• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

2.1. Jean Baudrillard ve Tüketim Toplumu

Tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsani ilişkiler yerini maddeyle ilişkiye bırakır. Baudrillard.

Kapitalist sistem; toplumu, toplumsal değerleri tümden değiştirmiştir ve bu değişim süreci sistemin beklenti ve hedefleri doğrultusunda devam etmektedir. Sistem, tüketimi bir gösterge olarak sunmakta ve sosyal ilişkiler tüketim olgusu çerçevesinde yaşanmakta veya oluşmaktadır. Kapitalist sistem kâr amaçlı olarak insanları sınırları belirli olmayan ihtiyaçların karşılanması, diğer bir ifade ile tüketim arzusuna yöneltmektedir. Bu çerçevede sistem, kitleleri belirli davranış ve düşünce kalıplarına sokmakta ve bireyleri tek tipleştirerek rasyonel bir toplum oluşturmaktadır.

Kapitalist sisteme dayanan tüketim toplumunun oluşturmaya çalıştığı pragmatist bireyler, sosyal ilişkilerini de bu çerçevede şekillendirmekte ve sürdürmektedir. Ersoy’a (2008: 146) göre kapitalizmin değerler levhasında, görüldüğü üzere maddi karşılığı ve faydası olan bir şeyin değeri vardır. Yani insan çıkarı ve yararı olan şeye değer vermelidir. Çıkarcı ve faydacı bir zihniyetle örülmüş sosyal ilişkiler sisteminde insan, karşısındaki nesne veya kişileri ancak kendisine sağlayacağı fayda ölçüsünde değerli olarak görür. Douglas ve Isherwood’un da (1999: 78) belirttiği gibi bireyler birbirleriyle, ortak çıkarları olduğu için ahbaplık ederler. Ama ille de hepsi eşit fayda sağlamaz, ne de fayda sağlamanın maliyetlerini paylaşırlar.

Baudrillard, tüketim toplumu kavramını kapitalist sistemin ürettiği ve yeniden ürettiği bir toplum olarak eleştirel bir biçimde değerlendirmekte ve insan ilişkilerinin yerini nesnelerle ilişkiye bıraktığını ifade etmektedir. Bu çerçevede Baudrillard’ın görüşleri ve değerlendirmeleri doğrultusunda öncelikle tüketim toplumunu açıklayan veya tanımlayan yorumlara yer verilmekte ve tüketim toplumunda sosyal ilişkilerin yapısına ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır.

Baudrillard’a göre, tüketim doğal ihtiyaçların mal ya da hizmet aracılığıyla tatmin edilmesi olarak değil, kodlar ve kurallarla düzenlenmiş global ve tutarlı bir göstergeler sistemi olarak yorumlanmalıdır. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar

arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. Satın alınanlar yalnızca basit, doğrudan faydacı bir kullanımı olan maddi bir nesne değil, bir anlam ileten, o sırada tüketicinin kim olmayı amaçladığını sergilemek amacıyla kullanacağı nesnelerdir (Bocock, 1997: 59). Bu çerçevede tüketim toplumu, statünün kişisel itibarla, itibarın da malların tüketim ölçeğini akla getiren kullanımlarıyla ilişkilendirildiği (Douglas ve Isherwood, 1999: 124) bir toplum olarak değerlendirilebilmektedir. Ritzer (2011: 250) ise bu durumu “gösterişli sıradanlık” kavramıyla nitelendirir ve insanların toplumsal konumlarını yükseltmek için dikkat çekici bir şekilde gösterişli boş zaman ve gösterişli bir tüketim içerisinde olduklarına vurgu yapar.

