin yapısının ve niteliğinin değiştiğini daha önce dar bir çevrede gerçekleşen sosyal ilişkilerin, iş bölümünün artmasıyla daha geniş bir çevrede geliştiğini ancak bununla birlikte bağların da zayıfladığını, ortak değerlerin azaldığını ifade eder. Can (2004: 97), Durkheim’ın bu durumu sorun olarak gördüğünü ifade eder. Hedefi düşünce birliğini sağlayarak bir toplum oluşturmak olan Durkheim’e göre işbölümü ve uzmanlaşma sayesinde toplumun bireyleri arasında dayanışma yeniden ve daha sağlıklı bir şekilde tesis edilecektir.

Geleneksel toplumdan modern topluma geçişle birlikte hız kazanan toplumlarda değişim ve dönüşüm devam etmektedir. Bu değişim ve dönüşüm hiç şüphesiz sosyal ilişkileri de etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir.

Sosyal ilişkilerin toplumsal yaşam içerisinde farklılıklar göstermesinin bir diğer nedeni sosyal gruplardır. Sosyal ilişkiler ya da ilişki biçimleri, bireyin dahil olduğu grubun yapısı ve grup dinamikleriyle yakından ilişkilidir. Bu bakımdan sosyal grupların değerlendirilmesi konumuz açısından önem taşımaktadır.