Tüketim toplumu, tüketimin öğrenilmesi toplumu, tüketime toplumsal bir biçimde alıştırma toplumudur, yani yeni üretim güçlerinin ortaya çıkması ve verimlilik taşıyan ekonomik bir sistemin tekelci yeniden yapılanmasıyla orantılı yeni ve özgül bir toplumsallaşma tarzı” dır (Baudrillard, 2004: 45). Tüketim, hem kolektif ve hem de bireysel kimlik duygularının sembolik oluşumunu içeren etkin bir süreç haline

dönüşmüştür (Bocock, 1997: 74). Tüketim toplumunda birey, göstergelerin hâkimiyeti

altındadır. Sembolik alanların ürettiği aidiyetlikler sürekli onaylanmak ve tekrarlanmak ister, bu nedenle modern toplumdaki sembolik etkileşimler sahip oldukları tüm ritüelleri gündelik yaşamın içerisine yayarlar. Bu nedenle bireyin güç, statü, prestij, sınıf konumu ve kabul görmesi veya onaylanması gibi politik ekonomik hususlar, tüketim süreci ve metaları ile kurduğu ilişkinin anlamsal bütünlüğü ile doğrudan ilişkilidir. Böylelikle birey kişisel özelliklerinin yanında toplumsal konumunu da tüketimin göstergesel anlamlarına dayalı olarak kurgulamaktadır (Göker ve Alpman, 2011: 112).

Bugün tüm çevremizde nesnelerin, hizmetlerin ve maddi malların çoğaltılmasıyla oluşturulmuş ve insan türünün ekolojisinde bir tür temel dönüşüm oluşturan akıl almaz bir tüketim ve bolluk gerçekliği vardır. Daha doğrusu, bolluk içindeki insanlar artık tüm zamanlarda olduğu gibi başka insanlar tarafından değil daha çok nesneler tarafından kuşatılmış durumdadır. Bu insanların gündelik alışverişi başka insanlarla değil, daha çok mal ve iletilerin edinilmesi, algılanması ve güdülenmesi biçimini taşımaktadır. (Baudrillard, 2004: 15). Tüketimin temel göstergesi “nesne”dir. Birey nesneyi satın alarak kendisine statü, marka temsili ve aidiyet gibi psikolojik etiket sağlamaya çalışmaktadır. Böylece tüketim toplumunda insanlar maddi tatminden daha

çok, psikolojik veya simgesel bir tatminin peşine düşmüşlerdir. İmajlar, göstergeler ve simülasyonlarla insanlar kendilerini gerçek olmayan bir tüketim piyasasının içinde bulmuşlardır. Tüketilen şey maddi varlıkların simgeleri ve imajlarıdır. Reklâmlarla yayılan imajlar insanların tüketme arzularını harekete geçirmektedir (Ersöz, 2010: 39).

Tüketimi yöneten büyülü bir düşüncenin, gündelik yaşamı yöneten mucizeci bir göstergenin olduğunu ileri süren Baudrillard, bolluk ve refahın mutluluk göstergesi olduğunu, hem büyüsel düşüncenin hem de tüketim düzeninin göstergelerle beslendiğini ve göstergelere sığınarak yaşadığını ileri sürer. Bu şekilde birey, nesne ile arasında duygusal bir bağ kurarak tükettikçe özgürleştiği, kendini gerçekleştiriyormuş gibi bir atmosfere kapılır.

Göstergelerin ele geçirme ve savma, uzaklaştırma işlevine sahip olduğunu belirten Baudrillard, gerçeklerin bu göstergelerin uzaklığında tüketildiğini ifade eder. Bu göstergelere örnek olarak haberleri gösteren Baudrillard’a (2004: 26-27) göre, haber tümüyle güncelleştirilir; yani gösterisel tarzda dramatikleştirilir ve tümüyle güncel dışılaştırılır, yani iletişimin aracı tarafından uzaklaştırılır ve göstergelere indirgenir. Kitle iletişimin bize verdiği gerçeklik değil, gerçekliğin baş döndürücülüğüdür. Böylece göstergelere sığınarak ve gerçeğin yadsınması içinde yaşanmaktadır.

Baudrillard, tüketim toplumunun sadece bireysel harcamaların hızlı artışıyla nitelendirilemeyeceğini, bunun yanı sıra yurttaşlar yararına üçüncü kişilerin (özellikle yönetim) harcamalarında da artışların meydana geldiğini belirtmekle birlikte, bolluğun artışının bir takım zararlara yol açtığına da dikkat çeker. Baudrillard, tüketim toplumunda bolluğun ortaya çıkardığı zararları şu şekilde örneklendirir:

Zararlara örnek olarak; yerleşim yerlerinin bozulması, trafik, görüntü, gürültü, hava ve su kirliliği verilebilir. Ancak bir de hesaplaması olası olmayan kültürel zararlar vardır. Örneğin, malların ve zamanın hızlı değişiminden kaynaklanan bir güvensizlik ortamı ve istikrarsızlığın yol açtığı psikolojik zararlar bu gruba girer (Baudrillard, 2004: 35).

Tüketim toplumunda büyümeyi mutluluk sağlayıcı olarak nitelendiren Baudrillard, mutluluk kavramının ideolojik gücünün toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin eşitlik söylemini devşiren ve canlandıran söylem olmasından ileri geldiğini, tüm insanların ihtiyaç ve tüketim ilkesi önünde eşit olduğunu çünkü, tüm insanların nesnelerin ve malların kullanım değeri önünde eşit

olduğunu belirtir. Bocock ise (1997: 58), tüketilen mallar ve deneyimler önceden paketlenmiş, düzenlenmiş, oluşturulmuş ve tüketicide istenen tepkiyi uyandırmak üzere kodlandığını ifade ederek, insanların nesnelerin ve malların kodlanmış kullanım değerini kullanırken “eşitlik” içerisinde olduğuna vurgu yapar.

Eşyaların kullanımındaki yetkinsizlik tüketim toplumunun gerektirdiği itaat, düzenlilik, rıza gibi “uyum” ile ilgili sorunların gün yüzüne çıkmasına neden olabilmektedir. Bu uyumsuzluk süreci, bilinçli bir karşı çıkışı da içerisinde barındırabilir, ancak tüketim toplumunda uyumsuzluğun ya da karşı çıkışın sonucu marjinalleşmeyi, toplumdan dışlanmayı veya soyutlanmayı beraberinde getirmektedir. (Göker ve Alpman, 2011: 112).

Tüketim toplumunda ihtiyaçların yapılandırılarak toplumsal kategoriler arasında bir geçiş özelliği bulunduğunu ifade eden Baudrillard’a (2004:70) göre, tüketim alanı yapılandırılmış bir toplumsal alandır. Bu alanda yalnızca mallar değil, ihtiyaçların kendileri de çeşitli kültürel özellikleri alarak örnek bir gruptan, yönetici bir elitten diğer toplumsal kategorilere geçerler.

İnsanlar mallara, başkalarıyla iletişim kurmak ve etrafında olanları anlamlandırmak için ihtiyaç duyar (Douglas ve Isherwood, 1999:108). Nesne ve hazza yönelmiş gibi görünen tüketim davranışlarının başka amaçlara da yanıt verdiğini belirten Baudrillard’a (2004: 91) göre, nesneler toplamı üzerinden bireysel çıkar işlevi değil, bir göstergeler toplamı üzerinden değerlerin doğrudan doğruya toplumsal değiş tokuş, iletişimi ve dağıtımı işlevidir.

Günümüzde bireyin birey olarak gerekli ve hemen hemen yeri doldurulamaz olduğu yer tüketici konumudur (Baudrillard, 2004:98). Sistemin tüketici birey üretmeye başladığını, bu şekilde yeni bir köle tipi oluşturduğunu belirten Baudrillard (2009: 90),

bu çerçevede toplumsal değerlerin bilinçli bir şekilde zayıflatıldığını,

sıradanlaştırıldığını vurgular. Toplumsal değerlerin zayıflaması bireylerin birincil sosyal ilişkilerini de zayıflatabilmekte birey özgürleştirilirken aslında yalnızlaştırılmaktadır. Yine, Baudrillard, tüketim toplumunda bireyin her yerde öncelikle kendini beğenmeye, kendinden hoşlanmaya özendirildiğini, kendisini beğenerek, başkalarınca beğenilme şansına ulaşılacağına inandırıldığını belirtmektedir. Toplumsal yapı içerisinde kendisinin beğenilmesini arzu eden, bu arzusuyla ya mutlu olabilmekte ya da mutsuz olabilmektedir. Sosyal ilişki sürecini de bu arzusunun yönü belirleyebilmektedir.

Arzusunun gerçekleştiği birey ya da gruplarla daha sürdürülebilir bir sosyal ilişki süreci gerçekleşirken aksi halde sosyal ilişkileri hasara uğramaktadır.

Bugün geçmişte yaşanan kapitalizmin doğurduğu köleliğe karşın, günümüzde; kişiliğini ve kimliğini ürünlerin imajı altında bırakarak yaşayan, bir üründen diğerine koşuşturan stratejileriyle popüler kültürün ve tüketim toplumu unsurlarına bağımlı olarak yaşayan insanların bir köleliği söz konusudur. İşte bugün belirttiğimiz şekilde, yine efendilik ve kölelik olgusu sürmekte, sadece kavramların mahiyeti değişmektedir. Bugün efendilik insandan eşyaya doğru kayarken, kölelikte tek bir efendiye değil de, eşyadan insana uzanan süreçte, kültür endüstrisinin cilalayıp makyajladığı, paketlediği, zamanın pek çok efendisine yönelik olmaktadır (Ersoy, 2008: 148).

Modern tekelci üretimin asla mal üretimi değil aynı zamanda her zaman tekelci bir ilişki üretimi ve fark üretimi olduğunu ileri süren Baudrillard, (2004: 105) bu farkın, kişiselleştirme, statü, toplumsal ve ekonomik konumun dayandığı göstergelerle değerlendirildiğini belirtir. Tüketerek, statü sağlayacağına inanan birey, sosyal ilişkilerini de tükettikleri ile değerlendirmektedir. Tüketim toplumunda metalar sembolik önem taşımaktadır. Hangi otomobili kullandığımız, ne giydiğimiz, nerede oturduğumuz, nereden alışveriş yaptığımız toplumsal denklemin neresinde olduğumuzun bir göstergesidir

Tüketimin, bireyin prestij ya da uzlaşma talebine göre bir grup bağlamına endekslendiğini ve ihtiyaçlar çerçevesinde düzenlenmediğini görmek gerektiğini ileri süren Baudrillard, (2004: 110) bireyleri kişiselleşmiş olarak üreten bir yapısal farklılaşma mantığı olduğunu söyleyerek, bireylerin kişiselleştirildiklerini yani toplumsal mekanizmadan uzaklaştırılarak, ayrıksılaştıklarını vurgular. Buradaki temel mantık, farklılaşma ve kişiselleşme mantığıdır. Ersöz’e (2010: 41) göre tüketim toplumunda bireyler değer verilme ve saygı duyulma ihtiyaçlarını tüketim aracılığıyla dışa vurmaktadırlar. Bu nedenle, günümüzde tüketim bireyler için bir kimlik edinme sürecine dönüşmüş, idealleştirilmiş bir yaşam kurgusuna erişmek için sonsuzca çeşitlendirilmiş metalar dünyasında daha iyi bir yaşam hedefine yönelmiş durumdadır.

Bir bireyin kendisini diğer bireylerden farklı kılabilmek için kullandığı giyim kuşam tarzının diğer bireyler tarafından anlaşılıp yorumlanması gerekir. O halde bir birey kendisini ancak diğerleri ile ortak birtakım kültürel sembolleri paylaşabildiği ölçüde farklı kılabilir (Bocock, 1997: 26). Sosyolojik olarak grubun bütünleşmesini pekiştiren farkların değiş tokuş olduğunu ileri süren Baudrillard’a (2004: 111) göre

doğumdan, soydan, dinden gelen farklılıklar eskiden değiş tokuş edilmiyordu. Günümüzde farklılıklar (giysi, ideoloji, hatta cinsiyet farklılıkları) geniş bir tüketim ortaklığı içinde değiş tokuş ediliyor. Bu toplumsallaştırılmış bir göstergeler değiş tokuşudur. Baudrillard, grup üyelerinin tercihlerini toplumsallaştıklarını şu sözlerle açıklar:

Riesman’da peer-group (akran grubu) üyelerinin tercihlerini toplumsallaştırdıklarını, beğenilerini değiş tokuş ettiklerini ve grubun iç ilişkilerini ve narsist tutarlılığını sürekli rekabetleriyle güven altına aldığını görüyoruz. Bunlar gruba “rekabet” yoluyla daha doğrusu açık ve şiddet taşıyan pazar ve mücadele rekabeti yoluyla değil; rekabetin, moda kodu tarafından süzülmüş oyunsal bir soyutlamasıyla katkıda bulunur (Baudrillard, 2004: 111).

Duygusal bir ilişki kurma arzusunun eksikliğini(yokluğunu) ifade eden simgeye karşılık; gösterge-nesne bir ilişki yokluğuyla her biri ayrı birer birey haline gelen özneleri ifade etmektedir. Tüketim toplumunun sosyal ilişkilerinde gösterge-nesne ve simgesel nesne etkili olmaktadır.

Karşılıklılığa dayanmadığı anda değiş tokuş ya da nesne (değiş tokuş malzemesi) derhal bir göstergeye indirgenmektedir (Baudrillard, 2009: 60). Gösterge-nesne verilen ya da alınan bir şeyden çok bireysel öznelerin bir gösterge gibi sahiplendikleri, ellerinde tuttukları ve yararlandıkları bir şey, yani kodlanmış bir farklılıktır. Tüketim gösterge- nesne tüketmek anlamına gelirken, gösterge nesnede geçmişe özgü, şeyleştirilmiş, bir kod görünümü kazandırılmış toplumsal bir ilişki biçimine benzemektedir.

Simgesel nesne, her türlü toplumsal ilişkinin kökeninde yalnızca arzunun bulunduğunu (karşıt anlamlara sahip ama karşıt anlamlar sayesinde tüm toplumsal ilişkileri belirleyen), göstermekle kalmayan, aynı zamanda özgün bir nesne aracılığıyla karşılıklılığa dayalı ya da grupla bütünleşmek amacıyla kurulan ve herkesin gözü önünde gerçekleştirilen toplumsal ilişkiler demektir (Baudrillard, 2009: 61). Bu çerçevede grupla bütünleşmek, aidiyet kazanmak isteyen birey, simgesel bir değiş tokuş (armağan) nesnesi aracılığıyla ilişki kurabilmektedir. Sosyal ilişkilerde armağan verme, ilişkinin somut karşılığı olarak değerlendirilmektedir.

Modern dönemin başlarında ekonomik ve sosyal ilişkilerin karmaşıklaşmaya yüz tuttuğu kentler, zenginlerin serbest zaman etkinlikleriyle servetlerinin tadını çıkardığı, zevk ve sefaya dayalı bir yaşam stiline feda ettikleri, fakirlerin ise onları taklit ettiği yer (Sennett, 2010: 163) olarak nitelendiriliyordu. Şehir yaşamı, bir tarza sahip olma

bilincini, yani hem belli bir gruba has belirleyici özellikleri hem de bireysel seçimleri yansıtabilecek bir alan içinde tüketme gereksinimi artar. Şehirdeki birey daha çok, bir kimlik duygusu oluşturabilmek, kim olarak algılanmayı arzu ettiğini belirtebilmek amacıyla tüketmektedir (Bocock, 1997: 26). Kentsel ilişkilere Bauman da (2001: 179) anonim ve taahhütsüz ilişkiler olarak bakar ve bu ilişkilerin tüketicilik ruhuyla doyurulduğuna dikkat çekmektedir.

Kent ya da kentsel alan günümüzde etkisiz kılınarak türdeşleştirilmiş, duyarsızlık ve kentsel gettolarda giderek artan bir ayrımcılıkla, mahallelerin, ırkların, belli bir yaş grubuna ait olanların sınıflandırıldıkları bir alana, yani bölünmüş ayrımlayıcı göstergeler alanına dönüşmüştür. Gündelik yaşama ait her eylem, her zaman dilimi çeşitli kodlar aracılığıyla belli bir zaman/mekâna indirgenmektedir. Kent sistemi, kendini mekân içinde, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda dallanıp budaklanan göstergeler ve kodların yanı sıra toplumsal ilişkilerin simgesel anlamda yok edildiği derinlemesine bir yeniden üretim alanı, devasa bir ayıklama ve sınırlama merkezidir (Baudrillard, 2008: 138). Her yenilik beraberinde bir terk etmeyi ve bir yıkımı, her yeniliğin kazanımı beraberinde bir kaybetmeyi getirmektedir. İşte değerlerin entropisi sonucu, toplumun değerlerinin özündeki bir kuruma ve boşalma ile değerlerin işlevsel boyutunda da bir daralma gerçekleşmektedir. Toplum, değerlerin bütünleştirici, birleştirici ve düzenleyici işlevlerden yoksun olmasıyla birlikte, kalabalık bir yığın zümresine dönüşmektedir (Ersoy, 2008: 148).

Baudrillard, kentin göstergelere ait bir alan olduğunu ve bu göstergelerin kodlar aracılığıyla sosyal ilişkilerin değişimini sağladığını şu şekilde ifade etmektedir:

Kent artık göstergeler, iletişim araçları ve koda ait bir alandır. Tarihi dayanışma biçimi yani fabrika, mahalle ve sınıf dayanışması bugün ortadan kalkmıştır. Bundan böyle fabrika, mahalle ve sınıf birbirlerinden ayrılarak, televizyon ve otomobille, iletişim araçları ya da kentsel yapıya ait davranış modelleri görünümüne bürünmüştür. Onları birbirlerine doğru yönlendiren bir karşılıklı özdeşleşme çılgınlığı aşamasında olup, yönlendirilen simülasyon modellerine dönüşmüşlerdir. Artık, farklı boyutlara sahip görüntü sunabilen bireyler çağında yaşıyoruz. Oysa kodun görüntüsü sabit kalıp, merkezi bir nitelik taşımaktadır. Kentsel dokunun her yerinde karşımıza çıkan bu kod tekeli gerçek toplumsal ilişki biçiminin ta kendisidir (Baudrillard, 2008: 140).

Belli bir tarihselliğe ve coğrafyaya göre şekillenmiş kurumları, üretim ve yeniden üretime dayalı sosyal ilişkileri, farklı iletişim formları, medya ve benzeri arasındaki etkileşimle oluşmuş mekânsallığı içeren kent mekânlarında sosyal ilişkiler, aleni ve herkese dönük olarak gerçekleşmekte; ortak tepkisellik, gözetim ya da denetime ilişkin bir farkındalık üzerinden ilişkiler cereyan etmektedir. Buralar, kent kamusunun boy attığı, filiz verdiği, kendisini farklı şekillerde ürettiği/çoğalttığı bir şeye karşılık gelmektedirler (Aytaç, 2007: 206). Sosyal ilişkilerin, gündelik yaşam kültürünün oluşturulması kent mekânları olarak ifade edilen alışveriş merkezleri, kafeler, oyun salonları, fast-food restoranları, oteller, dinlenme parkları, çay bahçelerinde gerçekleşir.

Tüketim toplumunda sosyal ilişkiler tüketilmekte ve yeniden üretilmektedir. Yeniden üretim hemen her alanda olduğu sosyal ilişkilerde de görülmektedir. Baudrillard, sosyal ilişkiler sürecini olumlu yönde etkileyen dayanışma, içtenlik, sıcaklık gibi unsurların tüketildiğini belirtmektedir. Toplumsal ve ekonomik kurumların yanında bizi burada daha çok ilgilendiren daha az biçimsel, kurumsal olmayan tümüyle başka bir toplumsal ilişkiler sistemidir. Bu tüketimin gündelikliğini işgal eden “kişiselleştirilmiş” tüm iletişim ağıdır. Çünkü söz konusu olan tam da tüketimdir. İnsan ilişkilerinin, dayanışmanın, karşılıklılığın, sıcaklığın ve hizmetler biçiminde standartlaşmış toplumsal katılımların tüketimi; sürekli şekilde ilginin, içtenliğin ve sıcaklığın tüketimi ama kuşkusuz sadece bu ilginin göstergelerinin tüketimi; toplumsal mesafe ve toplumsal ilişkilerin acımasızlığının nesneler kural olduğu bir sistemde birey için biyolojik beslenmeden daha hayati olan tüketim (Baudrillard, 2004: 208).

Kapitalist sistem, bireyi tüketen bir varlık olarak adeta kurguladığı gibi bu kurgu içerisinde insan ilişkilerinin yitirilmesini de planlamaktadır. Baudrillard’a (2004: 2010) göre toplumsal ilişkinin- göstergeler biçimi altında- toplumsal devreye sistematik olarak yeniden şırınga edilmesi ve gösterilen bu ilişkinin, bu insani sıcaklığın tüketimine bu tabanda tanık oluyoruz. Karşılama görevlisi, sosyal hizmet uzmanı, halkla ilişkiler mühendisi, reklâmdaki kapak kızı, kurumsal gülümsemeyle toplumsal ilişkilerin yumuşatılması, memnun edilmesidir.

Sistem, sosyal ilişkileri yeniden üretirken aslında ürettiği şey sosyal ilişkisizlik olmaktadır. Çünkü, sistem insanların birbirileriyle ilişkilerinden çok metayla ilişkilerini arzu etmekte, insan ilişkilerini ise samimiyetten uzak bir ilişki olarak düzenlemektedir. Baudrillard’a göre (2004:210) bu sistem tam bir çelişki üzerinde duruyor. Bu sistem yalnızca ticaret toplumunun tunç yasasını, toplumsal ilişkilerin hakikatini, yani rekabeti

ve kentsel ve endüstriyel izdiham ve yoğunlaşmayla büyüyen toplumsal mesafeyi, ama özellikle de değişim değeri için soyutlanmasının gündelikliğinin ve en kişisel ilişkilerin tam ortasında genelleşmesini gizleyememekle kalmaz. Görünüşün tersine bu sistemin kendisi bir üretim sistemidir; iletişim, insanlar arası hizmet ilişkisi üretimi. İlgi üretimine yönelik bu sistem aslında ister istemez eşanlı olarak uzaklık, iletişimsizlik, saydamsızlık ve acımasızlık üretir ve yeniden üretir.

Aytaç, bu durumu her şeyin metalaştığı, alınır satılır hale geldiği şeklinde ifade eder. Sosyal ilişkiler araçsal ilişkiye dönüşmüştür. İnsanlar, yakınlık kurdukları kişileri kendilerini bir yerlere çıkartacak, hedefe götürecek birer araç olarak görmektedirler. Bu toplumda bireysel davranışlar, doğal, içtenlikli güdülerden kaynaklanmamaktadır. Bireysel davranışı, bir başkasının onamaları, değer ölçüleri ya da kitlesel meşruiyet standartları belirlemektedir. Ancak, “herkes olmak”, “kalabalıktan bir parça olmak”, bireyin yaşadığı iç burkulmaları, güvensizliği, yalnızlığı ortadan kaldırmamaktadır. Kalabalık içinde, birey güçsüz, güvensiz, içini dökecek dosttan yoksunluk içindedir (Aytaç, 2002:245).

Tüketim toplumu hem bir mal üretimi hem de ilişki üretimi toplumudur. Hatta tüketim toplumunu hızlandırılmış ilişki üretimi olarak da tanımlayan Baudrillard (2004:223), üretilmek ve tüketilmek için ilişkinin, -tıpkı mallar, emek gücü gibi ve aynı mantığa göre-, kurtarılmış ve özgürlüğüne kavuşmuş olması gerektiğini, yani ilişkinin